Bazı filmler vardır hikâyenin nasıl ilerleyeceğini filmin ilk on dakikasında bile anlarsınız. Ancak bazı filmler vardır ki gözünüzü kırpmadan izlemenize rağmen son sahne bitip ekran karardığında bile öylece bakakalırsınız. Ya dikkatinizi tamamen filme vermemişsinizdir ki muhtemelen ikinci izleyişinizde “Aaa evet anladım.” dersiniz ya da birileri gerçekten kafanız karışsın istiyordur. Yönetmenin tercihiyle birlikte size zihin yolculuğu yaşatacak ve izledikten sonra “Şimdi ben ne izledim?” diyeceğiniz hayatı ve aynı zamanda kendinizi sorgulayacağınız film listesi sizlerle!
*Liste kişiseldir ve herhangi bir sıralamayla yapılmamıştır.
Pi (Yön. Darren Aronofsky, 1998)
“Neden hiçlik olmasındansa varlık vardır?”
Felsefeye ve matematiğe meraklıysanız listenizin arasında olmazsa olmaz gelecek olan Pi (1998) teoremleriyle ve sorguladığı varoluşçuluğun içerisinde izlerken kafa karıştırmaya yeten bir film. Mother! (2017), Black Swan (2010) gibi varoluşsal filmlerin usta yönetmeni olan Darren Aronofsky imzalı bu film, yönetmenin bir sonraki işlerinin de temelini oluşturmuş gibi duruyor. Filmlerinde sıkça sorunlu bir ana karakterle karşılaştığımız yönetmenin bu filminde de bir matematik dehası olan ana karakter Max, yaşadığı hayatın içerisinde anlam bulmaya çalışmaktadır. Bu çaba içerisinde insan hayatının belki de en önemli buluşuna ulaşmak üzeredir. Son on yıl boyunca sayısal olarak tabiatın bir kodlanma sistemine sahip olduğunu keşfetmiş fakat henüz bu teoremini çözmeyi başaramamıştır. Ancak geliştirmiş olduğu bu kodlanma sisteminin içerisinde her şey onu bir tek sonuca götürmektedir. Ulaştığı sonuç onu daha büyük kaoslara yöneltir. Yani problemin merkezi olarak “kendisine”… Bulduğu bu sır belki de insanların birbirlerini bile öldürmesine sebebiyet verecektir. Bu sebeple Max bu sırrı herkesten saklamaya karar verir. Matematik dehası zincirin ilk halkası olan kodu kırmayı deneyerek bu riski yok etmeyi amaçlar. İçerisinde sıkça “kendinde şey” (Kant), “Tanrı” (Din), “altyapı” (Marx), “bilinçdışı” (Psikanaliz), “istenç” (Schopenhauer) veya “güç istenci” (Nietzsche) gibi referanslarla karşılaşacağınız bu filmi izlemediyseniz kaçırmamanızı öneririm.
Being John Malkovich (Yön. Spike Jonze, 1999)
‘’7,5 değil mi?’’ diye sorar asansördeki kadın. ‘’Ah evet, 7,5’’. “Teşekkürler.”
3 dalda Oscar adaylığı bulunan bir yapımla karşı karşıyayız. Sinema tarihinin en çarpıcı filmleri arasında yer alan Being John Malkovich (1999) son zamanlarda oldukça konuşulmuş Her (2013) filminin yönetmeni olan Spike Jonze imzalı bir yapım.
Filmin konusu ise şöyle; Craig adındaki karakter kendince yetenekleri olan bir kuklacıdır. Ancak bu meslek ona hayatta kalmasını ve temel ihtiyaçlarını sağlayabilecek bir para kazandırmamaktadır. Craig’in karısı Lotte ise bir pet shop’da çalışmaktadır. Sürekli olarak işiyle ilgili şikâyet edip duran karısı Craig’in canını fazlasıyla sıkmaktadır. Craig artık önemli bir kararın eşiğinde olduğunu hissetmektedir. Şansı yaver giden Craig bir firmada iş bulur. Şirkette tanıştığı Maxine isimli esrarengiz bir kadın onun ilgisini çeker. Ancak Maxine, Craig’le hiçbir şekilde ilgilenmemektedir. Bir gün Craig çalıştığı firmada gizli bir kapı keşfeder. Filmlerde sıkça kullanılan ve başka bir dünyaya açılan bu kapıdan içeri giren Craig, nasıl olduysa, John Malkovich’in bedeninde uyanacaktır. Film biri olabilmek ve arzular hakkında bolca gönderme dolu bir anlatıma sahiptir. “Ne kadar yetenekli olursanız olun ünlü değilseniz bir hiçsiniz.” Aynı zamanda film Amerikan ordusunun hicvini yapmasıyla da dikkatleri üzerine çeker. Maxine karakteri bir sahnede J. M. Inc.’in telefonunu “Bir başkasının olabileceği her şey ol.” diyerek açar. Bu slogan, Amerikan ordusuna alım propagandasında kullanılan “Olabileceğin her şey ol” sloganına yapılan bir göndermedir. Kaçırmamanız gereken bu yapımı mutlaka izlemelisiniz.
Mr. Nobody (Yön. Jaco Van Dormael, 2009)
“Seçmediğin sürece her şey mümkündür.”
Kafa karıştıran ve kendimizi sorgulatan filmlerin arasında elbette ki Mr. Nobody (2009) olmazsa olmazdır. 2009 yapımı bu filmin yönetmen koltuğunda Jaco Van Dormael oturur. Filmin başrollerinde ise Jared Leto, Diane Kruger, Rhys Ifans, Sarah Polley, Natasha Little gibi isimler yer alır. Tarihin en iyi bilimkurgu filmleri arasında sayılan Mr. Nobody’nin konusu ise şöyledir; filme adını veren Mr. Nobody (Bay Hiç kimse) 2092 yılında dünyada kalmış son ölümlü olan 117 yaşındaki Némo isimli bir adamdır. Ölüm döşeğindeki Némo, geçmişi hatırlamaya başlar. Genç bir çocukken bir peronda durur ve tren kalkmak üzeredir. Bir seçim yapmak zorundadır. Annesiyle mi gitmeli yoksa babasıyla mı kalmalıdır? Okul balosunda ilk dans ettiği kızla evlenecek midir, yoksa çaresizce âşık olduğu kızın peşinden mi koşacaktır? Yüzme bilmediğini arkadaşlarına söyleyecek midir, yoksa bunu saklayacak mıdır? Vereceği kararlar ona sonsuz sayıda olasılıkla birlikte pek çok gezegen doğuracaktır. Her bir hayat hikâyesi, bir diğer evrende diğer hayat hikâyelerinden daha gerçektir. Paralel evrenin kırılmasıyla gittikçe açılan olasılıklar yelpazesine bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız bu filmi mutlaka listenize almalısınız.
Mulholland Drive (Yön. David Lynch, 2001)
“No hay banda No hay orkestra!”
Filmlerinde sıklıkça sürrealizm ögeler sunan David Lynch imzalı Mulholland Drive (2001) elbette ki tekrar tekrar izlenmesi gereken filmler arasındadır ve bu sebeple her daim listeye girmeyi hak eder. Yönetmenliğini ve senaristliğini David Lynch’in üstlendiği ABD-Fransa yapımı psikolojik gerilim ve gizem türlerindeki bu filmin metaforlarla süslenmiş konusu şöyledir; Betty Elms, en büyük hayali Hollywood’da ünlü bir aktrist olmak olan bir kadındır. Bunu gerçekleştirmek adına Hollywood’a doğru bir yolculuğa çıkar ve halasının evine yerleşir. Bu sırada Mulholland Drive’da yol alan lüks araç yolda durur; şoför ve yanındaki adam arka koltuktaki kadına silâh çekip onu araçtan çıkarmaya çalışırlar fakat yolda yarışan iki araçtan biri limuzine burun buruna çarpar. Araçtan sağ çıkan kadın Los Angeles’a iner. Betty’nin kaldığı eve gelir, buraya sığınır ve Betty ile tanışır. Bu iki kadın birbirlerinden hoşlanmaya başlar ve aralarında gizemli ve oldukça erotik bir ilişki başlar. Ancak ilerleyen zamanlarda gerçek ve hayalin bilinç ve bilinçaltının birbirlerine karışmasıyla birlikte karakterler arafta kalır. David Lynch’in bilinç ve hayal gücü fırçalarıyla muazzam bir şekilde resmettiği bu film, defalarca izlenmesi gereken bir başyapıt olarak tarihe kazınır.
Persona (Yön. Ingmar Bergman, 1966)
“Aynı anda tek ve aynı kişi olunabilir mi? Yani iki kişi miydim? ”
Persona (1966), diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de Bergman’ın insan psikolojisini anlatmasındaki ustalığının ve modern sinemayı etkilemekle kalmayıp onu nasıl büyük ölçüde kendinden çıkardığının en güzel kanıtlarından birisidir. Yönetmenin yaşadığı bir hastalıktan yola çıkarak esinlendiği ve sessizliğe gömüldüğü hayatında ana karakterini de sessizliğe gömer ve ona refakat eden bir hemşireyle birlikte bizi varoluşsal bir hikâyeye sürükler. Dönemin en gözde tiyatro oyuncusu Elisabeth Vogler, önemli bir piyesi esnasında aniden susar. Şaşkına dönen insanlar ne olup bittiğini anlayabilmek için ellerinden geleni yapsalar da Vogler konuşmamaya devam eder. Bu Elisabeth için aslında sonun bir başlangıcıdır. Tek çare olarak bir kliniğe yatırılan kadın burada da sessizliğini sürdürmeye devam eder. Bedeninde sağlık anlamında hiçbir problem bulunamayan kadın, doktorun tavsiyesiyle gözden ırak bir yazlığa gönderilir. Ancak burada yalnız değildir. Yanında gönderilen kişi genç hemşire Alma’dır. Alma konuştukça Vogler susar, Vogler sustukça Alma kendisini anlatmaya devam eder.
Film bu noktadan sonra iki kadın arasındaki iletişimsizliğin getirdiği benliğin kapılarını aralar. Sonunda meydana gelen şey ise psikoloji biliminin en ilginç vakalarından birini oluşturur. Psikolojik analizle okunmaya açık olan bu film sinemaseverler olarak bizlerin İsveç’li aykırı yönetmen Ingmar Bergman’a çok fazla şey borçlu olduğumuzu açığa çıkarır. Öyle ki David Lynch’in Persona’dan etkilenerek Mulholland Drive’ı ortaya çıkarması, kendisinden sonra gelecek olan daha birçok yapıta ve yönetmene karşı her daim yol gösterici olduğunu kanıtlar niteliktedir.
The Fountain (Yön. Darren Aronofsky, 2006)
“Her gölge, ne kadar koyu olursa olsun, sabah güneşi tarafından tehdit edilir”.
The Fountain (2006) yayınlandığı günden bu yana müthiş sansasyon yaratan bir film. İzleyiciler tarafından yuhalanmaya kadar giden The Fountain, aslında tam da Aronofsky’nin istediği doğrultuda çeşitli tartışmalar yarattı. Filmin konusuna gelecek olursak; her biri aşka dair sonsuzluğun peşinde olan erkekler hakkında geçmiş, bugün ve gelecekten üç ayrı hikâye sunuyor izleyiciye. Mayalı bir kâşif, esir düşmüş kraliçesini kurtarmak için hayat ağacını arar. Türlü ağaçlar üzerine çalışan bir tıp araştırmacısı, ölmek üzere olan karısını kurtaracak bir ilaç aramaktadır. Eş zamanlı olarak bir uzay yolcusu ise hava kabarcığı içindeki kapsül halindeki yaşlı bir ağaç ile seyahat etmektedir. Nebula ile örtülü, ölmek üzere olan bir yıldıza doğru yol almaktadır. 3 bölümden oluşan aşkı ve ölümsüzlüğü arayan üç hikâye, işte tam da bu noktada kesişir. Listemizin başında yer alan Pi (1998), aynı kulvarda Bir Rüya İçin Ağıt gibi filmlerin yönetmeni olan Daren Aronofsky yine izleyicinin kafasını karıştıran sembol ve anlatımlarla unutulmayacak bir filme daha imza atmayı başarıyor.
Jacob’s Ladder (Yön. Adrian Lyne, 1990)
“Eğer ölmekten korkuyorsan ve hayata sarılıyorsan, hayatını almaya çalışan şeytanları görürsün.
Ama kendinle barışırsan, o zaman şeytanlar gerçek bir melek olur seni bu dünyadan kurtarırlar.”
Kâbuslarınız uyanıkken de devam etseydi ne hissederdiniz? Aklınızı mı kaçırdığınızı düşünürdünüz yoksa kendinizi bu hikâyenin akışına mı bırakırdınız? Jacob’s Ladder (1990) filminin ana karakteri olan evli ve bir çocuk babası Vietnam gazisi Jacob Singer (Tim Robbins) bir adamdır. Kâbusları gerçek hayatta da devam eden karakter, bu durum karşısında aklını kaçırdığını düşünmektedir. Yaşadıkları, Vietnam’da askerler üzerinde denenen çok güçlü bir uyuşturucunun yan etkileri midir, yalnızca savaş sonrası sıkıntıları daha da mı kötüleşmiştir ya da tahminlerinin ötesinde çok daha korkunç bir durumla mı yüz yüzedir bilemez. Bu film gerçeküstüyle gerçeğin birbiriyle giderek kaynaştığı öyküsüyle sizleri her an diken üstünde tutmayı başarırken aynı zamanda kurduğu görkemli bulmacayı şok edici bir final ile kusursuz bir çözüme ulaştıracaktır. İzlemeden geçmemeniz gereken bu filmi kafa dağıtmak amacıyla izlemeyiniz yoksa hiçbir şey anlamayacaksınız, benden söylemesi…
Brazil (Yön. Terry Gilliam, 1985)
“Şüphe, güveni getirir.”
12 Maymun (1995), Don Kişot’u Öldüren Adam (2018) ve daha sayamadığım birçok aklımızda yer edinmiş olan muazzam filmlerin yönetmeni olan Terry Gilliam eseriyle karşı karşıyayız.
Günümüzden çok çok uzak bir gelecekte geçen ve insanoğlunun distopik sonlarından birini ele alan Brazil (1985)’in konusu şöyle; fütüristik ve karanlık bir atmosfere evrilen bu dünyada yaşayan insanlardan biri olan Sam Lowrey isimli karakterimiz sıradan bir devlet memuru olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak fazlasıyla bunaldığı işinden ve teknolojinin kendisinden kaçmasının tek yolunun hayal ve rüyalarına sığınmak olduğunu anlar. Rüyalarında her daim kendisini bekleyen gizemli figür, karakterimiz tanımasa da onu kurtaracak olan gizemli bir kadındır. Sam’i rüyalarındaki kadına yaklaştıran şey terörist olmakla suçlanan Jill Layton isimli kadın olur. Brazil, distopik bir dünyada yaşayan Sam’in etrafında gelişen olayları, totaliter devletin her alana sızmış kurallarıyla birlikte anlatır. Terry Gilliam, bu filmde bürokrasinin anlamsız prosedürlerinin hicvini yaparken aynı zamanda kuralların tabiri caizse “hack’lenebilir” olduğunu da film boyunca bize hatırlatır.1985 yılı için döneminin bir hayli ilerisinde çekilen Brazil, beyin yakan ve sorgulamamızı sağlayan bir film olarak listeye girmeyi hak ediyor.
Vanilla Sky (Yön. Cameron Crowe, 2001)
“Her geçen dakika, her şeyi değiştirmek için bir fırsattır.”
Vanilla Sky (2001) İspanyol sinemacı Alejandro Amenábar’ın 1997’de yazıp yönettiği Abre los ojos (1997) adlı filmin remake (yeniden çevrimi) hâlidir. Filmin konusu ise şöyle; New York’lu David Aames (Tom Cruise) paranın satın alabileceği her şeye sahip olan ve göz kamaştırıcı bir yaşamı olan genç bir yayıncıdır. Yakışıklı, zengin ve aynı zamanda karizmatiktir. Dışarıdan bakan biri için her daim kıskanılan mükemmel bir hayata sahiptir. Ancak David’in hayatı her ne kadar muhteşem görünürse görünsün, onun görülemeyen ve bir hayli rahatsız eden unuttuğu bir geçmişi vardır. David bir gün doğum günü verdiği partide arkadaşı Brian ile birlikte gelen güzeller güzeli Penelope Cruz’un can verdiği karakter Sofia adlı bir kızla tanışır. Ona ilk görüşte âşık olan David’in Sofia ile tanıştıktan kısa bir süre sonra yaptığı bir hata, hem Sofia’yı kaybetmesine hem de her şeyin karmaşık bir hâl almasına neden olur. David’in dünyasında filmde olduğu gibi rüyalarda da mantıken her şey kopuktur. David, Sofia’ya tekrar ulaşmaya çalışırken bir taraftan da zihnini kemiren bu karışıklığa bir çözüm bulmak için çaba sarf eder. Çünkü hayatında olan iki kadının dünyası David’in zihninde birleşmiştir.
Lost Highway (Yön. David Lynch, 1997)
+Daha önce tanışmıştık, değil mi?
– Sanmıyorum. Nerede tanıştığımızı düşünüyorsun?
+ Evinde. Hatırlamıyor musun?
– Hayır. Hayır, hatırlamıyorum.
+ Emin misin?
– Tabii ki.
+ Aslında, şu an oradayım.
Belki de defalarca izlemenize rağmen bir türlü parçaların birleşmediği akıl oyunlarını ve metaforları seven David Lynch imzalı bu filmi listeye eklemesem olmazdı. Lost Highway (1997) sinema tarihinin gelmiş geçmiş en karmaşık filmleri arasında desem abartmış olmam. Her ne kadar filmin konusu kısır bir tanımlamaya sahip olmayı hak etmiyorsa da kısaca bahsetmek gerekirse; film Los Angeles’da yaşayan ve bir gece kulübünde caz saksafon çalan Fred Madison isimli bir adamın başından geçen garip olaylarla başlıyor. Karısı Renee’nin kendisini aldattığı paranoyasıyla yaşayan Madison, evinin dışarıdan kamerayla çekilmiş görüntülerinin yer aldığı kasetler serisi almaya başlar. Yatak odasında, evin içinde her yerde izleniyorlardır. Bu sırada karısının, daha önce hiç tanımadığı bir arkadaşının partisine katılan Madison, burada kendisini tanıdığını ve şu anda evinde olduğunu söyleyen korkutucu bir adamla (Robert Blake) tanışır.
İşte her şey bu noktadan sonra daha da karmaşık ve esrarengiz bir hâl almaya başlar. Karısı evde ölü olarak bulunur ve bunun üzerine zanlı durumuna düşen Madison, aleyhine olan deliller üzerine, karısını öldüren kıskanç koca suçlamasıyla hapse atılır. Karısının öldürülmesine dair hiçbir şey hatırlamayan Madison, gelişen olaylar karşısında ne yapacağını bilemez. Gerçekliğin ve düşselliğin birbirine karıştığı sürrealist yapım olan Lost Highway bana kalırsa sinemayı yaşatan filmlerin en başında yer alır.