Orda bir sinema var uzakta, o sinema bizim sinemamızdır
Duymasak da tınmasak da…
Bu film, kim bilir hangi düş ülkelerinden
Yüreğinde hemşerilikler bulunduğuna
İnandığımız, sinemanın şövalye ruhlu çocuklarına yazılmış bir mektuptur…
AHMET ULUÇAY
“Sinema nedir?” sorusuna hemen hemen verilecek cevap bellidir: “Sinema, film üstüne saptanmış görüntülerin ya da çizilmiş desenlerin ışıkla bir perdeye art arda düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline dayanan sanat dalıdır.” Ancak 1954’de Tavşanlı köyünde Ahmet Uluçay adında bir yönetmen doğuyor, büyüyor ve sinemanın tanımını değiştiriyor. Okula gittiği bir gün, karşısında sinema cihazını görüyor. Kendisine Metin Erksan’ın Kuyu filmi izletiliyor ve hayretler içine düşüyor. “Resimler gımıldayıp duru” diyor ve o günden itibaren o da resimleri oynatmaya başlıyor. Çünkü onun için sinema, böyle bir tanımlamanın ötesinde bir tutku haline geliyor. Kendisi gibi sinema aşkıyla yanıp tutuşan arkadaşlarıyla birlikte bir yolculuğa çıkıyor ve öykü böylece başlamış oluyor. Bir elinde kalem edebiyata merak salarken, diğer eliyle resimleri oynatmaya başlıyor. O yazarken İsmail Mutlu ise işin tekniğiyle uğraşıyor. Kimsenin anlayamayacağı bir aşkla, tutkuyla ve yine kimsenin anlayamayacağı aksilik ve yokluklara rağmen, yaşama sinemayla tutunacakları bir serüven başlamış oluyor.
Yoksullukla tutunmaya çalıştığı sinema yıllarında kendisinden “köylü yönetmen” diye bahsedilmesi üzerine -ki Ahmet Uluçay en çok buna karşı çıkar- bir söz söyler kendisine böyle söyleyenlere inat sabırlılığını ve inatçılığını dile getirerek: “Ben köylü yönetmen değilim, köyde yaşayan yönetmenim.” İçten içe üzülüyor tabiî ki Uluçay, ancak asla pes etmiyor. Ardından “Tarkovsky’nin İtalyası, İsveç’i vardı dedim İdris’e, benim kimim var?” diyor. Bilmiyor ki ona inanan arkadaşları, eşi, dostuyla çıktığı bu manalı yolculuk Ardında Kalanlar’ı (2018) bırakıyor. Ahmet Uluçay’ı anlamak ve bilmek için bir yazı asla yetmez diyen Nuray Kayacan, Ardında Kalanlar ile Uluçay’ın hayatına dair bilinmeyenleri göstermek için sinema perdesini aralıyor.
Yalnızca Ahmet Uluçay’ın sinema aşkını ve bu yolda verdiği mücadeleleri anlatmıyor belgesel. Aynı zamanda Ahmet Uluçay’ın Ardında Bıraktığı kişilerin hayatlarını, Uluçay’ın dokunduğu hayatları ve ona dokunan hayatların kendisinin ardından nasıl anıldığını izliyoruz. Çocukluk yıllarında köylerine gelen seyyar bir sinemacı aracılığıyla sinemaya olan merakı daha da alevlenen Ahmet Uluçay’ı Ardında Kalanlar belgeseliyle objektif olarak daha da iyi tanıyoruz.
Adamın biri, derin bir kuyuya düşmek üzereyken, son anda kuyunun ağzındaki kuru dala tutunmayı başarmış. Ama ağırlığına dayanamayarak çatırdamaya başlayan dalın kırılması an meselesiymiş.
Korku içinde düşeceği kuyunun dibine doğru bakınca, aşağıda da koca bir canavarın onu ayaklarından yakalamak üzere olduğunu fark etmiş.
Durumun dehşetinden sıyrılıp kendini toparlamaya çalışan adam, boşlukta sallanırken kendisini taşıyan kuru dalın dibindeki bal peteğini görmüş.
Bir eliyle yakaladığı dalı sımsıkı tutup, diğer eliyle baldan bir parmak alarak ağzına atmış. Keyifle bal tutan parmağını yalarken de: “Oh!!!” demiş, “Hayat ne güzel!”
Feriduddin Attar’ın bu sözüyle başlıyor belgesel. Belki de o adam Ahmet Uluçay’dı. Yaşadığı zorlukların arasından her daim hayatın güzelliğini görür, onu sinemayla taçlandırır, karpuz kabuğundan gemiler yapardı.
“İstanbul’da yıllarca kapı kapı dolaştım.” diyerek sabırlılığını ve inatçılığını bu sözle dile getiren Uluçay’ın zaten filmografisine baktığımızda onlarca ödül almış toplam 11 kısa filmini görüyoruz. Ancak buna rağmen yapımcılar kendisine yanaşmaktan hep uzak durmuştur. Belki okul okumadığı için, belki çok açık sözlü olduğu ve onların istediği gibi birisine dönüşmediği içindir. Belgeselin ödül töreniyle açılış yapması Uluçay’ın sektör içerisine zor kabul edilmesi, yoksul olduğu için dışlanması ve sektördekileri samimiyetsiz olarak nitelendirmesiyle daha da manidar oluyor. Konuşmasında ise: “Bu ödülü karıma armağan ediyorum, çünkü gerçek yönetmen o, ben sadece sinema yapmak için onu buradaki insanların asla bilemeyeceği yoksulluklara ittim, ama o hep benimle oldu.” diyor.
Bu konuşmasından bir hayli etkilenen Belgesel yapımcısı ve yönetmen Nuray Kayacan, Ardında Kalanlar belgeselinin çıkış noktasının Yönetmen Ahmet Uluçay’ın İstanbul Film Festivali’nde ödül törenindeki yaptığı bu konuşma olduğunu söylüyor. Bu yüzden Ahmet Uluçay’ın ardında kalan insanların peşine düşüyor. Yolda eşi, oğlu, Semra Zeyrek, Suna Konuşlu, yol arkadaşları Şerif Akarsu, İsmail Mutlu ve köy halkı karşımıza çıkıyor.
Belgeselin akışı iki farklı tonda gidiyor. Bir taraftan Ahmet Uluçay’ın hayatı ve yaşamı hakkında bilgilenirken, bir taraftan karşımıza çıkan insanların hayatlarına konuk oluyoruz. Ancak yönetmen bunu yaparken misafir olduğumuzu unutturmayı başarıyor ve biz bazen Uluçay’ın hayatından çıkarak, onun hayatına dokunan insanların yaşamına konuk oluyoruz. Hayat devam ediyor ya da etmiyor bir şekilde. Devam eden hayatları ise farklı bir belgeselin başlangıcıymışcasına izliyoruz bazen. “Keşke,” diyor, “Keşke hiç tanımasaydım Ahmet Uluçay’ı. Çünkü onun yerini kimse dolduramıyor.”
Belgesel, Uluçay’ın hayatına dair yapboz parçalarını doldurur nitelikte ilerliyor. Karşımıza çıkan her hayatla birlikte biz Uluçay’ı tamamlamaya başlıyoruz içimizde. Uluçay’ın en büyük destekçilerinden birisi olan eşi Ayşe Hanım’la birlikte mücadeleyi görüyoruz. Birlikte düş kurmaya başlayıp sinema makinesi yaptığı yol arkadaşı İsmail Mutlu’ya kalan hatıralar tozlu raflarda kalmış ödüllerle birlikte yaşlanıyor ve Ardında Kalan hayatlarda tozlanmış ödüllerin silinmesiyle parlıyor objektifimiz ve biz yine o günlere geri dönüyoruz.
Belgeselin akışında misafir olduğumuz hayatları izlerken ise tanık olduğumuz şey doğallık. Kamera yokmuş gibi, unutulmuş gibi Mutlu’nun evinde sohbet ediyoruz. Şerif Akarsu’yla birlikte üç kişilik yapım ekibini tamamlıyor ve “Masa üstünde oluşturulan maketten bir köy” ile ortaya çıktığını görüyoruz Optik Düşler’in (1993). Semra Zeyrek’in zihnine giriyor ve Uluçay’la birlikte bardağın içine su koyup aya bakıyoruz. Suna Konuşlu ile Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004) filminin her sahnesinde bir sanat eseriyle karşılaştığımızı öğreniyoruz ve Konuşlu’nun ağzından yapbozu tamamlamaya yardımcı olacak kelimeler çıkıyor: “Deli mi dâhi mi? O çizgide gidip geldiği halleri olurdu.” diyor Uluçay için.
“Anadolu’dan çıkmış iki üç kişinin sinema yapması öyle inandırıcı değildir.” Sahneleri izlerken kendimizi hayatın gerçekleriyle, hayatın içinde buluruz. Sokaklarda dolaşırken bir cenazenin kaldırılışına tanık oluruz, pazarın içinde dolaşırız. Bunlar hayatın içinde değil midir zaten?
Belgeselde dikkat çeken bir başka nokta ise aradaki geçiş sahneleridir. Bizi hikâyenin içine çeken yer yer hareketli görüntüler ve müziklerle, yer yer türküyle başlayan sahneler adeta filmlerden sahnelerin derlemeleri gibidir. Kamera Firuzağa kahvesinin etrafında dolanırken, röportajların içtenliği, doğallığı ve başarısı kulaklarımızda dolaşan hecelerle birlikte içimizi acıtmaya yeter zaten. İşte bu da belgeselin başarısını ortaya çıkarır ve yine aynı iç acıtıcı hecelerle Uluçay’ın oğlu İdris Uluçay anlatmaya başlar: “Babam derdi ki; benim yaşadığım halk ahlaksızlığı kabul eder ancak fakirliği asla kabul etmez. Babam da fakirdi ve kabul edilmedi. Benim de ağrıma giden şu; bir asgari ücretlinin sahip olduğu imkâna sahip olamadı benim babam. Benim babam bir sanatçı. Bir sürü insanın zengin babası var ama, benim babam özel ve değerli bir insandı.”
Ve belgeselin sonunda kamera ne mi yapar? Boyasız, sıvasız köy evlerinde Uluçay’ın ardında bıraktıklarını kaydeder klasik müzikle birlikte. Aslında yaşadığı hayata, tam da Uluçay’ın içinde taşıdığı sanat aşkıyla birlikte sanatsal sahnelere tanık oluruz. Tüm yoksullukla birlikte klasik müzik doldurur içimizi. Uluçay’ın kırık gözlük sapı gibi ‘onsuz’ kalmış eşyalarıyla birlikte baş başa kalırız.
Uluçay’la hayatlarının kesiştiği senarist, yazar Safa Önal çıkar karşımıza. “Keşke ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ ı daha önce çekseydi de daha önceden öncülük etseydi.” der ve belgesel Safa Önal’ın sözleriyle kulaklarımızda bir burukluk bırakarak sonlanır: “Gittikten sonra şu boşluk yerleşiyor; bir defa onun bir eşini daha bulamıyorsun. İki; keşke tanımasaydım’a geliyorsun. Ahmet bey’i keşke tanımasaydım.”
Ve ardından anıları süsleyen şiirini duyarız:
“Nasıl da bir hikâyesi vardır şu ayna kenarındaki resmin
Vazoda manolya, aynada hayalin
Lale misali baş eğişin ve uykudaki halin
Bir rüya içinde gülümseyişin, dudaklarımda düşünen elim
Bir Cuma pencerede bekleyişin beni
Kenarı dal işlemeli beyaz mendilin
Yağmurda seyredişin ıhlamur çiçeklerini…”
Belgesel tam bitmesi gerektiği yerde; gerçeklikle, ölümle son buluyor bana kalırsa ve başladığımız yere geri dönüyoruz. Son sahnede Uluçay’ın eşini, gördükleri rüyaların yarım kaldığını anladığımız bir mezar taşı ve bu dünyada kendisiyle baş başa kalmış Uluçay ile birlikte görüyoruz.
Belki yarım kalan bir hikâyenin başlangıcıydı Uluçay’ın Ardında Kalanlar’ı… İşte herkes yarım, herkes uyanmak zorundaydı hayatta.
Sinema, işte bu insanlarla dolu. Üretmeyen, üretemeyen, yalnızca üten, tek yeteneği bu olan… Yalnızca sinema mı, tüm ülke, kıllarının arasında bit, pire ve kene barındıran köpek sırtı gibi. Bu ülke yalnızca parazitler için mümbit, üretenler içinse yer demir gök bakır.”
AHMET ULUÇAY