Festivalin ilk gününde City’s’deki 21:30 seansını seçenler zor bir filmle karşılaştı: The Handmaiden (2016). Normalde festival öncesi gitmek istediğimiz filmleri belirliyor, seansı uygun olanlara bilet alıyoruz, ama ilk gün için durum biraz farklı. İlk gün, festivale başından dâhil olma heyecanıyla, o gün çok istediğimiz bir film gösterilmiyorsa bile, çekici gelen bir başka filmin uygun bir seansına gidiyoruz sanki. En azından benim için durum böyle. The Handmaiden da bu seneki Filmekimi’nde, daha önce hiçbir filmini izlemediğim bir yönetmenin ve gayet sevdiğim Güney Kore sinemasının ürünü bir film olarak benim ilk gün seçimimdi. Filmi “zor” olarak nitelendirmeme sebep olan nedenlere geleceğiz elbette, ancak bir fikir vermesi açısından şu kısa notu baştan paylaşayım: Bazı sahnelerinde salondaki birkaç izleyicinin birden kapıya yöneldiği, kapıdan çıkış telaşlarına bakılırsa yerlerinden de aynı telaşla kalktığı, içeride kalanların kalkmayı tercih edenlerin telaşını anlayabildiği, bazılarınınsa gülümsediği dakikalar yaşadık.
Park Chan-Wook’un son filmi olan The Handmaiden yönetmenin Filmekimi’nde gösterilen ilk filmi. 2016 Cannes Film Festivali’nde Vulcain En İyi Sanat Yönetimi ödülünü alması ve Altın Palmiye için de yarışmış olmasıyla Filmekimi programındaki çekici filmlerden birisi olarak öne çıkmaktaydı. Az karakterle bol aksiyonu buluşturan filmin başkarakterlerinden Sook-Hee (Kim Tae-Ri), kendisi gibi birçok öksüzle birlikte bir evde yetişmiş, yankesiciliği de burada öğrenmiş Güney Koreli fakir bir genç kadındır. Filmin diğer ana karakteri Hideko (Kim Min-Hee), Sook-Hee gibi öksüz olan ancak bambaşka maddi şartlarda büyümüş, Japon işgali altında bulunan Güney Kore’deki sarayında yaşayan genç bir Japon kadındır. Kont Fujiwara (Ha Jung-Woo) ise filmdeki olay örgüsünü başlatan karakterdir. Fujiwara, Sook-Hee’yi işinden tanıyan, dolandırıcı bir Korelidir. Planı, Hideko’yla evlenip onun servetine konmaktır ve bu planın işlemesi için Sook-Hee’yi belli bir miktar para karşılığında kendisine yardım etmesi için ikna eder. Sook-Hee’nin yapması gereken, Hideko’nun hizmetçisi olarak, onu Kont’a âşık etmektir. Konusu açısından klasik saray oyunlarını anımsatabilecek olan film, anlatımı ve karakterlerin ele alınışı açısından bambaşka bir hikâye yansıtıyor. Sarah Waters’ın Fingersmith (2002) romanından uyarlanan film, temelini ve karakterlerini roman üstüne kurarken, sonrasında farklı bir olay örgüsüyle ilerliyor.
Filmin konusu olarak aktarılan, aslında sadece birinci bölümde gördüklerimiz. Sonrasında anlaşılır ki ne Hideko çizildiği gibi bir karakter, ne amcası koleksiyoner bir kitap meraklısı, ne de Sook-Hee göründüğü kadar saftır. Amerikan filmlerinde daha çok rastladığımız, hikâyenin farklı karakterlerin gözünden tekrarlanması bu filmde de başvurulan bir yol olmuş. Bu anlatımın en iyi örneği olarak akla hemen The Usual Suspects (1995) gibi örnekler geldiği için The Handmaiden’ı aynı ölçüde iyi bulmak mümkün değil; ancak her bölümde olayı ve diğer karakterleri tamamen bir karakterin gözünden, hiçbir açık vermeden aktarmayı başarmış. Bu sayede filmin, konusunda bahsedilenden ötesi olduğunu, film ilerledikçe adım adım görüyoruz ki bu da seyri epey keyifli hâle getiriyor.
Gelelim filmin seyri zorlayan noktalarına. Öncelikle, hikâyesi farklı karakterlerin gözünden tekrarlanan filmlerde, aynı sahneyi iki karakter de aynı şekilde yaşamışsa birebir aynı sahneyi sunmamak kilit bir konu sanırım, bu film sonrasında bunu anlıyoruz. Karakterlerden ikisi de birbirine dürüst davranmışken, ilk karakterden biz zaten o hikâyeyi, o anı ayrıntılarıyla dinlemişken; ikinci karakterin de aynı şeyleri tekrarlaması, aynı sahnenin sadece farklı açılardan aktarılması, filmin böyle sahnelerini seyirci için sıkıcı hâle getiriyor. Özellikle bu tekrarın, iki kızın sevişme sahnelerinde çok uzun yapılması, seyirciyi biraz amaç konusunda da şüpheye düşürebiliyor. İkinci noktaysa, kişiliğini artık iyice anladığımız bir karakterin, o kişilik özelliğini yansıtan örneklerin çoğalıp durmasıydı. Hiteko’nun amcasının “ne kadar iğrenç” bir insan olduğunu, filmin sonuna kadar farklı örneklerle yansıtmayı bırakamamış yönetmen. Bu durum da seyirciyi artık birkaç örnekten sonra bunaltıyor. Hele süresi bu kadar uzun bir filmde, “bunun için mi tutuyorsun bizi burada” hissi yaratıyor. Filmde iki kadının, bu kötü amcanın kütüphanesini darmadağın etmesinin dakikalarca sürmesiyse, yönetmenin ne yapmak istediğini anlamakta hepten zorlandığım bir sahneydi. Filmden çıkışta, yönetmenin uzun metraj filmlerinde iki saatin altına inmediğini gördüm. Belki de uzun metrajlarda önemsediği bir konu bu, kim bilir. Ancak bu kadar tekrarlayan ve uzayan sahneler, bu filmde seyirciye ne yeni bir bilgi, ne yeni bir his aktaramıyor maalesef. Filmin seyrine ilişkin zorluklara, alışık olmadığımız kadar açık sevişme sahneleri de eklenebilir. Ancak, sahne tekrarları dışında bu zorluk, ülkemiz seyircisi için güzel bence.
The Handmaiden’ın en etkileyici tarafıysa, entrikanın, gerilimin ve cinselliğin bol olmasının yanı sıra, kadınların dayanışmayla kurtuluşunu da anlatmasıydı. Sook-Hee ve Hiteko, çevrelerindeki kötü erkeklerden birbirilerine güvenerek kurtulabilen, erkeklerin dünyasından birlikte çıkıp uzak diyarlara gidebilen iki genç kadındır ve birbirlerine âşık olmaları, sadece cinsel bir tercih değil, ruhlarını temiz tutabilmeleri için de bir tercihtir sanki. Filmi böyle değerlendirmek de bir tercih elbet, filme bir şans verirseniz bu gözle de bakmanız temennisiyle.