İki kardeş… Biri Ahmet, biri Ayşe… Ahmet Ayşe’ye anne, baba, abi, kardeş ve geri kalan her şey. Ayşe abisine hayata tutunacak tek dal sanki. Hayatın onlara sormadan büyüttüğü çocuklardan ikisi sadece, seyre daldığımız ve canımızı acıtan bu iki kardeş. Elleri soğan kokuyor, kardeşinin yanında ağlamıyor, çikolatasını yiyemiyor ve ayağına yeni ayakkabı alamıyorsa sekiz yaşındaki Ahmet orada büyük bir adaletsizlik yatıyor ve kimileri onu görmezden geliyor demektir. Alelade birisi de değil bunu görmezden gelen, babaları. Evet, annesiz kalmış iki çocuğunu arkasında bırakıp yeniden evlenen, sırf yeni eşi istemediği için çocuklarına bakmayan bir baba var. Annesinin mezarına gittiklerinde abisi mezara su dökerken, “Abi, annem ıslanmaz mı?” diye soran bir Ayşe var. İki yıl daha yaşamayacağına inandığı ve torunlarını güvenli bir yere teslim etme derdine düşmüş bir dede var. Ahmet var; Ahmet bütün dünyanın derdi sırtına yüklenip “Hadi bakalım, bundan sonra başının çaresine kendin bak,” denen küçük bir çocuk daha.
Gerçek bir hikâyenin sadeleştirilmiş hâli olduğunu biliyoruz filmin, belki de bu yüzden böylesine dokunaklı geliyor. Sırtımızı arkamıza yasladığımızda izlediğimiz bu hikâyenin gerçekliği bizi sarsan. Küçük yaşta anne şefkatinden mahrum kalmak zorunda olmanın ne anlama geldiğini gördüğümüzde, dayandığımız koltuklar bir anda bizi dürtüyor ve dile geliyor: “Hayatta dert saydığın şeylere bak, sen hiç çocukken büyümek zorunda kaldın mı?”
Mommo: Kız Kardeşim (2009), Atalay Taşdiken’in ilk uzun metraj filmi. Konya’nın, alabildiğine bozkır manzarası eşlik ediyor film boyunca bizlere. Filmin, doğallığını ve inandırıcılığını kaybetmemesinin en büyük etkenleri şüphesiz ki çocuk oyuncular: Mehmet Bülbül ve Elif Bülbül. Gerçek hayatta kardeş değiller ve soyadları bir rastlantı yalnızca. Elif Bülbül; yönetmenin isteği doğrultusunda çekimlerin yapılacağı yer olan Konya’daki bir okula çocuk oyuncu seçimine katılmasıyla keşfediliyor. Yönetmenin ilgisini en çok, rolünün getirdiği masumane ve mahcup hâl’in yakıştığı Elif çekiyor. Sanırım bizi filmin içine hapseden de bu gerçeklikte saklı.
Babalarının, annelerinin ölümünden sonra yaptığı ikinci evlilikle birlikte dedeleriyle yaşamaya başlayan iki küçük kardeşin hayatlarının bundan sonra nasıl gideceğini anlatıyor Mommo: Kız Kardeşim. Baba iç güveysi, dede çok yaşlı ve bir elinde engeli var. Çocukları büyütecek güç ikisinde de yok. Babaları yeni evliliğinin de iç güveysi olmuş hâlde. En başarısız, haksız ve kötü babalık örneğini sergiliyor filmde de. Anne-oğul, baba-kız ilişkisinin ince işlendiği noktalarla dolu bu yapım, Freud’un Oedipus teorisini de içinde barındırıyor. Ayşe, babalarının onları terk etmesine ve yurda vermek istemesine rağmen onun yolunu gözleyen ve geldiğinde ona sarılmak isteyen biri. Ahmet ise, annelerinin ölümünden sonra, yaptıklarından dolayı babasına tabiri caizse kin besleyen ve onu sevmeyen, aslında hissettirmese de annesine olan özlemini içine atan ve ambara kaçıp gizli gizli ağlayan bir çocuk.
Buğday tarlaları arasında, kerpiç evlerle dolu köyün sıcaklığı da pastoral bir seyir zevki yaşatıyor adeta. İki kardeşin yaşadıkları her ne kadar zor olsa da onlar, umutlarını tahtadan kayığa yüklemesini de biliyorlar. Ne var ki tam güzel şeyler oluyor dediğimiz anda, köylülerden biri geliyor ve o da alıyor çocuklukları dedelerinin elinden. Kayıkları kaçmasın diye dereye kurdukları seti kaldırıyor ve kayık suyun akıntısıyla gözden kayboluyor.
Atalay Taşdiken bu kadar gerçek ve sindirimi zor bir hikâyeyi anlatırken ajitasyondan çok iyi kaçabilmiş. Tüm dramatikliğine rağmen hiçbir yerde göze batan, abartı bir ağlamalık sahne yok. Ayşe’nin bakışları var, karnının ağrıdığını babasına söylediğinde babasının çıplak ayakla basmayın yere deyip küçük kızın yüzüne bakmayışı var.
Çocukların yaramazlık yapmaması için, ambardaki deliği öcü diye tasvir edip adını da “Mommo” koymuş babaları. Ayşe oradan geçerken çok korkuyor, abisi Ayşe’nin yanında korkmuyormuş gibi yapıyor ama içten içe o da çekiniyor oradan geçerken. Yani bakıldığında, Ahmet çocukluk korkusunu bile gereğince yaşayamıyor.
Annelerinin akrabası olan bakkal, çocuklar için köydeki tek umut kaynağı sanki. Dedelerinin çaresizliği, yoksulluğu da onların kaderi oluyor sonunda. Ayşe’yi zengin bir aileye vermek istiyor, ama buna kalbi dayanacak kadar güçlü değil. Yaz boyu ondan ayrı, damda yatan torunlarıyla son gecesini yan yana geçirmek istiyor dede, hava soğuk bahanesiyle evin içinde yatırıyor torunlarını.
Filmin en can alıcı ve yürek burkan sahnelerinden biri, Ayşe ve Ahmet bisikletleriyle sokakta ilerlerken öz babaları ve onun üvey çocuğunun yanlarından geçtiği sahne. Ve bütün bunlar olurken babanın, öz çocuklarının yüzlerine bakmayışı. Filmin en büyük başarısı da, gereksiz hiçbir diyaloga girmeden saf görüntülerle bu hisleri seyirciye verebilmesi kanaatimce.
Erik Satie bestesi Gnossienne No.1’in, Erkan Oğur’un perdesiz gitarı ve insanın içine işleyen yorumuyla buluşması da filmi dramatikleştiren ve hisli hâle getiren unsurlardan.
Mommo:Kız Kardeşim, hayatın görmediğimiz tarafını yüzümüze sakin sakin ama etkili bir şekilde çarpıyor. Ve yine bize iki kardeşin hayata karşı olan duruşlarını, dedesinin Ayşe’nin saçlarını keserken ayaklarına düşen saç tellerinin kimsesizliği ve parmaklarının mahcupluğu ile hatırlatıyor.