İran’da çirkin, sessiz, kimsesiz bir şehir: Bad City. Şehir var elbet, binalar da var ya, dünyanın neresine düşer tam olarak, hatta İran’ın neresine; hangi iklimdedir, hangi ağaçlar görülür sokaklarında, hangi meyveler yetişir su bulunca, belli değil.1 Şehir cansız, beton kaplıdır, sahne hep siyah beyaz; sanki renklendirilse de ara renklerle içi okşayacak bir şey çıkmayacak. Ana Lily Amirpour, bu ilk uzun metrajı olan A Girl Walks Home Alone at Night (2014) filminde şöyle fısıldar âdeta: “Siyah beyazdan fazlasıyla anlatamayacağımız şehirler kurduk, renkleri kuruttuk güzel Orta Doğu’da.”
O şehirde gündüz ruhsuz, geceleri olaylıdır. Ama olaylar ses çıkmadan olur. Görünürde yükselen, günü kurtaran, içe hiç sinmemiş ahlak kurallarının getirisi değil midir bu? Uyuşturucu kullanılır, fuhuş yapılır, insanlar ölür, öldürülür; ama sabahlar aynı. Orta Doğu’da yıllardır benimsenen ve bin diğer meselede ayrışsak da hepimizi bir arada tutan “aman, tadımız kaçmasın” mottosu. Şiddet görmeyenlerin, canına kıyılmayanların tadı kaçmaz. İnsanlar bu denli ürerken nüfus o hızda artmaz mesela. Ama vardır bir hikmeti, kadere karşı gelinmez, bu topraklarda hayat kısa belki; aman, tadımız kaçmasın.
Türkçe ismiyle Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız filminin kahramanları, yaşadıkları şehir gibi renksiz, bezgin ve tekinsizdir. Zaten gerçekte de öyle olmaz mı? Şehir, içindeki yaşamı yansıtır ve dönüp yine içinde yaşayan insanların ruhlarına sızar. Bad City neyse içindeki karakterler de odur: kendi sefil düzenlerini devam ettirmenin derdinde, Batı’ya benzemeye çalışıp da neyle benzeyeceğini bulamamış, kopyaladıklarından yaptığı yamalarla kalmış, Batı’dan kötüyü almayalım derken kendi içindeki iyiyi de unutmuş, Bad City’nin kötü talihli insanlarıdır onlar.
O karakterlerden Saeed, uyuşturucu satar; âdemelması üstünde Latin harfleriyle kocaman bir SEX yazısıyla. Altın kolyesiyle, göğsü açık gömleğiyle, evinde çantalarca parasıyla kendinden memnun, güçlü Doğu erkeği.
Atti, bedenini satar; başında başörtüsü, üstünde ince pardösüsüyle. Kocaman parlak gözleriyle, güzel siyah saçlarıyla, otuzuna gelip de hâlâ tek başına para biriktirme derdinde olmasıyla kendinden bezmiş, solgun Doğu kadını.
Hossein, bilinçle ama sürekli yakınarak kendini ölüme sürükler; elinde avucunda hiçbir şey kalmamış, bir evin salonunda kenara çökmüş hâlde. Oğlundan para bekleyen, olan parayı uyuşturucuya veren, arada Atti’yi yoklayan ve ondan istediğini talep edebilmenin rahatında, hükmedebildiği bedene karşı güçlü Doğu erkeği.
Arash sessizce sefalet çeker, içinde insanca yaşamak arzusuyla. Babası Hossein’in kahrını çeken, yaşadığı hayatı sevmeyen ve toplumun normallerini benimseyemeyen, mutsuz Doğu insanı.
Film “İran’ın ilk vampir filmi” diye tanımlansa ve gerçeküstü olarak betimlense de; karakterler, yalnızlıkları, davranışları ve maruz kaldıklarıyla Orta Doğu’da bunaldığımız insanların ve hayatların aynasıdır. Bire bir kendimizle, sevgilimizle, öğretmenimizle, yöneticimizle, politikacımızla özdeşleştiremeyiz hiçbirini, film gerilim filmi olunca ağır gelir tabii; ama filmin gerçekçiliğini biliriz. Bir gerilim filminden ötesi, bizim hayatlarımızın akıl dışı geriliminin öyküsüdür bu.
Bu atmosfer içinde, Bad City’de tadı kaçıracak bir kız çıkar ortaya. Belki asitle saldırdığınız kadınlardan biri dönmüş ve vampir olmuştur?2 Tanrınız adaletsizliği bir noktada durdurmayı seçmiştir de “Şu ahlak zabıtası erkeklere kendi ahlak kuralları ve yaptırımları nezdinde bir ayna tutayım,” demiştir? Adalet bu ya!
Kız niye tadı kaçırır, onu korkutucu yapan nedir? Evet, vampirdir, kan emiyordur işte, tabii ki korkunç. Ama daha ilk göründüğü sahnelerden tedirgin hissettiren, vampir olduğuna ilişkin bir emare yokken durumu “anormal” gösteren nedir? Gece sokakta başı dik yürüyen kadın mı tedirgin eder bizi mesela? Önde yürüyen erkeği taciz eder gibi hareket eden kadın mı gariplik olduğunu hissettirir? Erkek n’aparsa aynısını yapan kadın mı korkunç yani? Vampirlik de erkeğe özgüydü, onu da mı çalmış bu kız?
Kapılar arkasına saklanır hayatlar bu topraklarda. İran’da özgürlükçü olursan, İsrail’de ateist, Türkiye’de trans; fikirleri hep içine gömersin de, dünya görüşünle beraber dinlediğin müzikleri, giyimini, izlediklerini bile evinin, odanın içine saklamak zorunda kalırsın. Belki bu yüzdendir evlerle, eşyalarla yüksek bağları olur Doğu toplumlarının. İnsan, toplum içinde çıkaramadığı sesleri, edemediği dansları, atamadığı kahkahaları saklar içinde, götürür evine. Orta Doğu topraklarında özellikle kadınlar için ve esasen tüm farklılıklarıyla eril gücün normal tanımına benzemediği hâliyle yaşamaya çalışan herkes için geçerli olan saklama hâlidir bu. Kızın odasında, duvarlardaki posterlerle, giyimiyle, dansıyla, makyajıyla görürüz bunu. Bu topraklardaki çoğu insanın hapsolma, geçerli normlara direnme, var olma hâlidir o ev, evin içindeki dans.
Filmin başlarında, TV’deki adam “Siz evinizle ilgileniyorsunuz, kocanız da eve para getiriyor,” diyor. “Ama günün birinde durum değişebilir, kocanız sizi bırakıp daha genç bir kadına gidebilir ya da ölebilir.” Spikerin orada tanımladığı her şey doğal, hayatın akışı; erkeğin aldatması veya daha genç kadına gitmesi de ölmesi gibi doğal, hatta kaçınılmaz. Günün birinde durum illa böyle mi değişmek zorunda? Bu filmde akışı bozulur ataerkil toplumun, “tadı kaçar”.
Her detayla iç acıtan, bizim hüzünlü hikâyemizi tutarlıkla yansıtan filmde bir tutarsız sahne var sanki; filmin hissettirdiği bütünlük hissini bozan bir yer: kızın evsiz, fakir bir adamın kanını emmesi. Adam bir kötülük yapmıyor kimseye, tamam, erkek ama? Evsizlere hepimizin acımasız olduğuna mı vurgu acaba? Yani kadın-erkek meselesinde ayrışsak da? Belki aç kalan vampirin de başka kimseyi bulamayınca toplum dışına itilmiş birine saldırmaktan, kimsesi olmayan adamı harcamaktan çekinmemesidir vurgu. Ama böyle bir çıkarım zorlama olur. Sanki sadece “bu vampir bu kadar da aç kalamaz, insanlara iyi davranıp kan emmeden devam edemez ki,“ eleştirisine çare olarak kullanılmış. Her hâliyle tutarsız ve özensiz bir sahne olmuş maalesef.
Filmdeki güzel sahnelerden biriyle kapatalım; film biterken ama her biri topraklarımızdaki bir meseleyi, bir olayı hatırlatan detaylar bitmezken: Boş arazide tek başına balonunu uçuran trans birey, The White Balloon’da (1995) elinde tek balonla kalan Afgan çocuğa selam belki. Filmin yapıldığı dönemde aramızda olan, toplumun normallerinin dışına çıkmayı ve tercihinden utanmamayı bilen, sonunda toplumun normalleştirdiği şekilde öldürülen Hande Kader’e de selam olsun o sahneyle. Bu filmle erkek egemen ve eril öğelerle kuşatılmış, çirkin normaller içindeki dünyada “anormal” kalan tüm güzelliklere selamımız olsun.
1 Benzeri durumdaki İstanbul’un eski iklimi ve ağaçları için Orhan Pamuk’un kitaplarına bakabilirsiniz:)
2 İran’da asit saldırısına uğrayan kadınlara ilişkin kaynak: http://www.aljazeera.com.tr/
http://www.aljazeera.com.tr/haber/iranlilar-kadinlara-yapilan-asit-saldirilarini-protesto-etti