Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu (1975) adlı eseri, modern ceza sisteminin tarihsel dönüşümünü analiz ederken iktidarın nasıl işlediğini, disiplin ve gözetim üzerinden nasıl örgütlendiğini ortaya koyar. 18. yüzyıla kadar cezalandırma, suçlunun bedenine yönelik acı verici, gösterişli uygulamalar iken (örneğin işkence, halka açık idam) zamanla bu cezalandırma biçimleri yerini hapsetmeye ve disipline etmeye dayalı modern ceza sistemlerine bırakır. Hapishane, iktidar ilişkilerinin yeniden üretildiği bir alandır. Suçlu bireyleri tanımlar, toplumu düzenler, sınıfları pekiştirir. Foucault’ya göre ceza sistemi, suçu yalnızca bastırmaz; aynı zamanda suçluyu tanımlar ve yeniden üretir. Modern hapishane sistemi, suçu bir sapma olarak kodlayarak normatif toplumu kurar. Devlet, kimin “normal” kimin “suçlu” olduğuna karar vererek kendi düzenini meşrulaştırır. Foucault, Jeremy Bentham’ın tasarladığı Panoptikon adlı hapishane modelini de modern iktidarın bir metaforu olarak kullanır: Mahkûmlar her an izlenebileceklerini bildikleri için buna uygun davranırlar. Gözetim, fiziksel şiddet olmadan da bireyi baskı altına alabilir.
Hapishanenin bilinen ya da öyle olduğuna inanılan işlevlerinin ötesinde neye hizmet ettiğini sorguladığımız bugünlerde, Foucault’nun düşünceleri ve Francisco Pérez Gandul’un aynı adlı romanından uyarlanan Daniel Monzón yönetmenliğindeki Cell 211 (2009) filmi, zihnimizdeki sorulara sert ve umulmadık ipuçları sunabilir.
Juan Oliver, işe başlamadan bir gün önce yeni görev yapacağı hapishaneyi ziyaret eder. Ancak cezaevinde aniden çıkan büyük bir isyan, onun planlarını altüst eder. İçeride mahsur kalan Juan, gardiyan olduğunu gizlemek zorunda kalır ve hayatta kalmak için mahkûm gibi davranmaya başlar. İsyanın lideri, karizmatik ve zeki Malamadre, kısa sürede Juan’a güvenmeye başlar. Ancak içerideki gerginlik, sadece mahkûmlarla gardiyanlar arasında değildir. Tutuklu ETA (Baskça’da “Bask Ülkesi ve Özgürlük” anlamına gelen Euskadi Ta Askatasuna) militanları, cezaevi yönetimi ve dışarıdaki medya baskısı ortamı iyice karmaşıklaştırır. Juan, rol yaptığı bu yeni dünyada yalnızca fiziksel değil, psikolojik ve ahlaki sınavlardan da geçmek zorunda kalır. Zamanla kendini ait olmadığı bir sistemin içinde, rol ile gerçeklik arasındaki çizgiyi yitirirken bulur.
Cell 211, hapishane sınırları içinde gelişen dramatik olaylar aracılığıyla modern devletin adalet sistemini, disiplin mekanizmalarını ve bireyin iktidar karşısındaki savunmasızlığını gözler önüne serer. Foucault’nun ana kavramları etrafında analiz edilerek suçun bireysel bir eylemden çok, devletin ve toplumsal düzenin ürettiği bir mekanizma olduğu film aracılığıyla açıkça görülebilir.
Modern iktidar, çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kayıt altına almış, istatistiksel veriye dönüştürmüş, böylece egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hâle gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük gözaltıdır ve bunun en belirgin olduğu kurumsal yapı hapishanelerdir.
Foucault’ya göre hapishane, suçluyu toplumsal normlardan sapmış birey olarak tanımlar ve onu damgalar. Bu tecrit, sadece fiziksel değil, aynı zamanda sosyal bir tecrit anlamı taşır. Cell 211‘de mahkûmlar, toplumdan dışlanmış bireylerdir. Ancak Juan’ın suçlu olmamasına rağmen hapishanede “mahkûm” kimliğine bürünmesi, suçluluk statüsünün ne kadar değişken olabileceğini de gözler önüne serer. Sistemin işlemesi için bireyin gözden çıkarılmasında bir mahsur olmadığı da filmin ilerleyen hikâyesinde kolayca görülebilir. Modern toplumda hapishaneler, sadece ceza verme alanları değil, aynı zamanda bedenin disipline edildiği mekânlardır. Juan’ın hapishanede geçirdiği dönüşüm, onun bedensel olarak izlenmesi, hiyerarşik otoriteye tâbi tutulması ve sonunda bu sistemin kurbanı olması, iktidarın mahkûm bedeni üzerindeki tahakkümünü gösterir. Foucault, cezalandırmanın amacını suçu ortadan kaldırmak değil, itaatkâr bireyler yaratmak olarak tanımlar. Filmde hapishane, suçu düzenleyen ve kontrol eden bir aygıt olarak ortaya çıkar. Juan’ın trajik sonu, bu aygıt için bireylerin ne kadar kolay harcanabileceğini ve cezanın nasıl bir güç gösterisine dönüştüğünü ortaya koyar.
Foucault suçun bireysel ahlaki bir sorun olmadığını, aksine iktidar ilişkileriyle şekillenen toplumsal bir ürün olduğunu söyler. Filmdeki isyan ve şiddet, bireylerin içgüdülerinden ziyade, cezaevi sisteminin adaletsizliği, keyfiyeti ve devletin ikiyüzlü tavrı nedeniyle ortaya çıkar. Hapishanede güvenliği sağlamak adına görünür olanın ardında, iktidarın tahakkümünü sürdürmeye çalıştığı bir muğlak alan vardır. Bu muğlaklık devletin süreçte işine geleni yapmasına olanak veren bir esneklik tanır. Olaylar olabildiğince gözlerden uzakta çözülmeye çalışılır. Hapishane dışında devlet, bireysel hakları koruduğu iddiasındadır. Oysa Cell 211 gösterir ki devlet, bu söylemin altını boşaltarak, hapishanede işkenceyi ve yargısız infazı meşrulaştırabilir. Juan’ın sistem tarafından önce kurbana, sonra gözden çıkarılan bir “nesneye” dönüşmesi, devletin insan hakları söyleminin ne kadar şaibeli olduğunu gözler önüne serer. Bunun yanı sıra hapishanede tutulan mahkûmlar öylesine toplum dışı ve tehlikeli olarak tanımlanır ki, onlara yapılan tüm muameleler adeta sessiz bir antlaşma yapılmış gibi herkes tarafından normalleştirilir. Bu durumun bir sonucu olarak; mahkûmları insanlık dışı ilan ederseniz insan haklarından da söz etmezsiniz. Aslında isyanı tetikleyen de tam olarak budur.
İtaati Sağlama Aracı Olarak Ceza
Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu (1975) adlı eserinde geliştirdiği kuram, modern ceza sisteminin artık cezalandırma değil, disiplin altına alma, gözetim, bedeni ve zihni kontrol yoluyla işlediğini ileri sürer. Suç, iktidarın birey üzerindeki kontrolünü güçlendirmek için kullanılır. Hapishaneler sadece suçluları tutmaz, onları “normalleştirmek” için dönüştürür.
Film neredeyse tamamıyla bir hapishane içinde geçtiğinden Foucault’nun hapishane-toplum benzerliği burada birebir kurulur. Ceza infaz kurumu hem mahkûmları hem çalışanları dönüştüren bir sistemdir. Juan, ilk başta bir devlet görevlisidir ama olaylar onu sistemin dışına iter ve hızla içselleştirdiği bir “mahkûm” kimliğine bürünür. Bu, Foucault’nun “disiplinin içselleştirilmesi” fikrinin tam karşılığıdır. Sistemin mahkûmlara yaklaşımını birebir deneyimleyen Juan’ın bu içselleştirme ve mahkûm kimliğine geçişle beraber bakış açısı ve dolayısıyla duygusu da değişir. Baştan beri Juan’ı takip eden ve henüz hapishane deneyimi yaşamamış seyirci için de bu deneyim bir aydınlanma yaratır. Mahkûmlar üzerinde uygulanan kontrol mekanizmaları, şiddetli ama sistematik bir gözetimi ifade eder. Buradaki şiddet “ahlaki temizlik” bahanesiyle meşrulaştırılmaya çalışılır. Mahkûmlar kameralarla izlenir; ama aynı zamanda kendi kendilerini de denetlemeye başlarlar. Gözetim sadece fiziksel değil, psikolojik ve davranışsal düzeydedir. Juan, artık bir “gardiyan” değil, sistemin şekillendirdiği bir beden ve zihindir. Hapis, sadece duvarlar değildir, bir davranış rejimidir. Film bunu dramatik bir biçimde gösterir. Bu yeniden şekillendirme bizzat hapiste olmak ile kolayca gerçekleşir. İsyansa aslında bir biçimde bu şekillendirmeye bir itirazdır, Juan mahkûm rolünde kaldıkça bunu deneyimler ve itirazın haklılığına ikna olmaya başlar. Bu dönüşüm onu Malamadre ve diğerlerinin yoldaşına dönüştürür.
Mahkûmlar ile gardiyanlar arasındaki çatışma, sadece bireysel düzeyde değil, sınıfsal bir mücadele olarak da kodlanır. Devlet, ceza sistemi ve kolluk güçleri ile isyanı bastırmak için her türlü manipülasyona başvurur. Mahkûmlar sadece bireysel suçlular değildirler, aynı zamanda ezilmiş bir toplumsal grubun temsilcileri hâline gelirler. Juan’ın gardiyan kimliğinden mahkûmluğa geçişi, bu sistemin herkes için geçerli olduğunu (ve güvencesizliği) açık eder. Bunun yanında sistem için kullanışlı aparatlara dönüşen mahkûmlar da her zaman olacaktır. Bu işbirlikçiler ait oldukları gruba hainlik ederek olayların akışını da değiştirebilirler. Bu durum sadece hapishaneler için değil gözetim toplumunun bütün alanları için geçerlidir.
Bu bağlamda film, hapishaneyi bir şiddet mekânı değil, toplumu yansıtan bir mikrosistem olarak ele alır. Mahkûmlar, gardiyanlar, arabulucular, hainler ve diğer tüm kimlikler aslında sistem tarafından tanımlanır. Öznel olan ya da özgür iradenin belirlediği pek bir şey yoktur. Juan’ın geçirdiği dönüşüm; bireyin sistem içinde kolayca nasıl yeniden biçimlendirilebileceğini, suça ve suça karşı şiddete nasıl bulaştırılabileceğini gösterir. Sistem seni dönüştürür ve yeniden inşa eder. Toplum sana hangi kimliği verirse sen o rolü oynamaya başlarsın. Güç, her zaman adaletin önündedir; sınıflar arasında uzlaşma yoktur.
Siyaset, Psikoloji ve Sosyoloji Ekseninde Hapishane
Cell 211, yalnızca bir bireyin trajedisi değil, aynı zamanda devletin şiddet tekeli, bireysel kimliğin zoraki dönüşümü ve dışlayıcı toplumsal yapıların eleştirisidir. Siyasi düzlemde devletin mahkûmlar üzerindeki denetimi, yargı ve güvenlik aygıtlarının keyfi işleyişiyle görünür hâle gelir. Psikolojik olarak Juan’ın kısa sürede geçirdiği dönüşüm, bireyin olağanüstü koşullarda kimlik ve etik sınırlarını nasıl kaybedebileceğini gösterir. Sosyolojik bakımdan ise film, hapishaneyi yalnızca suçluları değil, sistemin dışladığı tüm sınıfları kapsayan bir “mikro toplum” olarak resmeder. Bu yönüyle film, birey ile iktidar arasındaki çatışmayı hem yapısal hem deneyimsel düzeyde derinleştirir.
Filmde gördüğümüz ve olayların akışında önemli rol oynayan bir diğer grup ETA militanlarıdır. 1959’da kurulan ve 2018’de kendini fesheden, İspanya’da Bask bölgesinin bağımsızlığını savunan ayrılıkçı Marksist-Leninist bir örgüt olan ETA İspanya’da Bask bölgesinin bağımsızlığını savunan bir yapıdır. ETA’nın silahlı mücadelesi, Bask halkının özerklik talebiyle şekillenmiş, devlet tarafından ise terörizm olarak tanımlanmıştır. Film ETA üyelerinin hapishanedeki varlığıyla bu mikro toplumun bir diğer katmanını oluştururken tarihsel ve politik bir arka plan kurar. ETA mahkûmlarının isyancılar tarafından rehin alınması ve taleplerinin karşılanması için koz olarak kullanılması, devletin ne pahasına olursa olsun bu mahkûmları kurtarma çabası ve bunun için diğer mahkûmları gözden çıkarabilmesi, devletin ulusal güvenlik söylemi ile insani değerler arasında nasıl bir tercih yaptığını ortaya koyar. ETA bağlamı, filmin sadece bireysel adalet veya hapishane sistemine dair bir hikâye olmadığını; aynı zamanda ulus-devletin kendi içindeki “ötekilerle” ilişkisini de sorguladığını gösterir. Böylece film, ulusal kimlik, siyasi şiddet ve devletin meşruiyet arayışı gibi daha geniş politik tartışmalara da zemin hazırlar.
Cell 211, klasik anlamda bir hapishane filmi olmanın ötesinde, modern devletin gözden uzak bölgelerinde gerçekleşen tahakküm biçimlerini çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer. Foucault’nun disiplin toplumu, cezalandırma ve gözetim kuramı çerçevesinden baktığımızda film, suçun bireysel bir bozukluk olmadığını, aksine suçu üreten ve yeniden üreten şeyin bizzat iktidar olduğunu ortaya koyar.
Değinilmesi gereken bir diğer nokta ise yakın zamanda Netflix’te gösterime giren aynı isimli dizidir. Netflix’in Cell 211‘den esinlenerek sunduğu bu dizi uyarlaması, temel fikirleri geniş kitlelere ulaştırma potansiyeline sahip olsa da anlatısal bütünlük, karakter derinliği ve tematik yoğunluk açısından filmin gerisinde kalır. Dizi, dramatik olay örgüsünü sürükleyici kılma çabasıyla sıklıkla anlatı odağını kaybetmekte; disiplin, gözetim, devlet şiddeti gibi derinlemesine analiz gerektiren temaları yüzeysel biçimde işlemektedir. Bu da diziyi, sosyopolitik çözümlemeler için elverişli olmaktan ziyade, gerilim türüne indirgenmiş bir temsil olarak konumlandırmaktadır. Mafya ve onunla kirli ilişkiler kuran bürokratlar düzeyinde kalan politik boyut, bu anlamıyla sistemi eleştirmede yetersiz kalmaktadır. Bu yapısal dağınıklık, eserin politik potansiyelini zayıflatmakta ve onu teorik bağlamda yorumlamayı güçleştirmektedir. Filmin kalbi diyebileceğimiz isminden yola çıkarak söylersek; filmde 211 nolu hücre Juan’ın tesadüfen girdiği hücredir ve Juan üzerinden hepimizin düşebileceği hücre olarak hem seyircinin filmle ilişkisini belirler hem de tüm anlamı buradan üretir. Hücrenin bir önceki sakininin muhtemelen beynindeki bir ur nedeniyle korkunç baş ağrıları çekerek kendi hayatına son vermesi ve onun sesini kimsenin duymamış olması sistemin nasıl işlediğini ele veren en güzel ayrıntı iken, dizide bu hücreye konulan kişi yetenekleri nedeniyle ayrıcalıklı muamele gören bir hackerdir. Bu bile dizinin nasıl bir aksiyon anlatısından öteye geçemediğinin göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Kaynakça
- Foucault, M. 2019. Hapishanenin Doğuşu (M. A. Kılıçbay Çev.). Ankara: İmge Yayınevi.
- Celda 211 (2009). Yönetmen: Daniel Monzón. İspanya: Telecinco Cinema.