Çekimleri 2012 yılında gerçekleşen ve vizyona 2013 yılında giren bir film için 2014 Şubat ayında yapılmış bir röportaj bir nebze gecikmişlik hissiyatı yaratabilir. Ancak Zerre (2012) art arda ödüller toplamaya ve adından bahsettirmeye devam ediyor. 49. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Yönetmen, En İyi İlk Film, En İyi Sanat Yönetimi, Siyad En İyi Film ödüllerini kazanan Zerre, yurt dışı festivallerinden de alnının akıyla çıkmıştı. 35. Uluslararası Moskova Film Festivali’nden En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerine değer görülen film, 14. Tiflis Film Festivali’nde Erdem Tepegöz’e En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandırmıştı. Zerre son olarak SİYAD ödüllerinde de birbirinden güçlü pek çok filmin arasından sıyrılarak En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazanmayı başardı. E hal böyle olunca SİYAD ödüllerini fırsat bilip yönetmen Erdem Tepegöz ile “gecikmiş” bir röportaj yapmak istedik. Keyifli okumalar diliyoruz.
Zerre’nin hikâyesi nasıl ortaya çıktı? Sömürülen ve zorluklar içinde hayat mücadelesi veren işçi bir kadının filmini çekmeyi ne zaman düşündünüz?
Yaklaşık 2011 yılı civarıydı benim Zerre’yi yazarken esinlendiğim kadını görmem. Filmdeki gibi kızı ve annesiyle birlikte tek göz odada yaşama mücadelesi veren bir kadınla tanıştım. Tanıştım demeyeyim karşılaştım diyeyim çünkü çok kısa bir süre tanıklık edebildim hayatına. Bambaşka bir proje üzerine çalışırken onunla karşılaşmam beni farklı bir yöne evirdi ve onun üzerine çalışmaya başladım. Aslında biraz da istem dışı oldu çünkü o kadın beni o kadar etkilemişti ki onun üzerine bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim ve ona kafa yormaya başladım. Sonradan düşündüğümde, daha güç daha zor hayatlarla karşılaştığımı hatırlıyorum ama nedense işte bazı hayatlar, bazı öyküler sizi daha farklı etkiliyor, içinizde başka bir yere dokunuyor. Bundan etkilenip onun üzerine çalıştım ve böylece Zerre projesi ortaya çıktı. Tabii ki birebir kadının hayatının aynısı değil çünkü ben 10 dakika gözlemleyebildim o hayatı. Ama onun o yaşam formu Zerre’deki Zeynep’in çıkış noktası oldu. Aslında filmi bir işçi öyküsü olarak değil bir karakter sineması olarak tasarladım. Ve Zerre’yi yazma sürecimde Zeynep karakteriyle konuşurken onun gidişatı aslında onun o yoldan geçen bir karakter olmasını gerektirdi. Aslında karakter filmin içinde kendi yolunu kendi bulmuş oldu.
Çok insan dile getirdi sanırım ama Zerre’den çıktığım gün film üzerine biraz düşündüğümde aklıma ilk Dardenne Kardeşler’in filmleri geldi. Tematik bir yakınlıktan öte kamera kullanımı ve sinema dili anlamında Dardenne’lerle aranızda epey yakın bir akrabalık bağı hissettim. Baş karakteri ısrarla ve mümkün olabildiğince yakından takip eden ve o ne yaparsa, nereye giderse onun peşinden giden, sanki baş karaktere mıknatısla bağlanmış hissiyatı yaratan bir kamera… Film boyunca Zeynep karakterini oynayan Jale Arıkan’ın olmadığı bir sahne pek hatırlamıyorum. Bu tercihte bulunmanızın sebebi neydi?
Zerre’den önce uzun bir süre belgeselle uğraştım. Dünyanın birçok yerinde farklı sınıftan ve farklı yaşam biçiminde insanları görselleştirmeye çalıştım. Ve bu süreç içerisinde işlerimin çoğunda hep omuzda kamera, karakter takibi gibi bir yönelimde bulundum. Belgeselle uğraştığınız zaman bu istem dışı oluyor. Daha gerilla usulü çektiğiniz için, objeyi daha yakından yakalayabilmeniz için farklı bir yetiniz gelişmiş oluyor. Aslında uzun bir süredir bu tarz çekim yapıyor olmak filmde bu biçimin baskın olmasını sağladı. Bu stilin de filmin içeriğinin ve biçiminin birbirini desteklemesi adına yararlı olduğunu düşünüyorum. Yani karakter sineması olması, kameranın bir karakteri takip etmesi ve onun başka bir gözmüş gibi sürekli yakınlarında olması hem benim kurduğum öykü dünyası hem de benim daha önceden elde ettiğim bu çekimsel becerime uygundu ve bu anlamda içerikle biçimi birbirine bağlamayı planladım. Bu yüzden ana çıkış noktam belgesellerim oldu. Ama tabii Dardenne Kardeşler çok etkilendiğim ve beslendiğim yönetmenler. Aslında hâlâ bunu kendime soruyorum, bu stilde devam mı edeceğim, neden bu stil bu filme uydu, sinemam için bunu nasıl geliştirebilirim düşüncelerini hâlâ sorguluyorum. Bir yandan başka yönetmenler nasıl kullanıyor diye benzer bir sürü film de tarıyorum. Sinemada da bir yönetmenin en önemli izinin kamera kullanımı ve öykü anlatım biçimi olduğunu düşünüyorum.
Karakter sineması derken tam olarak neyi kastediyorsunuz?
Bir karakterin hayatına girmek bence hem bize daha çok done veriyor, hem de öyküdense bir karakterin hayatının izini sürmek sinemasal anlamda beni daha çok heyecanlandırıyor. Kendimden çıkan sonuçla da, bireyden topluma, toplumdan da evrensel bir yol çizmek istiyorum. Zerre’de bunu ne kadar başardım bilmiyorum ama Zeynep’in öyküsünü alıp toplumsal bir durumun içerisinde görüp ondan da evrensel bir sonuca çıkmak için çabaladım. Bunu diğer filmlerimde de denemeye çalışacağım. Direkt öyküye veya söyleyeceğiniz mesaja odaklanmaktansa bir insan hayatı bence içinde çok daha büyük cevaplar barındırıyor.
Hem ulusal sinemamızda hem de dünya sinemasında sömürülen sınıfların hikâyelerini konu edinen pek çok filmde işçi sınıfını örgütlenmeye çağıran, halkın isyan duygularını tetikleyen, fazla didaktik olma ve duygu sömürüsü riski taşımakla birlikte sınıf bilinci yaratmaya çalışan politik bir çaba da olduğu kuşkusuz. Zerre’de ise başta Zeynep karakteri olmak üzere kimsenin olan bitene isyan etmediğini, bütün adaletsizlikleri normal karşıladığını, memnuniyetsiz olsa da dert yanmadığını, şikâyet etmediğini görüyoruz. Zeynep hayat karşısında uğradığı mağduriyete rağmen pes etmeden hayata tutunuyor ancak ortaya değişim veya dönüşüm yaratacak bir irade koymayı da aklının ucundan bile geçirmiyor. “Bir iş olsa köpekler gibi çalışacağım” diyen bir kadın Zeynep. Bunu Zeynep’in kötücül hayata karşı takındığı iyimser ve sebatkâr tutumun bir parçası olarak mı okumalıyız? Yoksa “zerre” metaforunu da düşünerek, işçi sınıfının kapitalist düzen karşısında bir şeyleri değiştirme-dönüştürme gücü olmadığına dair bir inançsızlık olarak mı?
Aslında sokakta karşılaştığım Zeynep’i düşündüğüm zaman ikisi de değil. Bence her isyan kendi içinde belirli bir bilgi seviyesi ve entelektüel düzeyi barındırır. Siz eğer neye isyan edeceğinizi veya neyin karşısında olmanız gerektiğini veya sizin yaşamınızın alternatifini bilmiyor olursanız isyan edeceğiniz bir durum da olmaz. Zeynep o ihtiyaçlar piramidinin en altında yaşayan tabakadan. Yani yaşamak, yemek yemek, barınmak, korunmak zorunda olan biri… Bunun için o kadar sınırda ki, bıraktığı an düşecek. O yüzden bununla mücadele etmekten ötürü, dediğiniz farklı pozisyonlarda hayatını değiştirmek için mücadeleye girişecek kadar güçlü değil. Sadece o akşam yemeğini bulmak zorunda, ertesi gün evden atmamaları için bir ev bulması gerek, o kadar dipte. O yüzden bütün bu söylemlerin ötesinde bence onun yaşama zorunluluğu hayat gayesini oluşturuyor. Filmdeki Zeynep’in inançsız olduğunu düşünmüyorum. Hatta tam tersi büyük bir inancı var, iş bulma inancı, yaşamaya ve var olmaya olan inancı sayesinde hiç bırakmıyor, hiç ağlamıyor, vücudu kusuyor da kendisi vazgeçmiyor. Büyük bir inançla hayatta kalmaya çabalıyor. İsyan etmemesinin sebebi de aslında yaşamak. Çünkü yaşamak ve ayakta kalmak bence en büyük isyan, en büyük meydan okuma.
Peki Zeynep’in bu sebatkar tutumunun veya kabulünün olumsuz tepkiler alabileceğine dair bir endişeniz oldu mu hiç?
Oldu tabii ki ama bunu programlayarak, bir kalıpla anlatmak yerine gerçeği baz almak istedim. Çünkü gerçek her zaman en büyük kurmacadan bile daha değerli benim için. Gerçekte böyleyse ben de buradan yola çıkmalıyım diye düşündüm ve o gerçekçi duruşu bozmamak istedim. Karşılaştığım gerçek karakter de bu şekilde yaşıyordu. Ben bunu tabii ki kendime göre değiştirdim ama öz noktalarını bozmak istemedim. O yüzden tepki ya da ağır bir eleştiri gelse dahi hayatı kopyalamak benim için daha önemliydi.
Filmografinizde Zerre’den önce Türkiye’de ve dünyanın çeşitli yerlerinde pek çok belgesel film çektiniz. Zerre için konuşursak, belgesel yönetmenliğinden geliyor olmanın avantajları ya da dezavantajları nelerdi?
Avantajlarının daha fazla olduğunu düşünüyorum. Özellikle Zerre’deki teknik biçimin aslında belgeselciliğimden beslendiğini düşünüyorum. Omuzda hareketli kamera, tek bir karakteri gözlemleyen anlatı yapısı, tek bir karakteri izleyen bir göz… Bunların hepsi belgesel stilini oluşturan bir duruştur. Aynı zamanda filmde her ne kadar bireyin üzerinden anlatıyor olsa da toplumsal bir söylem de var. Bu da belgeselin getirdiği bir anlatım biçimi… Bunlar benim için belgeselcilikten gelmenin avantajları oldu. Dezavantajları ise belki senaryo yazımı sürecinde olmuş olabilir. Senaryo yazımı zorlandığım bir süreçti çünkü kurmaca bir dünya yaratmak çok farklı. Belgeselle başladığınız zaman kuracağınız dünyanın sette olduğunu veya biraz doğaçlamaya yakın olduğunu bilirsiniz o yüzden çok hazırlıklı olmanıza gerek yoktur. Ama kurmaca filmde elinizde mutlaka iyi bir senaryo ve iyi bir karakter yapısı olması gerekli. O yüzden belgeselle uzun süre uğraşanların o yetisi biraz zayıflar. Öykü çıkarma, yapıyı kurma ve senaryo yazma anlamında… O noktada belgeselden geldiğim için zorlanmıştım ama ben artık belgesel çekmeyeceğim diye bir karar alıp kurmacaya yöneldiğimde senaryo yazımı, karakter yaratımı, öykü kurulumu gibi pek çok alanda uzun bir ön çalışma yaptım. O açığımı kapatıp öyle Zerre’ye başladım. Bu sayede o dezavantajı biraz da olsa kapattığımı düşünüyorum. Hâlâ da üstünde çalışıyorum.
Filmde pek çok toplumsal meseleye eğildiğinizi görüyoruz. İşçi sınıfının sömürülmesi, kentsel dönüşüm olgusu, organ ticareti, fuhuş vb… Bütün bu meseleleri hikâyenize serpiştirirken bir yandan da Zeynep karakterini sadakatle takip eden kameranızla bir hikâye de anlatıyorsunuz. Odak noktanızı ıskalama, fazla dağılma gibi bir kaygınız oldu mu?
Çok fazla oldu. Çok kaybolduğumu da hatırlıyorum. Çünkü kurmaca bir yandan çok tehlikeli bir şey. Kalem sizi bir anda çok bambaşka bir yere götürebiliyor. Entrikaya yeniliyorsunuz, öykü sizi ele geçirebiliyor. O yüzden bunlara yenilmemek için ama bunlardan da hep fonda bahsetmek için sürekli Zeynep karakteriyle konuştum senaryoyu yazarken. Ve karakter beni yönlendirdi ne yapması gerektiğine. O yüzden benim tercihim olmayan şeyleri bile bazen öykünün gidişatına göre, kurduğum karakterin dünyası yönlendirdi. O karakteri kurduktan sonra öyküsünü şekillendirme yolunu tercih ettim. O yüzden başka yollara sapacağım zaman ya da tek bir noktada çok fazla kalma tehlikesini yaşadığım anda karakterle yüzleştim ve karaktere odaklandığım için o dehlizlerden çıkabildim. Aslında bu sorun bana da farklı bir bakış açısı getirmiş oldu. Şu an yeni projemde de yine karakterle konuşarak ilerliyorum. Ve onun tercihleri doğrultusunda yol kat ediyorum. Bu bana daha gerçekçi ve daha dürüst geliyor açıkçası.
Film boyunca baskı altında ezilen, kapitalist çarkların içinde sömürülen, zulüm gören ve mağdur olan taraf çoğunlukla kadın karakterler iken; erkekleri sömüren, mağdur eden, erkek olmanın, güç sahibi olmanın ya da işveren olmanın iktidarını her anlamda faydaya çevirmeye çalışan kötücül karakterler olarak izliyoruz. Yaşadığımız hayat da bu manzaranın çok uzağında bir resim sunmuyor aslında. Yine de bu noktada Remzi karakterine bir parantez açabiliriz sanıyorum. Remzi’yi bu denli iyi, vefakâr, yardımsever, sanki kanatları eksik bir melek olarak çizmenizin nedeni neydi? Remzi karakteri sizin için filmde neyi karşılıyor?
Remzi filmde aslında umudu temsil ediyor. İstanbul’a yeni gelmiş, bir lokantada çalışıyor ve umutları var, yurt dışına gitmek istiyor, para kazanmak istiyor, hatta oraya gidersem sizi de yanıma alırım diyor. Daha hayatın çarklarında ezilmemiş, tokadı yememiş, o yüzden biraz daha heyecanlı, biraz daha umut dolu, biraz daha hayalleri var. Zeynep daha hayatın sillesini yiyen tarafta olduğu için Remiz kadar hareketli ve canlı değil. O yüzden filmdeki aslında tek sıcak renk, tek umut, tek enerji o olması için tasarlandı. Hem senaryo dengesi anlamında, hem gerçekten de hayat sadece karanlık ve umutsuz bir noktada değil, umutlarımız da var, hayallerimiz de var bunu da göstermek için ihtiyaç duydum. Zeynep’in bile belediyeye girmek, bir iş bulmak gibi bir hayali varken Remzi aslında filmin olumlu yüzünü, sıcak tarafını temsil ediyor.
İlham kaynaklarınızı merak ediyorum. Sinemadan, edebiyattan, sanatın diğer dallarından veya hayatın bizatihi içinden kimler veya neler size ilham veriyor? Etkilendiğiniz isimler var mı?
Fotoğrafla çok uğraşıyorum. Her ne kadar çektiklerimi şu ana kadar herhangi bir yerde sunmasam da fotoğraf bana çok ilham veriyor. Belki eskiden birçok yere giderek çektiğim belgeseller yerine şimdi fotoğrafla birçok yere giderek oraları görselleştirmeye çalışıyorum. Kadrajdan bakmak, o gözü eğitmek benim için çok değerli bir şey. Çünkü o kadrajın içinde hem öykü var hem karakter var hem hayat var. Edebiyat ve sinema da tabii ki çıkış noktalarım. İhsan Oktay Anar hayranıyım. O dünya, o evren beni çok heyecanlandıran bir evren. Sinema için konuşursak da, Nuri Bilge Ceylan çok feyz aldığım, çok önemli bir yönetmen. Yurt dışından takip ettiğim, bana ilham veren yönetmenler arasında da Tony Gatlif, Dardenne Kardeşler, Robert Bresson, Krzysztof Kieslowski adını ilk olarak anabileceğim isimlerden bazıları. Bu listeyi böyle uzatabilirim tabii ama aslında isim vermek yerine, internet aracılığıyla dünyanın bir ucundan bambaşka filmleri keşfedebilmek benim için daha önemli. Küçük bir köyden çıkmış bağımsız bir filmi bulmak, Hindistan’da yapılmış ufak bir çocuğu anlatan bir filmi izlemek benim için çok daha heyecan verici. Bu keşifler beni artık klasiklerden öte daha mutlu ediyor. Heyecan duyduğum her şey beni etkiliyor aslında.
Zerre projesine ilk başladığınızda festivallerden ve sinema çevrelerinden bu kadar çok takdir ve ödül toplayacağını umuyor muydunuz?
Açıkçası hiç böyle bir beklentim yoktu. Hatta en büyük korkum olumsuz eleştiri almasındansa ya hiç kimse hiçbir şey yazmazsa korkusuydu. Çok şükür ki böyle olmadı. Tabii Zerre şanslı bir film oldu. İyi ya da kötü olması ayrı bir tartışma konusu ama etkili bir film oldu bence. Belki de ondan yurt içinde ve yurt dışında bu kadar festival gezebildi. Tabii bu iş bir bütünlük gerektiriyor. Oyuncular, ekip, yapımcı herkesin iyi ve koordineli çalışması lazım başarılı olabilmek için. O yüzden tabii ki de mutluyum. Ödüller ya da festivaller benim için yeni filmler çekebilmek demek, yeni öykülerimi anlatabilmek demek. Bu anlamda heyecanlıyım.
Bundan sonrası için tasarladığınız yeni bir proje var mı?
Şu anda üzerinde çalıştığım bir proje var, henüz senaryo aşamasında. İnşallah bir yıl içerisinde çekmeyi planlıyorum. Üzerinde çalışıyor olduğum için bir şey söylemem doğru olmaz. Çünkü senaryo anlamında çok evrilebilen bir noktadayım. Ama amacım bir yıl içerisinde çekmek.
Filmin afişinde Tuncel Kurtiz’in “Yılmaz Güney Zerre’yi izlese çok severdi” sözü yer alıyor. Sizin de keşke izleseydi dediğiniz başka isimler var mı?
Benim esinlendiğim o kadının izlemesini çok isterdim. Çünkü benim karşılaştığım o karakter filmdeki Zeynep kadar güçlü değildi. Daha korkmuş, yılmış, bırakmış, bitkin ve umutsuz bir kadındı. Filmdeki Zeynep daha mücadele eden, ayakta duran, güçlü bir Zeynep… O yüzden onun izlemesini ve ondan feyz almasını isterdim.
Fil’m Hafızası’nı takip ediyor musunuz? Ne düşünüyorsunuz?
Takip ediyorum, bildiğim ve okuduğum bir sinema platformu… Çok önemli bir görevi var. Çünkü Türkiye’de maalesef bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar sinema dergisi veya sinema platformu var. O yüzden bence çok büyük bir yeri, büyük bir açığı dolduruyor. Ve ben bunun üç beş yıl içerisinde katlanarak ve sinemaya yön verecek ölçüde gelişeceğine inanıyorum. Çünkü artık dünyanın bloglar, portallar, web yayıncılığı üzerinden şekilleneceğini düşünüyorum. Ben de artık gazeteleri ve dergileri tabletlerden ve internet üzerinden takip ediyorum. Bu yüzden hem genç yazarların çıkması, hem de bir yandan dünyanın her yerine yayılabilmesi bence kilit derecede önemli.