En Güzel Cenaze Şarkıları (2025), mizahla melankoliyi iç içe geçiren, kadın ve erkek temsillerini kalıpların dışına taşıyan, seküler orta sınıfın kırılganlığını içerden anlayan ve bunları yüksek sesle anlatmayıp hissettiren bir yapım. Film, düz bir çizgide ilerlemeyi reddederek Saadet ve çevresindekilerin gündelik çıkmazlarına eğilen çok parçalı bir yapı kurar. Altı bölüme ayrılan film, seyirciyi edilgen bir izleyici konumuna yerleştirmez aksine onu karakterlerin arasına bırakır; diyaloglardaki boşluklara sızmaya, konuşmaların tonunu duymaya, yüz ifadelerindeki tereddüdü fark etmeye çağırır. Seyirciye düşen görev ise duymak, sezmek ve karakterlerin içinde kıvrandığı duygusal titreşimleri yakalayabilmektir.
Saadet karakteri, Esra Dermancıoğlu’nun büyük bir içtenlikle canlandırdığı emekli öğretmen, hem bir nesli hem de bir ruh hâlini temsil eder. İstekleri, yıllarca “yarın hallederiz” diyen kocasının bitmeyen ertelemeleriyle bastırılmış bir kadındır. Eşini kaybetmiş ama onun kaybından çok, yaşayamadıkları için yas tutar gibidir. Saadet oldukça çocuksu ve iyimser bir karakterdir. Çocuk kalmış yönü, duygularını düşünceleriyle dengeleyemeyişiyle öne çıkar. Ağlaması, öfkesi, sevgisi hep şimdide ve yoğundur. Yalnızlığı ve zaafı, onu Erol gibi düzenbazlara açık hâle getirir. Tüm bunlar Saadet’i hem trajik hem de ironik bir karaktere dönüştürür. Fakat işin tuhafı şudur ki Saadet aslında Erol’un temsil ettiği imgeye âşıktır. Onun varlığı, Saadet’in yalnızlığını meşrulaştıran ve kadınlığını yeniden hissetmesini sağlayan hayalî bir öznedir. Bunu en berrak gösteren anlardan biri, kocasının göz rengini yanlış söylemesidir. Yeşil sandığı gözlerin aslında kahverengi olması, Saadet’in özlem duyduğu erkeğin hiçbir zaman tam olarak var olmadığının ve kendi içsel boşluğunu hayalî bir figürle doldurduğunun ironik bir işaretidir. Film tam burada arzuların aslında toplum tarafından nasıl şekillendirildiğini gösterir: Ömer’in Atatürk fotoğraflı paylaşımları, düzgün Türkçeyle yazılmış mesajları ve Avrupalı doktor unvanı gibi kodlarla şekillendirdiği Erol kimliği üzerinden Saadet’i kandırması, modernlik ile güvenilirlik arasına otomatik eşitlik işareti koyan seküler orta sınıfı deşifre eder. Zira Saadet’in âşık olduğu kişi aynı zamanda Erol’un temsil ettiği imgeler zinciridir; medeni, düzgün, kültürlü ve kendisiyle aynı değerlere sahip biri olmasıdır. Ömer’in yaptığı şey ise bu kodlara sadakatle yatırım yaparak Saadet’in çoktan inanmaya hazır olduğu bir mitin bedenini üretmektir.
Saadet, filmin duygusal omurgasını taşıyan asli karakterdir; onun karşısında ise bambaşka bir kadınlık hâlini temsil eden ve özgüveniyle öne çıkan Meltem yer alır. Saadet’in büyük oğlu Murat’ın sevgilisi olarak anlatıya dâhil olan bu genç kadın, filmin kurduğu kadınlık yelpazesinin diğer ucunu oluşturur. Meltem, modern, özgür ve cinsel arzularını saklamayan bir kadındır. Murat’la birlikte oldukları sahnede, önce onunla güreş videoları izleyip oyun oynayan, ardından onu coşturan ama sevişme anı yaklaşınca fikrini değiştiren bir kadındır. Meryem’in fikrini değiştirmesi başta tutarsızlık gibi görünebilir ama aslında kadının bedenine ve arzularına dair kontrolünü vurgulayan radikal bir göstergedir. Murat’ın ona sorduğu “nasıl biri olmamı isterdin?” sorusu, Meltem’in ilişkideki özne konumunu kurar. Bu anda güç dengesi tersine döner; Meltem arzulayan ve onaylayan tarafta durur. Daha da ilginç olan, Meltem’in sadece yatak odasında değil, aile sahnesinde de benzer bir özerklik taşımasıdır. Bu özerklik, Saadet’le kurduğu sakin ve yargılayıcı olmayan bağda belirginleşir. Saadet’in çoğu zaman utangaç, ne yapacağını bilemeyen, arzusu ile korkusu arasında sıkışmış hâline rağmen Meltem, ona hiçbir zorlama olmadan doğal bir rahatlık alanı açar. İki kuşak kadın arasındaki fark, Türkiye’nin değişen kadın hâllerine dair bir izlenim yaratır. Dahası, klasik anlatılarda bu kadınlar çatışırken film, onları yan yana getirir.
Filmin bir diğer önemli boyutu ise görünürlük arzusunu görünür kılmaktır. Günümüz kent yaşamında “görünür olma isteği”, kendini var etmenin yeni yollarından biri hâline gelen kültürel bir eğilimden beslenir. Filmdeki işlevi ise hikâyenin kurmaya çalıştığı orta sınıf eleştirisinin önemli bir ayağını tamamlar. Orhan, aile içindeki duygusal sarsıntıları tam anlatamayan, onları ya bastıran ya da estetik bir biçime sokan orta sınıfın doğasını görünür kılar. Kendi gerçeğini yaşamak yerine dışarıya “doğru aile” görüntüsü verme arasında sıkışan kesimi temsil eder.
Filmin sinematografisi, bütün bu karakter ve olay örgüsünü olağanlaştıran bir sadelik taşır. Doron Tempert’in görüntü yönetimi, fazla süslemeye kaçmadan, karakterlerin ruh hâllerini mekânla birlikte verir. Saadet’in dar ve loş evi, geçmişin ağırlığını taşıyan bir kutu gibiyken Murat’ın düğün çekimi yaptığı anlar, yüzeysel mutlulukların, geçici birleşmelerin sahnesi olur. Murat’ın kamerası çoğunlukla sabittir; karakterlerin hareketleri kadrajın içinde gezinir. Bu da seyircide bir belgesel izliyormuş hissi yaratır. Bu anlarda film, kurmaca ile gerçek arasında askıda kalır.
Ziya Demirel’in yönetmenliği, karakterleri yargılamayan ama onları ifşa eden bir anlayışla şekillenir. Kimse suçlu değildir; herkes zayıftır. Özellikle orta sınıf seküler aile yapısına içerden bir eleştiri getirir. Bir nesilde kadınlar arzularını bastırmıştır, erkekler duygularını ifade etmekte zorlanmıştır, çocuklar ise bu duygusal iklimin içinde ebeveynleriyle sağlıklı bir yakınlık kuramadan büyümüştür. Yine de sonunda hepsi aynı sofrada buluşur. Böylece film, Akdeniz ailesinin kendine has sıcak ritmini büyük bir doğallıkla yakalar. Bu etkinin oluşmasında en büyük pay kusursuz denecek kadar isabetli oyuncu kadrosuna aittir.
Film, en büyük gücünü mizahından alır. Türkiye’de duygusal ifadelerin çoğu zaman sınırlı alanlarda biriktiğine ve bu birikimin beklenmedik taşmalarla kendini gösterdiğine işaret eder. Demirel’in mizahı da tam bu ani geçişlerde belirir: hüzünle neşenin, utançla arzunun, gerginlikle rahatlığın birbirine değdiği o ince noktalarda. Yönetmen bu çarpışmaları abartmadan gösterdiği için film hem gerçek hayata çok yaklaşan hem de duygu geçişlerini incelikle yakalayan bir ton kazanır.
En Güzel Cenaze Şarkıları bir yas anlatısıdır. Yas burada klasik anlamda ölümün ardından gelen bir süreçten ziyade yaşanamamış hayatların, bastırılmış arzuların ve gecikmiş yüzleşmelerin doğurduğu süreğen bir hüznün adıdır. Velhasıl, belki de en güzel cenaze şarkıları, en fazla yaşarken söylenenlerdir. Hâlâ umutla, hâlâ özlemle ve çoğu zaman farkında olmadan…



























