Üçüncü Adam adlı bloğuyla da hatırı sayılır bir takipçi kitlesi oluşturan senarist ve yönetmen Erhan Tuncer’le, Altın Koza Film Festivali’nde gösterilen filmi Ağustos Böcekleri ve Karıncalar (2016) vesilesiyle buluştuk. Konu konuyu açtı, kısa filmlerden Yadigâr Ejder’e, festivallerden Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’a uzanan güzel bir sohbet gerçekleştirdik.
Erhan Bey, kurucusu olduğunuz Üçüncü Adam’dan da takipçileri olan bir isimsiniz. Sizi ilk defa tanıyacaklar için de, sinemaya çıkan yolculuğunuzu, başlangıç fişeğinin atıldığı noktadan özetleyebilir misiniz?
Lise yıllarımdan beri, üniversiteye başlayana kadar elinde kamerayla sokaklarda gezen bir çocuktum. Büyüdüğüm Üsküdar’daki Doğancılar Parkı doğal plato gibiydi gözümde. Ardından liseden samimi olduğum arkadaşlarımla bir film grubu kurduk. Bu ekiple sürekli bir şeyler yazdık, çektik. Bir nevi entelektüel bir gelişim süreciydi hepimiz için. Bir yol ayrımına geldiğimizde de kimimiz oyunculuk, kimimiz yönetmenlik okudu. Benim seçimim de yazan-çeken biri olarak yönetmenlik oldu. Üniversiteye başladığımda geride bıraktığım onlarca kısa film denemem vardı. Tabii tam anlamıyla kısa film diyebileceğim ilk deneyimimi Kırmızı-Beyaz’la gerçekleştirdim. Üniversite döneminde çektiğim kısa filmlerimde sürelerinden ötürü pek festival havası soluduğumu söyleyemem. Bir tek Gitme isimli kısa filmimle Yılmaz Güney Kısa Film Festivali’ne katılmıştım. Heyecanlı bir süreçti benim için, çünkü Yılmaz Güney’i ve sinemasını çok seviyordum. (Hâlâ da çok severim.) O dönemki kendimi, anlatacak bir şeyleri olan, ama zamanı kestiremeyen biri olarak görüyorum.
Ülkemizde kısa filmin genellikle uzun metraj için bir basamak olarak görüldüğünü düşünüyor musunuz?
Üniversitede bize filmlerimizin festivallerde gösterilmesi için on iki, on beş dakikayı geçmesin telkini verilirdi. Çünkü önümüzde bir profil vardı: Kısa filmler çekmiş, ödüller almış ve uzun metraja geçmiş yönetmen profili. Sanki bundan başka bir yol yokmuş gibi. Ancak gördüm ki varmış! Kısa film benim için uzun metraj için geçiş dönemi değil, ayrı bir biçim, ayrı bir dramatik yapı disiplinini ifade ediyor. Sinema tarihiyle de ilgilendiğim için araştırmalarım vesilesiyle gördüğüm kadarıyla, gerçekten bir derdi olan ve lâyıkıyla yapılmış önemli işlerle karşılaştım ve gıpta ettim. Fakat şimdilerde genelde gördüğüm; anlaşılmazlık demeti içinde yoğrulmuş, uzun metraja kapı açmak amacıyla gerçekleştirilmiş ön sunumlar.
Bu “anlaşılmazlık demeti” tanımınızdan yola çıkarak, kısa filmlerle alınan ödüller, kimi zaman yönetmenleri giriştikleri ilk uzun metrajda bir yanılsamaya, belki de hayal kırıklığına neden oluyor mu?
En büyük hataya düşüyorlar. Kendilerini kısa film erbabı olarak hisseden -ya da hissettirilmiş- kimi yönetmenlerin uzun metraj filmlerine baktığımda, filmsel hikâyelerinin yirmili dakikalarda bittiğini görüyorum. Süreyi doldurmak adına tripodu kilitleyip, oyuncuya uzaklara bakmasını söyleyip dakikalarca süren boş sahnelerle filmlerini ‘uzun metraj’ hâline getiriyorlar. Ben bu tarz filmlerde bir dramatik yapı çalışması yapıldığını düşünmüyorum. Aksine sadece ufak parlak bir fikir bulup “Bu uzun metraj olabilir mi?” fikriyle işe giriştiklerini düşünüyorum.
Reha Edem, 34. İstanbul Film Festivali kapsamında verdiği söyleşide, jürisinde bulunduğu film festivallerinde kimi zaman filmlerin yarısında Nuri Bilge Ceylan’ı, diğer yarısında Zeki Demirkubuz’u gördüğünü söylemişti. Sizin düşünceniz nedir?
Nuri Bilge Ceylan kadar entelektüel olmayan, o formasyona sahip olmayan isimlerin elinde, Ceylan’ın minimalist sineması bir atom bombasına dönüşüyor. Ceylan, kurgu günlüklerinde neden durağan filmler yaptığını yazmıştı. “Ben hep kendimi bir şeylere bakarken ve ararken buldum.” diyor. Dolayısıyla sineması da budur: bakanların ve arayanların sineması.
Yani bu seçiminin bir felsefi nedeni var?
Evet, bir felsefi nedeni, altyapısı var. Fakat bazen altyapısı da olmayabilir. Büyük bir yönetmenin sinemasına da öykünebilirsiniz; ancak filminizin dramatik yapısını, matematiğini ciddi bir çalışma ile doğru şekilde oluşturabilmelisiniz. Öbür türlü altından kalkamazsınız. Yani bir Batılı sinemacıyı referans alıp onun penceresinden bu coğrafyaya bakarsanız hata ederseniz. Bir senarist iyi bir sosyolog olmalı. Yaşadığı çevreyi, mahalleyi iyi gözlemleyip analiz edebilmeli.
Batı’daki önemli festivallerde ismini duyurabilme, yer edinebilme ‘’içgüdüsü’’ kimi zaman oryantalist bakış açısıyla da karşılaştırıyor mu bizleri?
Yavuz Hoca’nın (Yavuz Turgul) bir sözü vardı şuna yakın: “Selamünaleyküm-Aleykümselam’ın olduğu bir coğrafyada hangi bireyin yalnızlığından bahsediyoruz?” Bu konularda çokça fikir alışverişi yaptığımız Yüksel Hoca (Yüksel Aksu) Dondurmam Gaymak’la (2006) ilgili demişti ki: “Ben bilmiyor muyum dondurmacıyı sabit kadrajda kıvrımlı yollarda uzun uzun döndürmeyi? Ben bilmiyor muyum dondurmacının dramını böyle kontur ışıkta, uzun planlarla çekmeyi? Benim işime de gelirdi. Hiç olmazsa dondurmacıyı arabanın üstünde takip etmek zorunda kalmazdım. Niye bunu yapmadım? Çünkü Muğlalılar böyle yapmaz. Çok hareketlidir, çok konuşur, ritimlidir. Dolayısıyla benim sinemamın dili de budur…” Bu iki örnekte de olduğu gibi, biz senaristler ve yönetmenler ancak mensubu olduğumuz toplumun yaşamsal dinamiklerini gözlemlersek yapacağımız filmlerinin ayakları yere basar düşüncesindeyim.
Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’dan (2016) önce Deneme Çekimi adlı belgesel-kurmaca tarzında bir filminiz daha var. Biraz onda bahsedelim isterseniz.
Deneme Çekimi uzun metraj, ancak kurmaca değil; dokümanter-drama denen türde bir yapımdı. Oyuncu arkadaşlarımın cast ajanslarında yaşadıkları sıkıntıları, tutunma mücadelelerini, tiyatro maceralarını, kurmacaya yakın ancak belgesel gerçekliğinde yansıtmaya çalıştım. Tüm karakterler gerçek kişiliğiyle yer alıyordu filmde.
Deneme Çekimi’nin ardından Yadigar Ejder’i konu alan kitap yazdınız.
Bir Yadigar Ejder Kitabı, Üçüncü Adam adlı bloğumun ilk ürünü. Ve tabii en sevdiğim ürünü. Hikâyesini çok önemsediğim bir karakter oyuncusunu ve onun hikâyesinden yola çıkarak diğer karakter oyuncularımızın yaşam mücadelelerini anlattığım bir anı-biyografi kitabı.
Yadigar Ejder, Yeşilçam’ın arka planından bahsedilirken anılan simalardan biridir…
Kesinlikle. Kült bir simgedir hatta. “Yadigar Ejder gibi öldü…” sözüyle sıkça karşılaşırsınız. Cüneyt Arkın jön figürü için nasıl simgeleştiyse, Ejder de karakter oyuncuları içinde böyle bir önem taşır. Yaşamı ve ölümüyle ilgili ciddi bir bilgi kirliliği vardı. İlk amacım bunları gidermekti, öyle de oldu.
Yeni bir kitap yayımlama düşünceniz var mı?
Sinemamızın kavgacı-karakter oyuncuları üzerine bir kitap yazıyorum. Bir de bu vesileyle duyurmuş olayım; Türk sinemasında senaryo ve senaryo yazım teknikleri üzerine kapsamlı bir kitap üzerinde çalışıyorum.
Önemli bir noktaya değindiniz. Bizde çok da yerleşmiş değil senaryo yayımlamak. Mesela Nuri Bilge Ceylan bu konuda en istikrarlı isimlerden biri diyebiliriz.
Tabii. Eğer senaryo yazmak isteniyorsa, birinci koşul senaryo okumak ve film izlemektir. Anlatı yapısını çözmek adına zaten edebi eserleri okumak gerekiyor. Ancak filmi izleyip senaryoyla filmi karşılaştırmak kadar eğitici bir şey yok bu konuda.
Önemli yönetmenlerin deneyimlerini, sinemaya bakış açılarını anlattıkları kitapların da, sinema yapma arzusundaki herkes için oldukça değerli olduğunu düşünüyorum. Sizin fikriniz nedir?
Çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela üzüldüğüm bir konu, Metin Erksan’ın anılarını yazmadan –yahut yazamadan- vefat etmesi. Sinemamızda çok farklı bir kapı açmış, döneminde sinemanın felsefi yapısına da kafa yormuş çok özel bir isim. Onun sinemaya, hayata bakış açısını bir kitapta toplamasını çok isterdim. Nuri Bilge Ceylan bu konuda çok özverilidir mesela. Filmlerinin kamera arkası belgesellerini, “Ben bunu çektim ama hangi kıvranmalarla, hangi sanatsal doğurganlık süreçleriyle çektim?” sorularının cevabı olarak görüyor ve bunu değerli buluyorum. Örneğin çok farklı okumalara konu olan İklimler’deki (2006) çekmece sahnesini bir kamera arkasında açıklarken, sadece karakterin boynu ağrıdığı için başını çekmeceye yasladığını anlatır. Hâlbuki ne okumalar yapılmıştı!
Konu okumalara gelmişken, semiyolojinin özellikle genç sinemacılarda kimi zaman bir kaçış noktası olduğunu düşünüyor musunuz? Sembol kullanımı kimi zaman araç olmaktan çıkıp amaca dönüşüyor mu?
Yeni sinemacıların bazıları için kesinlikle düşünüyorum. Hatta bazılarının yaptığı sembollerin hangi anlama geldiğini de bilmediğini düşünüyorum. Aslında bu durumun anlatımlarını kolaylaştıracağını düşüyorlar, ama seyirci için filmi okuma süreci oldukça zorlaştırıyor. Hatta bazen de anlamsızlaşıyor. Sembol kullanımı hakkında şöyle düşünüyorum: Bir sanatçının doğurganlık sürecinin ardından ortaya sanat eseri, o andan itibaren sanatçının elinden çıkar. Orada bir sembol, açık-kapalı bir metin varsa, anlamı ancak izleyici ile sanatçı arasındaki etkileşimde ortaya çıkar. İyi bir çalışma ve bilinçle yerleştirilmiş semboller izleyici ile mutlaka buluşur. Aksi takdirde izleyici için film dipsiz bir kuyuya dönüşebilir.
Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’la ilgili ilk sormak istediğim; filminiz Altın Koza’da yarıştı. İlk olarak Altın Koza’yı tercih etmenizin sebebi nedir?
Şöyle cevap verebilirim: Bağımsız bir sinemacı olarak yapmam gereken filmimi olabildiğince seyirciyle buluşturma çalışmak. Filmimde mesleki disiplini en üst düzeyde ve televizyon izleyicilerinin yakından tanıdığı çok iyi oyuncularla çalıştım. Gün Koper, Bennu Yıldırımlar, Erdem Akakçe, Yücel Erten, Özer Arslan ve Gözde Kocaoğlu Yağmur akılda kalıcı, sağlam performanslar ortaya koydular. Bu nedenle de filmimin izleyici ile buluşmasını ayrıca çok önemsiyordum. Adana Film Festivali’ni tercih etmemin sebebi Yılmaz Güney sevgime dayanıyor. Hep bir film çekeyim ve Altın Koza’da gösterilsin isterdim çünkü Altın Koza’nın ülkemizdeki festivaller içinde en adaletli ve duruşu olan festivallerden biri olduğunu düşünüyorum. Yapımcım İlker Avcı ve benim bu süreçte birincil amacımız, filmimizin seçki içinde yer alıp izleyiciyle buluşmasıydı, öyle de oldu. Filmimizin Dünya ve Türkiye prömiyeri Adana Film Festivali’nde gerçekleştirildi. Bir sonraki durağımız da 5. Uluslararası Van Gölü Film Festivali. Van’da ‘her şeye rağmen’ bir film festivali gerçekleştiriliyor. Biz de her şeye rağmen film yapan bir ekibiz. O zaman, filmimizi elbette Van’a ve ‘her şeye rağmen’ gerçekleşen film festivallerine yollamakla yükümlüyüz.
Filmin kendisine gelelim o vakit. Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’ın hikâyesinin zihninize düştüğü yerden beyazperdeye yolculuğunu anlatır mısınız?
Kısa filmlerimden bu yana bende filmsel hikâyeyi yazıya aktarma süreci, hikâyenin kafamda döndüğü, uzun süren bir doğurganlık sancısının ardından başlar. Yazma kısmı aslında en kısa süren kısmıdır. Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’da da süreç bu şekilde ilerledi diyebilirim.
Filmin konusuna gelince; birbirleriyle iletişimi kopmuş, bulundukları sosyal konum ve yaş farkı dolayısıyla birbirleriyle çatışan, birbirlerine hükmetmeye çalışan dört kardeş var hikâyenin odağında. Aslında toplumun küçük prototipleri diyebiliriz bu insanlar için. Babaları ölüm döşeğindedir. Başkarakter Kemal, kardeşlerden ölüm döşeğindeki babasının yanında kalan, onun acılarına ortak olandır. Kardeşlerden biri ise yıllar evvel evi terk etmiştir. Her biri bir yana savrulan bu dört kardeşin üçü babalarının muhtemel bir son gecesi için baba evinde toplanırlar. Tabii evi terk eden kardeşi almazlar eve. Bu üç kardeş, bu son gecede birbirleriyle, babalarıyla ve kendileriyle yüzleşirler. Son bir gece, tüm eski defterler açılır.
Prototiplerden bahsederken, Sarmaşık (2015) filminde farklı sosyal katmanlardan bireylerin bir gemi içinde hapsolması ve bunun akabindeki kaçınılmaz çatışma etkili bir şekilde sergilenmişti. Filminizdeki üç kardeşin durumu da bir nevi zorunlu bir buluşma ve bu çatışma için seçilmiş eski anılarla dolu küçük oda, erteledikleri yüzleşme için en etkili tetikleyici, bir nevi koğuş sanırım?
Evet, benzer bir yaklaşım. Tabii benim karakterlerimin hepsinin toplumun farklı katmanlarını temsil etmesinden öte beni asıl ilgilendiren, ‘aile içi faşizm’ meselesi. Aile içinde birbirlerine hükmetme, hegemonya kurma çabaları…
Genellikle baba figürü üzerinden resmedilir ancak, kardeşler arasında oldukça şiddetli olabiliyor bahsettiğiniz faşizm…
Kesinlikle. Ve kardeşlerin aralarında yalnızca kan bağı kalmış olmasıydı benim için önemli olan. Bir odada oturan ve hiçbir ortak noktası bulunmayan bu insanları bir arada tutan tek şey, kan bağı.
Ve hiçbir zaman kurtulamayacakları, arınamayacakları yanı…
Ailenin ablası Selma bir yerde kardeşi Metin’e şöyle der: “Sen benim hayatımda, çocukken izlediğim bir film kahramanı gibisin. Seni tanıyorum ama seninle vakit geçirmek istemiyorum.” Bu diyalog, kardeşler arasındaki iletişimsizliğin ne safhada olduğunun göstergelerinden biri esasında.
Filmle ilgili dikkatimi çeken bir konu da iyi bir metne sahip olduğu konusunda övgüler.
Teşekkür ederim tabii ki bu övgüler için. Senaryoyla ilgili güzel şeyler duydum. Dediğim gibi, benim için işin zorlayıcı yanı, hikâyenin o doğurganlık süreci. Ardından gelen yazma kısmı ise daha rahat olduğum tarafı. Senaryo yazmak benim için bir hobi değil. Bu benim işim. Her an öğrenmeye çalışıyor, sürekli bu konuda kitaplar okuyor ve “Dramatik yapıyı nasıl daha iyi kurarım? İnsanları nasıl daha iyi konuşturabilirim?” üzerine kafa yoruyorum. Açıkçası konuşan insanların hikâyelerini daha çok seviyorum.
Ben de bu konuya değinecektim. Filmdeki diyalogların yoğunluğuyla ilgili de görüşler vardı.
Evet, bu konuda eleştiriler de oldu. Karakterleri çok konuşan bir film yaptığımdan bekliyordum açıkçası.
Bu noktada diyaloğun yoğun kullanımı elbette kati bir hata değil diye düşünüyorum. Burada sanırım eleştirinin durduğu noktanın, diyaloğun filmin yapısı içinde çalışıp çalışmamasıdır. Aksi takdirde seveni kadar sevmeyeni de olmakla birlikte, diyalogu çok seven Woody Allen’ın sinemasını nereye koyacağız?
Ben de benzer bir örnek verecektim. Sinemayı belli bir kodlamalara, belli bir anlatının içine sıkıştırdığınız zaman, benim yaptığım ya da bir başkasının yaptığı işler sanki sinema dışıymış gibi algılanıyor. ‘Sinema gösterme sanatıdır’ gibi kalıplara inanmıyorum. Sinemada -ve diğer sanat dallarında da- benim için asıl olan şey, ortaya konan eserin muhatabını ikna edebilmesi. Kurduğum dramatik yapı içinde izleyiciyi ikna edebiliyorsam, filmin anlatı dili içinde istediğimi gerçekleştirmiş olurum. Bunu görüntüyü kullanarak da yapabilirsiniz, diyalogu kullanarak da yaparsınız. Adana’da gala sonrası izleyicilerden bu konuyla ilgili hiçbir eleştiri ya da soru gelmedi. Aksine oldukça iyi tepkiler aldığımı söylemeliyim. Bazı eleştirmenlerin diyalogları fazla bulmalarını, kişisel sinema beğenilerine aykırı gelmesi neticesinde anlayışla karşılıyorum kesinlikle.
O zaman araya girip filmde yoğun bulunan yakın plan tercihlerinin sebebi bu durum muydu sorusunu yönelteyim.
Kesinlikle. Çünkü filmin söylemeye çalıştığı şeylerden biri de şu: Birbirimizi dinlemiyoruz. Bir insanı dinleyebilmek için ona belli bir mesafede yaklaşmak ve onun gözünün içine bakmak gerekir. Filmde yakın planlar kullanmamın nedeni, izleyiciyle karakterleri baş başa bırakmak. Karakterler samimiler mi? Doğru mu söylüyorlar? Yalan mı söylüyorlar? Bizim coğrafya da iki üç kişi oturduğu zaman konuşur. Biz konuşkan bir milletiz. Biz, sustuğumuz anlarda bile jest ve mimiklerimizle çok şey anlatırız. Tripodu kilitleyip elli diyalog yerine iki diyalogla uzun uzun birbirine bakan insanların filmini de çekebilirdim. Emin olun daha az yorulurdum. Ben inandığım şeyi, inandığım dilde yapmaya çalıştım. Becerebildim mi, bilmiyorum; ama bu uğurda gerçekten çok ciddi bir mesai harcadım.
Peki, bir mekâna hapsolma düşüncesi sizin için zorlayıcı oldu mu?
Mekân beni çok zorladı. Benim gibi, oyuncuları ve ekibi de zorladı. “Kestik!” dediğim an nefes almak için altı kişinin odadan çıkması gerekiyordu. Aslında daha geniş salonlu bir ev seçebilirdim; ama karakterlerin etkileşim hâlinde olacakları, birbirlerinden kaçamayacakları daha dar bir evi tercih ettim. Bu da bana gerilimi arttırma şansı verdi. Hatta Erdem Akakçe’nin oynadığı Metin karakterinin sıkılgan ve tedirgin ruh hâlinin sette mekânla birlikte daha da pekiştiğini söyleyebilirim.
Filmde kara mizah öğeleri de var…
Metni yazarken ufak, noktasal atışlar yapmaya çalıştım mizah konusunda çünkü konu buna çok müsaitti. İçerde ölmek üzere olan bir baba var ve çocukları içeride derin derin sohbet ediyorlar. Büyük abi bir an babasını unutup kalkıp amcasının taklidini yapabiliyor. Henüz ölmemiş bir insanın malını paylaşmaya çalışıyorlar. Durum yeterince trajikomik zaten.
Son olarak filmin ters köşe bulunan finalinden bahsedelim kısaca isterseniz.
Bu bir riskti. Bu riski bilinçli olarak aldım. Ters köşe gelen final, eğer Kemal karakteri iyi okunursa, iyi yorumlanırsa, esasında çok da sürpriz gelmeyecektir.