Biraz karanlık, biraz gizem, biraz tarih ve sıkı bir gerilim…
XVII. yüzyıl İngiltere’sinin ideolojik, politik ve dinî hareketlilikler yaşayan puslu havasına dönelim. Dönemin devrim niteliğindeki hareketlerinden uzakta, geleneklerini ve inanışlarını muhafaza etmek için kendilerini toplumdan geri çekmiş ve kendilerince kurdukları düzen içerisinde hayatlarını sürdüren bir ailenin karanlığa doğru ilerleyen hikâyesi var karşımızda.
Katherine (Kate Dickie) ve William (Ralph Ineson), bir gün sahip oldukları her şeyi bir arabaya yükler ve çocuklarıyla birlikte, yaşadıkları köyden ayrılırlar. Cennet benzeri, etrafı uzun ağaçlarla örülü, kimse tarafından dokunulmamış bir araziye geldiklerinde buranın, Tanrı’nın onlar için uygun gördüğü yer olduğuna kanaat getirir ve araziye yerleşip kendilerine yeni bir yaşam düzeni kurarlar. Bu düzen, sıkı sıkıya bağlı oldukları Hıristiyan inanışları ve gelenekleri üzerinedir. Ancak zamanla tuhaf olaylar meydana gelir ve tutunmak istedikleri muhafazakâr yaşantı, bütünüyle sarsılmaya başlar. Bu sarsıntıda dengesini bulmak için çabalayan yalnızca aile bireyleri değil, arka planda din ve geleneklerdir aynı zamanda.
Anlaşılacağı üzere, dönemin hararetle tartışılan konuları din ve büyücülük (witchcraft), filmin ana temasını oluşturuyor. Bu bağlamda film boyunca “karanlık” unsurunu dikkatli okumak gerek; zira karanlık, bilinmez, keşfedilmemiş, gizemli olan bir bölge. Aynı zamanda ulaşılamayan, açıklık getirilemeyen alanları nitelemek için, dinin kullandığı, manipüle edilmiş korkulardan mürekkep, siyah bir örtü. Dolayısıyla ailenin, bağlı olduğu inançlara sığındıkları her seferde karanlık bir unsur ortaya çıkıyor ve masum olandan, çocuklardan başlayarak aile bireylerini sırasıyla pençelerinin içine alıyor. Bu noktada, paralel ilerleyen iki felaket senaryosu var: bir yanda, bakire bir toprağa insan ayağının dokunması ile karanlığın çöküşü; diğer yanda günahsız olandan –bebekten- başlamak üzere bir ailenin, üyelerini birer birer karanlığa kurban edişi. Geleneklere ve muhafazakâr yaşantıya yöneltilen bir darbe gibi kötülük, her iki senaryoda da karanlığın kılıfına bürünerek karşısına çıkan direnişleri yerle bir ediyor. Yani gerilim ve gizem dolu sahnelerin arkasında kendini kötülükten muhafaza etmek isterken insan, cennete ilk günahı getiriyor, dünya topraklarına indiriliyor ve zamanla sahip olduğu ışığı yitirerek kendini, burada kurduğu düzenin, sıkı sıkıya bağlı olduğu inanışların sağlamlığını sorgulayan bir karanlık içinde buluyor. Film, değindiği bu noktalarla dönemin skolastik düşüncesine ve bu düşüncenin yıkılışına da bir gönderme niteliği taşıyor.
Sundance Film Festivali’nte Robert Eggers’a en iyi yönetmenlik ödülünü getiren The Witch (2015) kuşkusuz, klasik gerilim filmlerinin ötesinde, korku unsurunu ustaca kullanarak dönemin tartışmalı konularına eleştirel yaklaşım sunan ince nüanslara sahip bir yapım. Din ve tarih konularını gerilim tadında izlemek isteyenlere şiddetle tavsiyemdir!