İstanbul, Ankara, Eskişehir ve İzmir salonlarında sinemaseverlere buluşacak olan Filmekimi’ne geri sayım başladı. Her yıl büyük bir heyecanla beklediğimiz Filmekimi, nihayetinde şehrimize geldi. Sonbahar’ın enerjisiyle birlikte soğumaya başlayan havalarda kahveler eşliğinde sinema salonlarına koşma zamanı. 3-12 Ekim 2025 tarihleri arasında düzenlenecek olan Filmekimi için Fil’m Hafızası yazarları olarak özel bir seçki hazırladık. İşte karşınızda Filmekimi’nde kaçırılmaması gereken filmlerden bazıları.
Sound of Falling (Yön. Mascha Schilinski, 2025)
Sound of Falling, son yıllarda karşılaştığım en etkileyici filmlerden biri. Yönetmen, aynı aileden dört kuşak kadının hayatından kesitler sunarken bizi tek bir evin içindeki çoklu zamanlara yerleştiriyor. Film hakkında hiçbir şey bilmeden izlenildiğinde neredeyse bir asır boyunca (yirminci yüzyılın başından yirmi birinci yüzyılın başına) farklı dönemlerde, farklı koşullarda aynı evde kalan kadınların takip edildiğini düşündürüyor. Bu bilgi de seyri kolaylaştırıyor ama bir noktadan sonra bu kadınların ortaklığının yalnızca mekân değil, aynı zamanda kan bağı olduğu fark ediliyor.
İzleme deneyiminin en çetin yanı da burada başlıyor: film, anlatım olarak seyirciyi zaten büyük bir sınava tabi tutarken, zihinlerde devasa bir soyağacını oturtma isteği doğuruyor. Yönetmen söyleşilerde akrabalık bağlarını çözmenin “şart” olmadığını salık verse de filmin dünyasına tamamen kapılan seyircinin bundan kaçınması neredeyse imkânsız. Bir yanda bir yüzyıl boyunca kadınların benzer dertlerle yüz yüze oluşunun sızısı; öte yanda tarihsel bir sıralamaya yaslanmayan geçişlerin yarattığı dağılıp gitme ihtimalini bastırma çabası… Sound of Falling, tüm bu dinamikleri başarıyla yönettiği için daha baştan çok kıymetli bir yere kuruluyor.
Filmin en etkileyici maharetlerinden biri, ilk dönemi büyük ölçüde sırtlayan Alma isimli kız çocuğunun bakışını kurgu ve mizansenin merkezine yerleştirmesi. Bu tercih hem çok yerinde bir oyuncu seçimini, hem de çocuk oyuncu yönetiminde yüksek bir özeni işaret ediyor. Alma’nın gözünden ölülerin fotoğraflanması ritüeliyle karşılaşmak ise bu pratiği hiç bilmeyen seyirci için sarsıcı bir pencere açıyor. Yalnız yaşayanların değil, ölmüş olanların ve ölümü seçenlerin de kadrajda yeniden varlık bulduğu anlar, filmin estetik planından etik bir yankıya dönüşüyor; görüntüler kan donduran bir dinginlikle üzerimize çöküyor.
Sound of Falling, evi yalnızca bir dekor olarak değil, zamanın katmanlarını üst üste bindiren bir hafıza kabuğu gibi işletiyor; kuşaklar birbirine değmeden yine de birbirini yankılıyor. “Kim kimin nesi?” sorusunu çözmeye uğraşmak bir noktadan sonra yerini bu yankının ritmini duymaya bırakıyor ve aile ağacı bir yapboz olmaktan çıkıp ortak yaraların, tekrar eden duyguların haritasına dönüşüyor. İlk dönemi sırtlayan Alma’nın bakışı filmin etik ve duygusal omurgasını kuruyor; sessizlik, bekleme, kadraj içi/dışı boşluklar, ritmin dalgalanışıyla seyirciyi pasif bir tanıktan çok ortak yazara çeviren bir dil kuruluyor. Post-mortem fotoğraf gibi sarsıcı ritüeller sömürüye yaslanmadan, mesafe ile merhamet arasındaki ince hatta ele alınıyor. Böylece film, soyağacını çözmenin ötesinde yas, suçluluk, arzu ve kaçışın kuşaklar boyunca nasıl tekrar ettiğine bakan bir deneyime açılıyor; salonun karanlığında yavaşça büyüyen, seans bittikten sonra da zihinde çalışmayı sürdüren bir deneyim bu.
İzlerken zaman çizelgesi çıkarmaya zorlamayan bir yaklaşım daha doğru kapı aralıyor: mekânın hafızasını, nesnelerin devraldığı yükü ve sahneler arası ses köprülerini takip etmek yeterli oluyor. Ölüm ve kayıp temaları tetikleyici olabilir. Yine de filmin asıl niyetinin sarsmak kadar onarmak olduğunu söylemek mümkün. Film, bakma, bekleme ve hatırlamayı yan yana düşünmeye çağırıyor. Filmi Ayvalık Film Festivali’nde ilk kez izlediğimde ilk düşündüğüm şey mutlaka tekrar izlemek oldu. Bu nedenle çok rahatlıkla; Sound of Falling, Filmekimi programında onlarca güçlü yapım olmasına rağmen “Ben olsam asla kaçırmazdım!” dediğim ender filmlerden biri diyebilirim. Hem biçimde hem içerikte risk alıyor ve aldığı riski seyircinin zekâsına emanet ediyor. Kısacası, sadece bugün için değil, yıllar sonra hafızada yoklayacağınız bir izleme hâli bırakıyor. Kaçırmayın!
Sound of Falling; 6 Ekim Pazartesi 21:30 Paribu Art’da, 7 Ekim Salı 13:00 Cinewam City’s Nişantaşı’nda, 8 Ekim Çarşamba 16:00 Kadıköy Sineması’nda ve 12 Ekim Pazar 13:00 Atlas 1948’de gösterilecektir.
A Private Life (Yön. Rebecca Zlotowski, 2025)
A Private Life (2025), yönetmenliğini Rebecca Zlotowski’nin yaptığı ve başrollerinde Jodie Foster, Virginie Efira, Daniel Auteuil, Mathieu Amalric ve Vincent Lacoste gibi isimlerin yer aldığı bir Fransız drama filmidir. Zlotowski’nin önceki yapıtlarında da görülen insan ilişkilerinde kırılganlık ve bireysel çatışma konuları bu filmde de farklı bir boyutla ele alınıyor. Prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı olarak yapan A Private Life’da Lilian karakterini canlandıran Jodie Foster, etkileyici performansıyla dikkat çekiyor. Filmin anlatısı eleştirmenler tarafından gerek yaratılan atmosfer gerekse karakterler açısından övgüyle karşılanıyor. Film, yönetmenin sinema dilindeki ustalığını daha da ileri taşıyan bir yapım olarak öne çıkıyor.
A Private Life, saygın bir psikiyatrist olan Lilian Steiner’ın yaşamını konu alır. Bir gün hastalarından birinin ölüm haberini alan Lilian, bu durum karşısında oldukça sarsılır ve bu ölümün bir cinayet olabileceği düşüncesine kapılır. Bu ihtimal karşısında ise kendi yöntemleriyle derin bir araştırmaya girişir. İlk olarak hastanın eşi ve kızı olacak şekilde tanıdığı olasılıklarla bağlantı kurmaya çalışarak durumu çözmeye çalışan Lilian, zamanla kendi psikolojisini altüst eder. Bu araştırma âdeta onun geçmişinin gölgeleriyle bir yüzleşmesine dönüşür ve özel hayatındaki denge bozulmaya başlar. Hikâye boyunca karakterler arasındaki çatışmalar ve bireysel özgürlük arayışları ön plana çıkarken, geçmişin izleri de bugünün peşine takılarak ortaya çıkar.
Zlotowski, Fransız auteur geleneğini sürdüren, karakter odaklı ve psikolojik derinlikli anlatılara yönelen bir yönetmen olarak bu filmde de bireyselleşme arzusunu aynı odakta başarıyla işliyor. Klasik anlatı kalıplarından uzak duran ve duygusal yoğunluğu görsellikle destekleyen yönetmen, diyaloglardan çok sessizliğin gücünü kullanıyor. Beden dilini ve mekânı etkili bir şekilde kullanarak karakterlerin içsel dünyalarını seyirciye başarılı bir şekilde yansıtıyor. Suçluluk, özgürlük ve ruhsal konuların beraber işlenmesiyle film, salt bir gizem filmi temasından öte, insan ruhuna odaklanan ve onu sorgulamaya teşvik eden psikolojik bir deneyime dönüşüyor.
Film metaforik bir yaklaşım olarak, “özel alan” kavramını sorgulamaktadır. Lilian, bir psikiyatrist olarak başka insanların en özel sırlarını dinlerken kendi özel hayatını gizlemeye çalışır. Ancak hikâye ilerledikçe geçmişin yükleri ve bastırılmış duygular onun özel alanını kuşatmaya başlar. Bu durum, izleyiciye hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, mahremiyet ile özgürlük arasındaki sınırları sorgulatan bir bakış açısı sunar. Film, bireyin iç dünyasında yaşadığı zorlukları Lilian’ın yaşadığı çatışmalar üzerinden ele alarak yüzleşme ve özgürlük kavramlarını derin bir şekilde işler. Yavaş ilerlese de derin anlatısıyla izleyeni düşündüren ve insan ilişkilerinin kırılgan doğasını ortaya koyan A Private Life, festival seçkisinde izlenmeye değer görünüyor.
A Private Life ; 7 Ekim Salı 13:00 Kadıköy Sineması’nda, 8 Ekim Çarşamba 19:00 Cinewam City’s’de, 10 Ekim Cuma 11:00 Kült Kavaklıdere’de, 10 Ekim Cuma 16:00 Atlas 1948’de, 12 Eki Pazar 19:00 Paribu Art’da, 17 Ekim Cuma 18:00 Sinema Anadolu’da, 24 Ekim Cuma 11:00 Paribu Cineverse Konak Pier’de gösterilecektir.
Young Mothers (Yön. Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne, 2025)
Yönetmen ve senarist kardeşler Jean-Pierre ve Luc Dardenne, eserlerinde çoğunlukla yüksek yaşam standardına ve oldukça güçlü bir ekonomiye sahip Belçika’daki yoksulların, görünür olamayanların, dışlanmışların ve göçmenlerin hikâyesini işlemişlerdir. Yönetmenler, Young Mothers (2025) filminde ise bu kez reşit olmayan anne ve anne adaylarını mercek altına alır. Dardenne ikilisi, sığınma evindeki beş genç annenin yaşamına odaklanan bu filmleriyle annelerin zorluklar ve umutla dolu hayatlarını anlatır. Dardenne kardeşler, her zamanki gibi derin politik ve toplumsal mesajlar vermeye, bu özellikleriyle tutarlı çizgilerini korumaya devam ettiklerini de göz önüne sererler.
İlk bakışta bireysel bir hikâye anlatıyormuş gibi görünen filmlerinde Dardenne kardeşler, aslında kapitalist sistemin yoksullar ve göçmenler üzerindeki tahribatlarını anlatarak tam bir politik sinema yapmaktadırlar. Dardenne’lerin kahramanları, ekonomik güçsüzlüğün yarattığı engellerle mücadele eden; güçlü, dayanışmacı, kimi zaman da antipatik -sanki gerçek hayatın içinden çıkıp gelmiş-karakterler gibidir. Bol ödüllü yönetmenlerin köklü bir belgesel geçmişine sahip olmalarının, gerçekçi filmler ve karakterler üretmesine büyük katkı sağladığını iddia edersek yanlış olmayacaktır. Dardenne’lerin bazı karakterleri; aile, dostluk ve sevgi arayışında olan, bağlanma ihtiyacı duyan kişiler olup bazı karakterleri de güçlü kadınlardır. Örneğin, Rosetta (1999) filminde işsiz ve yoksul genç bir kadının; Two Days, One Night (2014)’da ise işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Sandra’nın mücadelesi işlenmiştir. Bunlar dışında The Son (2002), The Child (2005), Lorna’s Silence (2008), The Kid With a Bike (2011), The Unknown Girl (2016) ve Tori and Lokita (2022) gibi birçok çarpıcı filme imza attıkları düşünüldüğünde, yönetmenlerin yeni filmi Young Mothers için “Gözü kapalı bile bilet alınabilir.” denilmesi yerinde olur diye düşünmekteyim.
“Günümüz şartlarında yoksulların zorlukları aşamayacağı” mesajını vermeleri, yönetmenlerin filmlerinde biraz karamsar bir havanın hâkim olmasına sebebiyet vermiş olabilir. Fakat bu mesajlarında doğruluk payı oldukça yüksektir. Ayrıca ürettikleri eserlerde, karakterler ve toplumsal sorunlarla ilgili derin bir empati örneği sunan Dardenne’ler, bir yandan da karakterleri ne kadar zor durumda olursa olsun, onların sorunları ile ilgili duygusal sömürüde bulunmazlar. Bu yılki Filmekimi seçkisinde, hem önyargılara ve ekonomik eşitsizliğe karşı yürütülen dayanışma, mücadele örneğini teşkil etmesi hem de ana karakterlerinin kadınlardan oluşması açısından Young Mothers, dikkat çeken filmler arasında öne çıkmaktadır. Dardenne’lerin, önceki filmlerinde olduğu gibi Young Mothers’ın da büyük bir ihtimalle yalın anlatısı ve kadrajlarıyla minimalist özelliklerin öne çıktığı fakat bir o kadar da güçlü bir hikâyeyi barındırdığı öngörülebilir. Sosyopolitik konulara ilgi duyanlar ve Dardenne Kardeşler’in kendilerine özgü sinema dili ile mat renkli kadrajlarını sevenler, 78. Cannes Film Festivalinde En İyi Senaryo Ödülü’nü almış olan bu filmi kaçırmamalıdır.
Young Mothers; 4 Ekim Cumartesi 16:00 Atlas 1948’de, 5 Ekim Pazar 19:00 Kadıköy Sineması’nda, 6 Ekim Pazartesi 13:00 Cinewam City’s Nişantaşı (CW)’nda, 7 Ekim Salı 19:00 Paribu Art (P)’da, 9 Ekim Perşembe 11:00 Kült Kavaklıdere’de, 23 Ekim Perşembe 11:00 Paribu Cineverse Konak Pier’de gösterilecektir.
Blue Moon (Yön. Richard Linklater, 2025)
Diyalog kurma sanatının usta isimlerinden Richard Linklater’ın Blue Moon filmi, bu yıl Filmekimi kapsamında seyircilerle buluşuyor. Ağırlıklı olarak bellek ve insan ilişkileri üzerine yoğunlaşan yönetmen, benimsediğimiz tarzıyla karakterlerini yine derin sohbetlerin merkezine konuşlandırıyor. Before üçlemesiyle filmografisine yeni bir soluk getiren Linklater, bu kez Broadway tarihinin gölgede kalmış figürlerinden Lorenz Hart’ın çalkantılı hayatına ve çıkar ilişkisi üzerinden devam ettirilmek zorunda kaldığı arkadaşlık bağlarına odaklanıyor. 1943 yılının tek bir gecesinde geçen Blue Moon, dışarıdan bakıldığında bir biyografi filmi gibi dursa da aslında sanatçının iç dünyasını, yalnızlığını ve unutulma korkusunu görünür kılan çok katmanlı bir dram olarak ele alınabilir.
Film, Rodgers-Hammerstein ikilisinin Oklahoma! müzikaliyle Broadway’i yeni bir döneme taşıdığı geceye yoğunlaşıyor. Lorenz Hart, bir zamanlar ortağı olan Richard Rodgers’ın zaferini uzaktan izlerken kendi geçmişinin gölgeleriyle hesaplaşıyor. Bar köşesinde geçen uzun diyaloglar, içsel monologlar ve anıların hissettirdiği kırgınlık, Hart’ın hem alkolle hem de hayatla verdiği mücadeleyi geçmişin pişmanlığı ve mahçup bir temsil üzerinden gün yüzüne çıkarıyor. Linklater, bu kısıtlı mekân ve zaman yaratımıyla seyirciyi büyük bir hayat hikâyesine tanık etmeyi başarıyor. Tek mekân seçimi, sinemanın olanaklarını tiyatral bir yoğunluğa entegre ederken her bir karakterin zihinsel çöküşünü de derinlemesine takip etme olanağı sağlıyor. Filmin samimiliğine değinecek olursam cast seçimin başarısını tebrik etmek gerektiğini söyleyebilirim. Özellikle Blue Moon filmindeki performansının ardından uluslararası basında “kariyerinin zirvesi” olarak anılan Ethan Hawke, Hart’ın kırılganlığını, zekâsını ve unutulma korkusunu olağanüstü bir incelikle perdeye taşımayı başarıyor. Rodgers karakterine hayat veren Andrew Scott’ın ise performansıyla Berlinale’de bu yıl En İyi Yardımcı Oyuncu dalında Gümüş Ayı ödülünün sahibi olduğunu da hatırlatmak gerek.
Linklater-Hawke dostluğunun uzun yıllar boyunca devam etmesinin ardında oyuncu yönetmen ilişkisinin olabildiğince şeffaf ve güven bağı çerçevesinde ilişkilendiğini düşünüyorum. Keza Hart karakteri için Ethan Hawke harici başka bir isim düşünebileceğimden pek emin değilim. İşte bu sebeple eğer Linklater-Hawke uyumunu sevenlerdenseniz Blue Moon’u Filmekimi’nde izlemek için pek çok sebebiniz var. Öte yandan Blue Moon, Broadway tarihine meraklı bir seyirciden çok daha geniş bir kitleye hitap etmesi bakımından da oldukça önemli. Film, sanatçının eserini üretirken meydana gelen kırılganlığı, dostlukların ve güvenilir işbirliklerinin nasıl dağıldığı, geçmişin gölgesiyle yaşamanın ve kendinle yüzleşmenin ne denli zor olduğu üzerine evrensel bir sorgulama yaratıyor. Üstelik Blue Moon, bir sanatçının içsel portresinden yola çıkarak aslında çoğumuzun hayatına temas eden zamanın üstünlüğü ve bireyde kurmuş olduğu eskimişlik sendromu üzerine düşünmeye davet eden bir içsel hesaplamaya da sahip diyebiliriz. Birçok görüşe göre şifacı bir anlam ifade eden zaman, sanat icra eden bireyler sınıflandırmasında bazen olumsuz bir uzama dahil edilebiliyor. Bu kertede romantik bir temanın izinde ruhsal çatışmaları başarılı bir hesaplaşma temsiliyle sunan Linklater, Blue Moon ile sarsıcı bir filme imza atıyor.
Bu yıl Filmekimi seçkisinin dikkat çeken yapımlarından biri olan Blue Moon, izleyiciye sadece bir dönem filmi seyretmenin ötesinde var oluş amacını düşünmek üzere felsefi bir sorgulama evreni yaratması bakımından da önemli olduğunu düşündüğüm kaçırılmaması gereken filmler arasında yer alıyor.
Blue Moon; 3 Ekim Cuma 13:00 Paribu Art (P)’da, 4 Ekim Cumartesi 21:30 Kadıköy Sineması’nda, 5 Ekim Pazar 16:00 Cinewam City’s Nişantaşı (CW)’nda, 6 Ekim Pazartesi 19:00 Atlas 1948’de, 12 Ekim Pazar 21:00 Kült Kavaklıdere’de, 24 Ekim Cuma 19:00 Paribu Cineverse Konak Pier’de gösterilecektir.
La Grazia (Yön. Paolo Sorrentino, 2025)
Paolo Sorrentino, kendine has görsel estetiği ve şiirsel sinema diliyle çağdaş Avrupa sinemasının en özgün yönetmenlerinden biri. La Grande Bellezza (Muhteşem Güzellik) ile Oscar kazanan, Youth ve The Hand of God filmleriyle de sinemaseverlerin belleğinde yer edinen Sorrentino, yeni filmi La Grazia ile bir kez daha insan ruhunun derinliklerine inmeyi hedefliyor. Peki, bu filmi neden izlemeliyiz?
Sorrentino’nun sinemasını bilenler, onun hikâyeleri yalnızca anlatmadığını; görsel, müzikal ve duygusal bir kompozisyon kurarak izleyiciyi içine aldığını da çok iyi bilir. La Grazia, yönetmenin önceki filmlerinde olduğu gibi, kişisel olanla toplumsal olanı iç içe geçiren, görkemli ama aynı zamanda incelikli bir dünya kuruyor. Sorrentino’nun kamerası, gündelik hayatın sıradan ayrıntılarında bile görkemli bir güzellik buluyor; bu filmde de aynı yaklaşımın, daha içsel ve kırılgan bir tonla yeniden karşımıza çıkması bekleniyor.
Filmin adı olan La Grazia (Lütuf ya da İnayet), hem dini hem de varoluşsal çağrışımlar taşıyor. Sorrentino, Katolik kültürle yoğrulmuş bir coğrafyanın yönetmeni olarak, lütuf kavramını yalnızca teolojik değil, aynı zamanda insani ve duygusal bir bağlamda ele alıyor. Bu bağlamda, filmin merkezindeki karakter Cumhurbaşkanı Mariano De Santis üzerinden hayat buluyor. Görev süresi sona eren, inatçı yapısı ve siyasete aşırı titiz yaklaşımı nedeniyle küçümseyici bir şekilde “Cemento armato” (betonarme) lakabıyla anılan De Santis, başkanlık sarayının yankılanan koridorlarında yalnızlaşmış, eşinin kaybının yasını tutan ve hip-hop dinleyen bir figür olarak resmediliyor. Sivil hayata dönmeden önce mirasını pekiştirecek bir dizi cesur karar almak zorunda kalan De Santis’in karşısında, iki başkanlık affı ve çığır açan bir politika tasarısı vardır.
Böylece film, yalnızca bireysel bir hikâyeyi değil, aynı zamanda hayatın kırılganlığına, affetmeye ve insanın kendi içindeki huzuru bulma çabasına dair çok katmanlı bir anlatı sunuyor. Sorrentino’nun önceki filmlerinde güçlü görsellik kadar müzik de önemli bir yer tutmuştu. La Grazia’da da bu estetik bütünlüğün, duygusal yoğunluğu artıracağı ve izleyiciyi hem düşündürüp hem de hissettireceği söylenebilir. Yönetmenin yakın planlara dayalı şiirsel kamera kullanımı, karakterlerin iç dünyasını açığa çıkarırken; geniş kadrajlarda kurduğu görkemli estetik, bireysel hikâyeyi evrensel bir deneyime dönüştürüyor.
Film, aynı zamanda Sorrentino’nun otobiyografik yönelimlerini nasıl geliştirdiğini görmek açısından da önemli. The Hand of God ile kişisel bir hatıraya dayalı, melankolik bir yolculuğa çıkan yönetmen, La Grazia ile bu damarı derinleştirmeyi sürdürüyor. Bu noktada, filmin bireysel acılar ve kolektif hafıza arasında nasıl bir köprü kuracağı merak konusu.
Uluslararası festivallerde yankı uyandırması beklenen La Grazia, yalnızca Sorrentino sinemasının yeni bir aşamasını değil, aynı zamanda çağdaş İtalyan sinemasının küresel ölçekteki etkisini de gözler önüne serecek gibi görünüyor. Filmin Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’a aday gösterilmesi ve usta oyuncu Toni Servillo’ya En İyi Erkek Oyuncu (Volpi Cup) ödülünü kazandırması, bu yankının ne kadar güçlü olduğunun da bir göstergesi. Yönetmenin kendine özgü görsel büyüsüyle harmanlanmış bu yeni hikâye, sinemaseverler için kaçırılmayacak bir deneyim sunuyor.
Sonuç olarak, La Grazia, Paolo Sorrentino’nun sinemasındaki evrimi görmek, onun görsel ve duygusal gücünü bir kez daha deneyimlemek için mutlaka izlenmesi gereken filmlerden biri. Sorrentino, izleyicisini hem varoluşsal hem de estetik bir yolculuğa çıkararak, modern sinemanın en etkileyici anlatıcılarından biri olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
La Grazia; 9 Ekim Perşembe 21:30 Paribu Art’da,10 Ekim Cuma 13:00 Cinewam City’s Nişantaşı’nda, 11 Ekim Cumartesi 16:00 Atlas 1948’de, 12 Ekim Pazar 11:00 Kült Kavaklıdere’de, 12 Ekim Pazar 16:00 Kadıköy Sineması’nda, 17 Ekim Cuma 21:00 Sinema Anadolu’da, 26 Ekim Pazar 11:00 Paribu Cineverse Konak Pier’de gösterilecektir.
Mirrors No:3 (Yön. Christian Petzold, 2025)
Christian Petzold’un son filmi Mirrors No. 3 (2025), dünya prömiyerini 2025 Cannes Film Festivali’nin Directors’ Fortnight bölümünde yaptı ve yönetmenin filmografisini yakından takip edenler için şimdiden merak uyandıran bir yapım oldu. Türkiye’de ilk gösterimini 32. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleştiren film, Petzold’un uzun süredir işlediği temaların farklı bir varyasyonu olarak değerlendiriliyor. Hikâyenin merkezinde, bir trafik kazasından sonra kırsal bir evde misafir edilen genç bir kadın var. Paula Beer’in canlandırdığı bu karakter, Petzold’un sinemasının son yıllardaki vazgeçilmez yüzü. Basına yansıyan ilk yorumlarda, filmin 86 dakikalık süresi içinde küçük bir kadro üzerinden aidiyet, yabancılık ve kimlik meselelerini işlediği belirtiliyor.
Petzold’un önceki filmleri düşünüldüğünde Mirrors No. 3 (2025)’nin nasıl bir çizgiye oturacağına dair ipuçları çıkarmak mümkün. Transit (2018), Undine (2020) ve Afire (2023), hem Paula Beer ile kurulan yaratıcı ortaklığın hem de yönetmenin günümüz sinemasındaki ayrıksı yerinin en önemli göstergeleriydi. Bu filmlerde Petzold, kimlik değişimleri, hayaletimsi varlıklar, doğa unsurlarının sembolik gücü ve aşkın kırılganlığı gibi temaları işledi. Üstelik elementler yalnızca dekoratif birer motif değil, karakterlerin duygusal dünyalarının ve varoluş mücadelelerinin yansımaları olarak kurgulandı: Undine’de aşk ve mit suyun akışkanlığıyla birleşip kaybolma ve yeniden doğma temalarını dalgalarla bütünleştirirken, Afire’da kıskançlık ve gençlik kaygısı ateşin hem yıkıcı hem de arındırıcı gücüyle anlatıya taşındı. Mirrors No. 3’de ise kırsal mekânların öne çıkması ve “ayna” başlığının seçilmesi, elementler üzerinden okunabilecek, dizinin üçüncü halkasını işaret ediyor olabilir. Bu kez toprağın devreye girmesiyle kök salma, aidiyet ve yaşamla ölüm arasındaki sınırların sorgulandığı; aynanın ise bu elementler arasında bir kırılma noktası işlevi üstlenerek kimliklerin yansımaları ve kırılganlıklarını görünür kıldığı söylenebilir. Böylece Petzold, doğa unsurlarını yalnızca arka plan değil, anlatının en temel sembolik taşıyıcıları hâline getirerek sinemasını şiirsel bir bütünlük içinde geliştirmeyi sürdürüyor denebilir.
Filmin adındaki göndermeler yalnızca elementler üzerinden kurulmuş değildir. Mirrors No. 3, Maurice Ravel’in 1905 tarihli piyano süiti Miroirs’e açık bir referans. Özellikle üçüncü parça “Une barque sur l’océan” (Okyanusta bir tekne), insanın doğa karşısındaki kırılganlığını, küçük bir teknenin dalgalar arasında sürüklenmesini betimleyen bir müzik olarak bilinir. Petzold’un yeni filminin başlığını buradan alması, onun da karakterini büyük bir kuvvetin içinde savrulan, konumunu bulmaya çalışan biri olarak düşündüğünü akla getiriyor. Ravel’in müziğinde çağrışımların açıklıktan çok belirsizliğe yaslanması, Petzold’un sinema anlayışıyla da örtüşüyor. Yönetmenin filmleri doğrudan cevaplar vermektense, ima ve boşluklarla örülü bir deneyim sunar. Bu nedenle müzikle sinema arasında kurulan bu bağ, filmin atmosferi için şimdiden önemli bir ipucu.
Eleştirmenlerin aktardığına göre, Mirrors No. 3’te yine Petzold sinemasını takip edenlerin yakından bildiği minimalist üslup hâkim. Petzold büyük dramatik jestlerden uzak duruyor; kamera sessizliklere, gündelik hareketlere ve küçük ritüellere odaklanıyor. Her ne kadar filmi henüz izlememiş olsak da duyulan bilgiler ve yönetmenin önceki işleri üzerinden kurulan beklenti, Mirrors No. 3’ün Petzold filmografisinde özel bir yerde duracağını düşündürüyor. Su ve ateşten sonra toprağa ve aynalara uzanan bu yeni durak, yönetmenin sinemasının temel sorularını yeniden gündeme getiriyor: Eksilen birini yerine koymak mümkün mü? Bir yabancı, bir başkasının yansımasına dönüşebilir mi?
Mirrors No.3, Petzold’un sadeliğe dayalı sinemasının devamı olmanın ötesinde, Ravel’in müziğiyle kurduğu beklenmedik bağ sayesinde farklı bir katman daha ekliyor. Film izlenmeden dahi, başlığı, temaları ve Petzold’un sinema anlayışı üzerine düşündürmeye başlıyor. Bu da onun, çağdaş Avrupa sinemasında neden özel bir yere sahip olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Mirrors No.3; 3 Ekim Cuma 16:00 Kadıköy Sineması’nda, 5 Ekim Pazar 19:00 Paribu Art’da, 7 Ekim Salı 13:00 Atlas 1948’de, 9 Ekim Perşembe 13:30 Kült Kavaklıdere’de, 12 Ekim Pazar 19:00 Cinewam City’s Nişantaşı’nda, 23 Ekim Perşembe 13:30 Paribu Cineverse Konak Pier’de gösterilecek.
Bugonia (Yön. Yorgos Lanthimos, 2025)
Yorgos Lanthimos’un sineması düşünüldüğünde, ilk akla gelen unsur, sıradan görünenin altındaki tuhaflığı açığa çıkarma biçimidir. Dogtooth’ta (2009) aileyi, The Lobster’da (2015) aşkı, Poor Things’te (2023) arzuları alışılmadık bakış açılarıyla yeniden kuran Lanthimos, Bugonia (2025) ile bu hattı ekolojik kriz ve komplo kültürü üzerinden sürdürmektedir. Dünya prömiyerini 82. Venedik Uluslararası Film Festivali kapsamında gerçekleştiren film, festivalin ana yarışma bölümünde Altın Aslan için aday gösterilmiş ve bu seçkide yer almasıyla büyük ilgi toplamıştır. Hikâyenin Güney Kore yapımı Save the Green Planet!’ten(2003) uyarlanmış olması da, Lanthimos’un zaten var olan bir öyküyü kendi evrenine nasıl taşıyacağı sorusunu heyecan verici kılmaktadır.
Filmin atmosferi, ilk bakışta karanlık ile ironik arasında salınan bir ton yaratmaktadır. Öte yandan 35 mm formatının seçilmesi ve Robbie Ryan’ın görüntü yönetmenliği, görsel anlamda iddialı bir deneyime işaret etse de bu tercihin anlatıyı derinleştirmek yerine biçimsel bir gösteriye dönüşüp dönüşmeyeceğini izleyici belirleyecektir. Emma Stone ve Jesse Plemons’un varlığı ise bu anlatıya güçlü oyunculuk katmanları ekleyecek gibi görünmektedir. Ancak Lanthimos’un Stone’la daha önce yakaladığı uyumun bu filmde gerçekten yeni bir boyut kazanıp kazanamayacağı şimdilik bir soru işaretidir.
Filmde, arıcılıkla uğraşan Teddy ve bir diğer komplo teorisyeni, güçlü bir biyoteknoloji şirketinin CEO’su Michelle Fuller’ı kaçırır. Onlara göre Michelle, aslında Dünya’yı yok etmeye hazırlanan bir uzaylıdır. Bu sadece bir gerilim hikâyesi değil, aynı zamanda çağımızın paranoyalarıyla ekolojik kaygılarının birleştiği bir metafor gibi görünmektedir. Teddy’nin geçmişindeki kişisel travmalarla küresel krizlerin birbirine eklenmesi, karakterin “paranoyak mı haklı mı?” çizgisinde tutulacağına işaret eder. Bu da Lanthimos’un sevdiği o rahatsız edici gri alanları yeniden gündeme getirir.
Lanthimos’un sinemasında sıkça karşımıza çıkan, gündelik olanın yüzeyinde saklı tuhaflık burada da belirginleşir. Teddy’nin takıntılı yapısı ve toplum dışına itilmişliği, onu kolayca “anormal” olarak damgalayabilecek niteliklerdir; ancak Lanthimos’un bu algıyı tersyüz ederek karakteri tek boyutlu bir etiketin ötesine taşıması gayet mümkün. Bazı eleştirmenlere göre, Bugonia’daki figürler abartılı bir kurmacadan çok, günümüz gerçekliğinin içinden çıkmış hissi verir; bu da filmin absürd yaklaşımının, soyut bir alegoriden ziyade çağdaş dünyaya yönelen eleştirel bir gözleme dönüştüğünü düşündürür.
Antik Yunan’da var olan “bugonia” inanışına göre, ölü hayvanların içinden yeni arılar doğabileceğine inanılır. Yani çürüme ve ölümden bambaşka bir yaşam formunun çıkabileceği düşüncesi, hem doğanın döngüsüne hem de mitolojik bir yeniden doğuş fikrine bağlanır. Bugonia, adını aldığı bu mit üzerinden hem bireysel hem de toplumsal ölçekte dönüşüm, çürüme ve yeniden var olma temalarını çağrıştırarak, izleyiciyi “yıkımın ardından hangi yaşam filizlenebilir?” sorusuyla baş başa bırakacak gibi görünmektedir.
Bugonia, Lanthimos’un filmografisinde absürdün siyasal olanla çarpıştığı, kara mizahın ekolojik ve toplumsal alegoriye dönüştüğü kendine ayrı bir yer edinecek bir durak olmaya aday görünüyor. Lanthimos, absürdün keskin diliyle bizi hem güldürmeye hem de rahatsız etmeye hazırlanırken, kimin “insan”, kimin “yabancı” olduğuna dair kuşku, salondan çıkarken bile zihnimizi meşgul edecek gibi görünüyor.
Rebuilding (Yön. Max Walker-Silverman, 2025)
Her yıkım, aynı zamanda bir yapımın ilk adımını müjdeler, ardı ister gururlu bir abideye dönüşsün ister harabenin hüznünü sürdürsün. İnsana düşen, bunu bilerek ömür boyu mecbur kalacağı nice yıkımı bir dönüşümün ve başlangıcın fırsatı olarak değerlendirebilmektir. Bir başka ifadeyle hatta, yıkımların kıymetini bilmektir. Max Walker-Silverman’ın senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği 2025 yapımlı Rebuilding de bu minvalde adının hakkını veren bir “yeniden başlangıç” hikâyesi olarak Filmekimi listesinde yerini almıştır. Josh O’Connor ve Meghann Fahy’in başrolü paylaştığı film, prömiyerini 2025 Sundance Film Festivali’nde yapmıştır.
Festivale verdiği demeçte Walker-Silverman, filmin çıkış noktasının kendi ailesiyle yaşadığı bir yangın deneyimi olduğunu belirtmiştir. Henüz çocukken büyükannesinin evinin yangında harap oluşuna tanıklık etmiş; sonraları, onu derinden etkileyen bu olayın sanatsal yansımasını ortaya koymak istemiştir. Nitekim Rebuilding de trajik bir yangın felaketinin etrafında şekillenir. Büyük bir orman yangını sonrası Colorado’daki çiftliği küle dönen Dusty, birçok kişiyle beraber evsiz insanlara barınak sağlayan FEMA kampına müracaat eder. Geçici bir süre için burada kurduğu yaşam, kendi topraklarını artık işleyemediği için onu yol şantiyelerinde trafik yönlendirme gibi çeşitli işlere mecbur bırakır. Ancak yaşadığı her deneyim, Dusty ve beraberinde kızı Callie Rose için ummadıkları kadar sıcak, insanlık dolu bir hayat hikâyesi örmeye başlar. Dolayısıyla filmin bir yıkım felaketinden ziyade yangın sonrasına, insanların yaşamlarını yeniden kurma çabalarına, bir topluluğun inşasına odaklandığını söyleyebiliriz.
Uluslararası platformlarda olumlu eleştirilerle karşılanan film kapsamında özellikle O’Connor’ın sessiz ama güçlü duruşuyla karakterin iç dünyasını tam anlamıyla yansıtması, filmi başarılı kılan ana unsurlardan biri olmuştur. Diğer yorumlar ise yönetmenin, duygu yüklü dramatik sahnelere başvurmadan izleyiciyi etkileme başarısını vurgulamıştır. Hikâye her ne kadar durağanlık ve beklenen temponun yakalanamaması bakımından eleştirilse de yıkımların ardından yeniden ayağa kalkmanın da anlık bir olay değil, sürece yayılmış bir olgu olduğunu unutmamak gerekir.
Filmin en güçlü yönü olarak belirtilen, karakterlerin derinlikli içsel yolculuğu düşünüldüğünde Rebuilding’i, toplumsal bir iyileşmenin her aşamasını farklı yansımalarıyla ve başka açılardan veren bir panorama niteliğinde izlemek yerinde olacaktır. Sürükleyici ve tempolu bir macera öyküsü bekleyenleri tatmin etmeyecek olsa da objektifin hareketten çok, süreçlerin adımlarına odaklandığı göz önünde bulundurulmalıdır. Bu şekilde ekrana gelen her yeni olumsuzluk, Dusty ve kızının karşılaştığı her yeni insan, hepimizin birer ders çıkarabileceği, tabir yerindeyse “bizden bir parça” olarak görülebilir. Bu parçalarla en sağlam duvarların, bireylere ait yegâne hikâyelerden oluşan tuğlalarla inşa edildiğini ve kendi yıkımlarımızdan nasıl ayağa kalktığımızı bir kez daha hatırlayalım.
Sırat (Yön. Oliver Laxe, 2025)
“Sırat, sizi ölmeden ölüme sürükleyen içsel yol.”
Oliver Laxe, 2020’de gösterilen Fire Will Come filminden yana yönettiği ilk film olan Sırat (2025) filmini bu şekilde tanımlar: sırat, ölümle yaşam arasında bir dönem. Bilinmeyen bir yolculuğun geçidi olan sırat, insanlığın kaderinin belirlendiği yol görevi de görür. Tıpkı yaşamdaki belirsiz yol seçimleri gibi belirsizlik insanoğlunu ölümden sonra da rahat bırakmaz. Nihayetinde ise bu yol ya bir ödül olarak cennetle ya da bir ceza olarak cehennemle son bulur. Laxe, yaşam ve ölümün ardından tasvir edilen ebediyet arasında bu benzerliği görmüş olacak ki bunu beyaz perdeye dökmeye karar verir.
Oliver Laxe, Galiçya kökenli Fransız asıllı İspanyol film yönetmeni, senarist ve oyuncudur. İlk uzun metrajlı filmi, You All Are Captains ile 2010 da Cannes Film Festivali’nde Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterildi ve kendisine FIPRESCI Ödülü’nü kazandırdı. Cannes yolculuğu başlayan Laxe’ın ikinci uzun metrajlı filmi Mimosas, Atlas Dağları’nda çekildi ve kendisinde 2016 Cannes Film Festivali’nde Nespresso Büyük Ödülü’nü kazandırdı. Dördüncü ve son uzun metrajlı filmi Sırat’la 2025 Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü ile dönen Laxe, filminin Türkiye gösterimini Filmekimi kapsamında 3-12 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da yapacak.
Sırat, bir babanın oğluyla beraber, Fas’ın güneyindeki dağların derinliklerinde, sırra kadem basan kızı Mar’ın izini sürmesini anlatıyor. Aile hikâyesini rave müziğin ritmiyle kurgulayan Laxe, Filmekimi’nin en çok konuşulacak filmlerinden biri olmaya şimdiden aday. Laxe’ın sineması, seyircisini her defasında bilinmezliğin ve derin bir içsel sorgulamanın eşiğine davet ediyor. Sırat da bu çizginin en karanlık ve en parlak noktalarını aynı anda sunan bir yapım olarak öne çıkıyor. Hem görsel şiirselliği hem de ritmik anlatımıyla, sadece bir kayboluş hikâyesi değil; aynı zamanda insanın kendi varoluşuyla hesaplaşma biçimi. Bu yıl Filmekimi seçkisinde yer alacak yapım, daha önce beyazperdeye aktarılmış aile hikâyelerinden bir hayli ayrıştırılabilir noktaya sahip. Filmekimi’nde bu yolculuğa tanık olmak, izleyici için sadece bir film deneyimi değil, kendi iç dünyasına atacağı bir adım anlamına da gelebilir.
Sırat, 3 Ekim Cuma 21.30’da Atlas 1948’de, 4 Ekim Cumartesi 19.00’da Paribu Art’da, 6 Ekim Pazartesi 16.00’da Cinewam City’s Nişantaşı’nda, 10 Ekim Cuma 13.00’da Kadıköy Sineması’nda, 11 Ekim Cumartesi 10.30’da Atlas 1948’de, 11 Ekim Cumartesi 13.30’da Kült Kavaklıdere- Ankara’da, 18 Ekim Cumartesi 15.00’da Sinema Anadolu’da 25 Ekim Cumartesi 13.30’da Paribu Cineverse Konak Pier- İzmir’de gösterilecek.
Sentimental Value (Yön. Joachim Trier, 2025)
Son yıllarda kişisel hikâyeleri evrensel bir duyarlılıkla perdeye taşıyan Norveçli yönetmen Joachim Trier, 2025 yapımı Sentimental Value ile sinema dünyasında yeniden dikkatleri üzerine çekiyor. Cannes Film Festivali’nden övgülerle dönen ve seyircinin kalbine dokunan film, aile bağlarının kırılganlığını, geçmişle hesaplaşmanın ağırlığını ve affetmenin inceliğini merkezine alıyor. Trier’in sakin ama sarsıcı sinema dili, izleyiciyi küçük anların içindeki derin duygularla yüzleştirirken yapım şimdiden yılın en çok konuşulan filmlerinden biri olmayı başarıyor.
Annesinin ölümünün ardından yolları ayrılan iki kız kardeş, Nora ve Agnes, yıllar sonra babaları Gustav ile yeniden bir araya gelir. Bir zamanların tanınmış yönetmeni olan Gustav, yeni filmi için annesinin yaşamından esinlenen bir senaryo kaleme almıştır. Başrolü kızına, Nora’ya teklif eder; ancak geçmişin gölgesinde biriken kırgınlıklar, bu daveti kabul edilemez kılar. Nora’nın reddi üzerine Gustav, rolü Amerikalı yıldız Rachel Kemp’e verir. Joachim Trier’in incelikli anlatımıyla hayat bulan Sentimental Value, kuşaktan kuşağa aktarılan yükleri derin bir duyarlılıkla işler. Film, geçmişin ağırlığını mercek altına alırken sevgi ve umutla örülü yeni bir başlangıcın mümkün olup olmadığını sorgular.
Sentimental Value‘nun merkezinde isminden de sezilebileceği üzere “mânevî değer” teması yer alır. Karakterlerin yaşadığı çatışmalar ve yeniden yakınlaşma çabaları, filmin içinden süzülerek izleyicinin kalbine dokunur. Trier, büyük laflara başvurmak yerine şefkatin diline yaslanır; bu sayede küçük anların sessiz gücünden tanıdık duygusal yankıları işaret eder.
Filmin oyunculukları övgüyü fazlasıyla hak ediyor; özellikle Renate Reinsve’in incelikle işlenmiş, derinlikli performansı adeta filmi taşıyor. Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülmesi hiç de rastlantı değil. Sentimental Value , eleştirmenlerin belleğinde silinmez bir iz bırakırken, izleyicilerin kalplerine de unutulmaz bir duyguyla kazınıyor. Norveç’in Oscar adaylığı için bu yapımı seçmesi, onun sinema tarihindeki yerini şimdiden güvence altına alıyor.
Trier ve Renate Reinsve’in The Worst Person in the World (2021) ile yakaladıkları büyük başarının ardından yeniden bir araya gelmesi, izleyicilerde güçlü bir merak ve beklenti yaratıyor. Bu yaratıcı buluşmanın son ürünü olan Sentimental Value Filmekimi’nin en çok konuşulacak yapıtlarından biri olarak öne çıkıyor. Ancak filmin ağır temposu ve yüksek duygusal yoğunluğu, sabırsız izleyiciler için zaman zaman yorucu olabilir; buna karşın sabırla izleyenleri derinlikli ve unutulmaz bir sinema deneyimi bekliyor.
Sentimental Value; 3 Ekim Cuma günü saat 19:00’da Atlas 1948’de, 5 Ekim Pazar saat 21:30’da Paribu Art’ta, 9 Ekim Perşembe saat 13:00’te Kadıköy Sineması’nda, 10 Ekim Cuma saat 19:00’da Cinewam City’s Nişantaşı’nda, 11 Ekim Cumartesi saat 18:30’da Kült Kavaklıdere’de, 18 Ekim Cumartesi saat 18:00’de Sinema Anadolu’da ve 25 Ekim Cumartesi saat 18:30’da Paribu Cineverse Konak Pier’de gösterilecektir.
Sorry, Baby (Yön. Eva Victor, 2025)
Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yaptıktan sonra Cannes Film Festivali’nde gösterilen Sorry, Baby (2025), bu seneki Filmekimi’nde izleyiciyle buluşan filmler arasında yerini alıyor. Yönetmeni Eva Victor’un aynı zamanda başrolünü üstlendiği yapım, özellikle travmayı ele alış biçimiyle son derece kişisel ve incelikli bir ilk film olarak karşımıza çıkıyor.
Agnes, Amerika Birleşik Devletleri’nde sakin bir kırsal bölgede yaşayan ve mezun olduğu okulda çalışan bir edebiyat öğretmenidir. Üniversite döneminde yaşadığı travmatik olay ve sonrasında hayatı tümüyle etkilenmiştir. O dönemde ve sonrasında yakın arkadaşlık kurduğu Lydie’nin Agnes’i ziyarete gelmesiyle birlikte ilerleyen filmde hem geçmiş hem de geleceğe dair yaşantılar doğrusal olmayan bir anlatıyla işlenir. Geçmişte izleri şimdiyi ve geleceği şekillendiren “kötü bir şey” yaşayan Agnes, bir kadının yaşadığı travmayı yeniden nasıl yazdığının hikâyesini gözler önüne serer. Bunu yaparken travma ile yüzleşmeyi tekdüze bir trajediye dönüştürmeyen film ana karakterin başına gelen olayın kendisini tanımlamasına izin vermeyişiyle olduğu kadar derinden etkilenen hayatını nasıl sürdürdüğüyle de ilgilenir.
Travmatik olayın etrafındaki rahatsız edici sessizlik Agnes’in tüm yaşamı boyunca deneyimlediği kaygı anları ve tuhaf sosyal etkileşimleri ile görünür hâle gelir. Filmin doğrusal olmayan zamansal yapısı belleğin ve iyileşmenin de parçalanmış doğasını yansıtır. Filmde işlenen güçlü kadın dostluğu teması ve en kırılgan anlarda beliren mizahi ögeler, travmanın işlenmesinde faydalı ve kullanışlı aracılar olarak öne çıkar.
Travmanın örseleyici yönü hikâyenin temel çıkış noktası olsa da Sorry, Baby kendine özgü anlatımıyla iyileşmenin karmaşık ve inişli çıkışlı gidişatını ustalıkla ele alırken travma sonrası büyümeye dair umut dolu bir söylem yaratır.
Sorry, Baby; 3 Ekim Cumartesi 16:00’da CineWAM Premium – City’s Nişantaşı’nda, 8 Ekim Çarşamba 16:00’da Paribu Art’da, 9 Ekim Perşembe 19:00’da Kadıköy Sineması’nda, 11 Ekim Cumartesi 11:00’da Ankara Kült Kavaklıdere’de, 19:00’da İstanbul Atlas 1948’de ve 25 Ekim Cumartesi 11:00’da Paribu Cineverse İzmir Konak Pier’de gösterilecektir.
Die My Love (Yön. Lynne Ramsay, 2025)
Lynne Ramsay’in 2025 yapımı Die My Love filmi, Arjantinli yazar Ariana Harwicz’in aynı adlı romanından uyarlanan karanlık bir psikolojik dram olarak öne çıkıyor. Ramsay, senaryoyu Enda Walsh ve Alice Birch ile birlikte kaleme alarak eserin yoğun atmosferini sinemaya taşımış. Film, ilk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yaptı ve yarışma bölümünde yer aldı. Oyuncu kadrosu, Jennifer Lawrence, Robert Pattinson, LaKeith Stanfield, Sissy Spacek ve Nick Nolte gibi dikkat çekici isimlerden oluşuyor. Özellikle Lawrence ve Pattinson’ın performansları festivalde dakikalarca ayakta alkışlandı.
Hikâye, Montana’nın kırsalında geçiyor. New York’tan taşınan Grace (Jennifer Lawrence), eşinin miras kalan evine yerleşir. Annelik deneyiminin ardından içine düştüğü depresyon, yalnızlık ve zihinsel çöküş, karakteri adım adım bir varoluş krizine sürükler. Grace’in gerçeklik algısı bulanıklaşırken, evlilik, annelik ve aidiyet gibi kavramlar giderek çatışmalı bir zemine oturur. Ramsay, bu çözülmeyi sembolik görsellik, rahatsız edici atmosfer ve kara mizahi öğelerle işler; izleyiciye hem tedirgin edici hem de büyüleyici bir deneyim sunar.
Eleştirmenler, Lawrence’ın performansını “yoğun, bedensel ve ferahlatıcı derecede gerçekçi” olarak tanımlarken, Guardian filmi “bir kadının yıkım sürecine dair şiddetli ve duyusal bir portre” olarak niteledi. Variety ise anlatının bazı bölümlerini fazla tekrarlı ve dağınık buldu. Rotten Tomatoes’ta genel eğilim, Ramsay’in cesur ve canlı yönetim tarzını takdir etme yönünde oldu. Film, Cannes’daki gösteriminde büyük övgü toplarken, bazı eleştirmenler nüans eksikliğini ve yoğunluğun zaman zaman yoruculuğunu da dile getirdi. Bu karşıt görüşler, filmin kolay tüketilen bir yapım olmadığını, izleyiciden dikkat ve sabır beklediğini gösteriyor.
Die My Love, izleyiciyi rahatsız ederek düşündürmeyi amaçlayan, parçalı anlatısı ve sembollerle örülü diliyle Ramsay’in filmografisinde güçlü bir yere oturuyor. Onu izlemek, yalnızca Grace’in zihinsel çöküşüne tanık olmak değil, aynı zamanda annelik, kadınlık ve aidiyet üzerine çarpıcı sorularla yüzleşmek anlamına geliyor. Ramsay’in önceki filmleri We Need to Talk About Kevin veya You Were Never Really Here’i bilenler için bu film, benzer bir yoğunluğun farklı bir varyasyonu olarak okunabilir. Bu nedenle Die My Love, yalnızca güçlü bir oyunculuk performansını değil, aynı zamanda izleyicide iz bırakan bir sinemasal deneyimi vaat ediyor.
Die My Love, 3 Ekim Cuma 19:00’da Paribu Art’ta, 7 Ekim Salı 16:00’da Kadıköy Sineması’nda, 9 Ekim Perşembe 21:30’da Atlas 1948’de, 10 Ekim Cuma 13:30’da Kült Kavaklıdere’de, 11 ekim Cumartesi 13:00’de CinewarmCity’s Nişantaşı’nda, 12 Ekim Pazar 10:30’da Atlas 1948’de ve 24 Ekim Cuma 13:30’da ParibuCineverse Konak Pier’de gösterilecek.