“Gözlerini aç”
Alejandro Amenábar, yönetmenlik serüveninin ikinci uzun metraj denemesini işte bu sözcüklerle başlatıyor. Bir rüya, bir kâbus, bir cennet, bir cehennem, yüzler ve maskeler ortaya saçılıyor birden.
“Gözlerini aç”
Uyanmak… Ama nasıl bir dünyaya? Daha da önemlisi, nasıl bir hayata? Gerçek duygulardan, gerçek ilişkilerden hayatı boyunca kaçmış Cesar’ın hikâyesi tam da bu soruları yöneltir seyircisine. Yönetmenliğinden çok hikâyeciliğinin ön plana çıktığı bu filmde Amenabar, gerçekle rüyanın birbirine karıştığı korkunç bir kaybediş öyküsü sunar bizlere. Psikolojik bir gerilim havası yaratan bu hikâye, basit bir korku senaryosu olmakla kalmaz elbet. Hepimizin aklında yer etmiş mitlere ve masallara da sırtını dayayarak güzellik kavramının toplum üzerindeki etkilerinden varoluşçu kaygılara, dostluğa ve ilişkilere kadar birçok konuda da cesur sorular yöneltir bizlere.
Filmin ilk bölümünde Cesar’ı yüzünde ifadesiz bir maske ile akıl hastanesinde, neden orada olduğunu anlayamamış bir hâlde buluruz. Daha sahneye ilk bakışımızda o ifadesiz maske adeta seyircinin üzerine atlar. Hikâyenin ilerleyen dakikalarında da anlayacağımız gibi, eski sevgilisinin neden olduğu bir trafik kazası sonucu Cesar’ın yüzü tanınmaz hâle gelmiştir. Geçmişte henüz onu iyileştirecek bir ameliyat yöntemi olmadığından psikolojik olarak bu travma ile başa çıkabilmesi için doktorlar tarafından verilmiş olan bu maske, yalnızca kapatıcı bir obje olmadığını seyirciye anlatır aslında. Çünkü işin gerçeği, arada geçen sürede doktorlar keşfettikleri estetik bir operasyonla onun yüzünü çoktan düzeltmişlerdir. Peki, o zaman Cesar hâlâ bu maskeyi neden takmaktadır? İşte bu noktada aynı The Matrix’deki (1999) karakterlerin, sanal dünyada yalnızca güneş gözlükleriyle var olabilmelerine benzer bir fenomen karşımıza çıkar. Yaşadıklarına, içinde bulunduğu gerçekliğe olan inancını yitiren Cesar, o an yaşadığı hayatla arasına bir mesafe koyma ihtiyacı hissetmektedir. Ancak bu şekilde onu çevreleyen bu korkunç dünyayı; sevgilisini öldürdüğü, en yakın arkadaşını kaybettiği bu sözde gerçekliği reddedebilme, ondan uzak durabilme, kabullenmeme gücü bulur kendinde, yüzünü ve kimliğini saklayarak yapar bunu.
Buradaki asıl ilgi çeken mesele, Cesar’ın gerçekliğe olan inancının nasıl kaybolduğu sorunsalıdır. Cesar bugüne kadar ne sözde sevgilisi Nuria’ya ne de en iyi arkadaşı Pelayo’ya gerçekten insani bir ilişki sunmamıştır. İkisini de kendi ihtiyaçlarına göre kullanıp atmakta, sonra da hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etmektedir. Hayatını tepetaklak edecek gelişme ise Cesar’ın en iyi dostu Pelayo’nun hoşlandığı kız olan Sofia’ya âşık olması ile gerçekleşir. Cesar, Sofia’ya hem eski kız arkadaşının hem de en yakın dostunun karşısında kur yapmayı seçer ve bu bardağı taşıran son damla olur. Dostunun güvenini artık kaybetmiştir. Ertesi gün ise Nuria’nın arabasında korkunç bir kaza geçirir ve hayatı boyunca hayal bile edemeyeceği tek şey gerçekleşir: Yüzü paramparça olmuştur, güzelliğini yitirmiştir.
Toplum içerisinde yaşayan herkes için güzelliğin bir izi vardır. Her ne kadar değişen zamanlarla birlikte güzellik algısı belli bir ölçüde değişime uğrasa da bizim üzerimizde bıraktığı etki pek değişmez. Güzellik yalnızca bize belli bir sosyal statü kazandırmakla da kalmaz, kendimize olan bakışımızı da ciddi anlamda şekillendirir. Bu kaza da aslında Cesar’ın kendine olan bakışını ciddi anlamda sarsacak ve hayatında zincirleme bir reaksiyona yol açacaktır.
Kaza sonrasında yüzüne olanlar Cesar’ın içindeki kirin yüzüne yansımasını niteleyen bir metafor olarak da okunabilir elbet. Bu noktadan itibaren aslında o hepimizin bildiği “Güzel ve Çirkin” masalının çağdaş bir yorumu ile karşılaştığımızı fark ederiz. Karşımızda yaptıklarından dolayı canavara dönüşmüş bir prens vardır artık. Sofia’ya ile geçirdiği mucizevi tek bir geceden sonra hayatı tepetaklak olmuş, güzelliğin operasındaki bir hayalete dönüşmüştür. Masaldaki gibi tekrar yakışıklı bir prense dönüşebilmek için prensesi olan Sofia ile yeniden bir ilişki kurmayı dener fakat gerek kendine olan güven eksikliğinden, gerekse Sofia’nın ilgisizliğinden dolayı başarıya ulaşamaz. Zaman içinde çevresinin ona karşı olumsuz bakışının da etkisiyle yüzünün çirkinliği davranışlarına da yansımaya başlar. Bir gece Pelayo ve Sofia ile buluşan Cesar artık sosyal statüsünü kaybettiğini, Pelayo ile tam manasıyla yer değiştirdiğini fark edince savunmaya geçer, her şeyden alınmaya gücenmeye başlar, karşısındaki insanların ona acıdığını düşündükçe daha da saldırganlaşır ve gecenin sonunda sarhoş bir hâlde sokakta sızar. Amenabar’ın burada günümüz insanına dair yaptığı tespit bize Sartre’ın o ünlü sözlerini anımsatır cinstendir: “Cehennem başkalarıdır”. Cesar’ın cehennemi artık onun etrafındaki başkaları, onların kendisi hakkındaki düşünceleri hâline gelir.
İşte tam da bu noktada seyirciye açıklanmayan bir kırılma yaşanır. Birden her şeyin değişmeye başladığına tanık olmaya başlarız. Ertesi gün Sofia onu sokakta bulur ve yeniden kanatları altına alır, o zamana kadar çaresiz olan doktorlar birden yeni bir ameliyat yöntemi geliştirdiklerini Cesar’a söylerler, operasyon başarı ile gerçekleşir. Cesar yeniden eski hâline dönmüştür. Birdenbire kaybettiği her şeye tekrar sahip olmuştur. Olanlar bir rüya gibidir adeta, gerçek olamayacak kadar güzeldir. Tüm bu yaşananlar günlük hayatlarımızın tarif edilemez, dayanılamaz, anlatılamaz gerçeklerini, travmalarını nasıl bastırdığımızı gösteren bir yansımadır adeta. Fakat biz ne kadar bastırırsak bastıralım, çözülmeyen her düğüm gibi her gerçek de eninde sonunda ayağımıza dolanır. Nitekim çok geçmeden Cesar’ın bu yapay dünyası bastırılan gerçeğin tekrar yüzeye çıkmasıyla tersine döner. Kahramanımız yeniden yüzünü parçalanmış olarak gördüğü kâbuslarla uyanmaya başlar, Sofia’nın yüzü ise zamanla Nuria’ya dönüşür. Aslında farkında olmadan Cesar içinde yaşadığı dünyanın yapaylığını fark etmeye başlamış fakat henüz anlamlandırmayı bir türlü başaramamıştır. Bu karanlık yolculuk sonunda daha fazla üstü örtülemeyen gerçeğin yapaylık perdesini şiddetle yırtmasıyla, Cesar’ın Sofia’yı Nuria zannederek öldürmesiyle akıl hastanesinde son bulur.
Filmin son perdesi aslında Cesar’ın sokakta sızdığı o gece sonrasında yaşadığı hiçbir olayın gerçek olmadığının ortaya çıkması ile doruk noktasına ulaşır. Kahramanımız daha fazla yaşadığı acıya katlanmamak için bir vücut dondurma ve sanal bir hayat hizmeti satın almıştır. Parasını kullanarak elde ettiği dizayn edilmiş bu sanal hayat dahi gerçeğin bastırılmasına yetmemiş, güzel bir rüya sonunda korkunç bir kâbusa dönüşmüştür. Cesar aslında toplumun da hep empoze ettiği gibi hayatı boyunca güzelliğinin ve parasının ona verdiği avantajları kullanmış, başkalarının onun görünüşü hakkında ne düşündüğüne fazlasıyla değer vermiş, bu nedenle yüzeysel ilişkilerle kendini sınırlamış ve hayatın kendisini kaçırmıştır. Ne yaparsa yapsın bu gerçek asla değişmeyecektir.
Yine aynı The Matrix’de olduğu gibi sonunda Cesar’a iki seçenek sunulur, ya yaşamakta olduğu bu sanal hayata sorunsuz bir şekilde devam edecek ya da gerçek hayata uyanıp her şeye yeniden başlayarak anlamlı bir hayat sürmeye çalışacaktır. Cesar mutlu fakat sanal bir hayattansa, en büyük korkusuyla yüzleşip sahici olana, cehennem bile olsa gerçek yaşamına dönmeye karar verir. Bu canavar son kez Sofia’yı öper ve yaşadıklarından ders almış bir prens olarak teras katında bulunduğu gökdelenin tepesinden kendini bırakarak yapay dünyasına veda eder.
Amenábar’ın kamerasını yönelttiği bu karmaşık korku tüneli, başarılı başrol oyuncuları Eduardo Noriega ve Penélope Cruz’un da yardımları ile The Elephant Man’dan (1980) The Phantom of the Opera’ya (1925, 2004) kadar hepimizin aklında yer etmiş birçok hikâyeye de uğrayarak seyircisini adeta bir varoluş sorgulamasına tabi tutar. Daha sonraları Hollywood’un Vanilla Sky (2001) ismi ile tekrar uyarladığı bu hikâye, bugün hayatlarımızı çokça meşgul eden sanal ve gerçek kavramlarını da kendine dert edinir; yapaylığın gerçekliği midir asıl trajedi yoksa gerçekliğin yapaylığı mı? Asıl kâbus Cesar’ın yaptığı akıl almaz hatalar ve başına gelen inanılması güç talihsizlikler değildir elbet. Toplumun ona ve onun kendine olan bakışı sonucu sürekli bastırılarak sindirilen ve sonunda da patlayarak ortaya çıkan içi boş, sanallaşan, anlamsızlaşan hayatının ta kendisidir.