Claire Dennis’in son uzun metrajı High Life (2019), başrölünde Robert Pattinson’ın, yan rollerinde Julietta Binoche ve en son Suspiria’da (2018) gördüğümüz Mia Goth’un olduğu, neredeyse klostrofobik bir deneyim. Adi suçlardan tutuklanmış, idam cezasına çarptırılmış ya da ömür boyu hapse mahkûm edilmiş tutsakların geri dönülmez bir astronomik keşif yolculuğuna gönderildikleri bir gelecekte geçen film, Claire Dennis’in ilk bilim-kurgu denemesi. Ancak High Life, teknolojik bir atılımla radikal bir biçimde değişen geleceğimizin bir öngörüsü olmaktan ziyade, insan doğası, cincelliği ve birlikteliği üzerine araştırmaya girişen bir kazı çalışması özelliği taşıyor.
Farklı suçlardan makhûm edilmiş esirlerin bir araya geldiği, birbirlerinden başka kimsenin olmadığı ve doğal yaşam alanları Dünya gezeginden her an biraz daha uzaklaştıkları, yalnızca karanlığın daha da içine, bilinmeyene doğru gitmek durumu, karakterlerin yaşamak için tutunmaya çalışacakları anlamların arandığı bir sürece dönüşüyor. Zira; cinselliği, sevgiyi ve aidiyeti, genel anlamda yaşamı Dünya üzerinden anlamlandıran kahramanlar, kendilerine Dünya’da değil, uzayın sınırsız boşluğunda savrulmayı layık gören otoritelerin onları “insan” kimliğinden “kobay” kimliğine indirgedikleri bir yaşama mecbur bırakılıyor. Burada yalnızca yaşam değil, insan olma hakkından da mahrum ettikleri bir başka hapishanede, kimi zaman sebze yetiştirip toprakla iç içe olmaya çalışıyor, kimi zaman da “seks makinesi” adı verilen bir ‘mabede’ girip cinselliklerini insansız bir kurguda telafi etmeye çalışıyor.
Öte taraftan, zamanın göreliliği kanununun belirttiği üzere, Dünya zamanının savruldukları uzay vaktine görece hızlıca geçen zamanı, karakterlerin yaşadıkları yerle bir zamanlar evleri olan Dünya arasındaki ulaşılmazlığını, mesafeden zamana çeviriyor. Böylelikle de yolculukları boyunca büyüyen yalnızlıkları, daha da perçinleniyor.
Bu anlamda, Monte’nin (Robert Pattinson) onu mutlu eden tek şeyin oğlunun Dünya’da iyi olacağını bildiğini söyleyen Tcherny’e (Andre Benjamin) oğlunun belki de çoktan ihtiyarladığını, ya da öldüğünü söylemesi, karakterlerin içinde bulundukları durumda anlamı artık Dünya’da arayamayacaklarını, kendi aralarında kurmaları gerektiğini imliyor. .
Zamansal anlamda doğrusal bir anlatımdan kaçınan High Life, bizi kahramanımız Monte ve film atmosferine tanıştırdıktan sonra, zamanda geriye doğru giderek filmin temasının üstündeki örtüyü yavaş yavaş kaldırıyor. En başta Monte’nin bir psiko-draması olan film, kahramınızın uzayın derinliklerindeki yalnızlığını ankronik bir biçimde kuruyor ve yaşamaya devam edebilmek için tutunduğu anlamın ortaya çıkış öyküsünü anlatıyor. Neredeyse toplumumuzun ufak bir örneklemi sayılacak bu mikro-toplum deneyinin içinde tüm izolasyonuyla hayatta kalmaya devam eden Monte, burada da, yani Dünya’mızda da bizi hayatta tutan şeylerin ne olduğuna, insanlığımıza ve birlikteliğimize dair ufuk açıcı bir deneyim sunmayı başarıyor.