Ergenlik, sahil kasabası, ilk aşk deyince sıcak renkler görmeye, denizden gelen tuz kokusunu duymaya, akşamüstü esintisinin hafifliğini hissetmeye başlarız hemen. Başta duman bir gençlik, uçarılık, bitmeyen bir enerji… Ve tüm bunlarla taban tabana zıt bir kavram: ölüm. İşte François Ozon’un 2020 yapımı son filmi Été 85 (Summer of 85) tam da böyle bir ikilik sunuyor seyirciye. 1985 yazında Normandiya’da bir sahil kasabasında geçen film, bir ilk aşk hikâyesi ancak boğazda düğüm bırakan cinsinden.
Çağımızın belki de en üretken sinemacılarından biri olarak tanımlayabileceğimiz Ozon’un son iki eseri Grâce à Dieu (2018) ve L’amant Double (2017) ardından Été 85’in (2020) de gizem ve heyecan tarafının daha ağır basmasını bekleyenleriniz olabilir. Ancak sanıyorum Ozon’un birçok farklı konu ve janrı içinde barındıran sinematografisinden tekil bir beklenti olmaması gerektiğini birçoğumuz çoktan öğrendik. Ana karakterimiz Alexis’in filmin ilk dakikasında ne olduğu anlatması ve filmden ne beklenmesi gerektiğini belirtmesi Ozon’un aslında seyircinin neye odaklanması istediğini de anlatıyor. Sonuca değil bu sonucu getiren sürece ve karakterlerin değişimine dikkatimizi çeken film bir ‘Ne oldu?’ gizemi değil ‘Nasıl oldu?’ merakı kurguluyor.
Havalı motoru, duru yakışıklılığı ve havai tavırlarıyla arz-ı endam eden David’in çekiminin Alexis’i ele geçirdiğini anlamak uzun sürmüyor. Zaten David’in de dediği gibi “Neden zaman kaybedelim ki?” diyerek tam da olması gerektiği gibi hızla tutkulu bir aşka dönüşen bir ilişki gösteriyor bizlere.
Daha ilk anlarda David’in Alexis’i boğulmaktan kurtarması aslında biraz da hikâyenin geri kalanında, Alexis’in David’i hayatında nasıl bir noktaya koyduğunun işareti oluyor. Okula devam mı etmeli, iş mi bulmalı sorguları arasında sıkışmış hisseden Alexis için tüm umarsızlığıyla David bir can simidi oluyor. Alexis’e nefes almış gibi hissettiren hatta biraz daha iddialı konuşursak Alexis’in nefesi olduğu bir mertebeye yerleşiyor. Ona atfedilen bu abartılı misyon hem David’in hem de ilişkilerinin omzuna taşıyabileceğinden fazla bir yük bırakıyor ve kırılmanın sebebi oluyor. Alexis’in gözündeki tezahürü, umursamazlık kisvesi altında etrafına ördüğü savunma mekanizmalarına zıt düşen David, çareyi sevgilisini kendinden uzaklaştırmakta buluyor.
Alexis’in ancak yazıya dökerek anlatmayı başarabildiği hikâyesinde David’e karşı hissettiklerini, büyüme sancılarını, ölüm konusuna olan ilgisini ve hayatındaki ölümle nasıl baş ettiğini onun ağzından dinleme fırsatı buluyoruz. Bu seçim bizlere hem hikâyeyi dışarıdan gözlemleme hem de on altı yaşındaki Alexis’in adeta sırdaşı gibi dinleme fırsatı veriyor. Alexis’in çocuksu duygu devinimleri, hayal kırıklıkları ve dünyayı algılama biçimiyle ortaya çıkan bu anlatım yönetmene de bir özgürlük alanı açıyor ve mükemmeliyetçi kodlardan uzak samimi bir anlatımı mümkün kılıyor.
Alexis idealist Fransızca öğretmeni Levefre’in desteği ve öğrencisinin gizliliğine asla ihanet etmeyen takdire şayan saygısı sayesinde kendini, duygularını yazarak anlatmaya başlıyor ve biraz da onun sayesinde tüm olanlarla baş etmesi kolaylaşıyor. Ancak bu önemli etkinin yanında Alexis’in öğretmeni ile olan geçmişe dönük ilişkisinin ya da David ve Lefevre arasındaki yakınlığın biraz üstünkörü konu edildiğini söyleyebiliriz.
Bu iki gencin ani gelişen büyük aşkı, birbirlerine verdikleri absürd söz ve ne kadar hızlı başladıysa o kadar hızla duvara toslayan ilişkilerine dair oluşturulan akış yer yer filme biraz “oldubitti” hali katsa da özellikle David’in ölümünden sonra gelen sahneler izlerken yürek burkmayı başarıyor ve etkili bir seyir deneyimi ortaya koyuyor. Filmin en güçlü sahnelerinden biri olan morg sahnesi de bu duyguyu perçinlerken yönetmene bir tebrik göndermemizi sağlıyor.
Été 85’in belki de en samimi noktalarından birisi iki kuir aşığın hikâyesini – özellikle de konu 1985 yılında geçse de – bir kendini keşfetme, kimliği ile barışma gibi sıklıkla sinemada görmeye alışık olduğumuz bir yerden ele almayışı. Burada karakterlerin kimlikleri konu haline getirilmiş bir kavram değil, izlediğimiz sadece trajik sonlu bir aşk hikâyesi. Ne toplumsal baskı, ne cinsel kimlik ile barışma çabası ne de bunun üzerinden şekillenen bir karakter anlatımı görmüyoruz film boyunca. Daha çok karakterlerin geçmiş travmaları ile yoğrulmuş bir büyüme sancısına odaklanıyor anlatı.
Sinematografi ve görüntü yönetimi açısından oldukça başarılı olan film, 80’ler atmosferini her zerresiyle oldukça iyi yansıtıyor. Kostümler, mekan kullanımı, detaylar, renkler ve elbette Ozon’un 16 mm tercihi ile tamamladığı çekimler izleyeni 85 yazına ışınlamak konusunda çok tatmin edici bir performans sergiliyor.
Filmin müzik seçimleri de sadece bu atmosferi destekleme misyonu ötesinde bir anlama sahip. Ozon bir röportajında başta filmin adını kendisinin de on altı yaşında olduğu yıla ithafen Été 84 olarak planladığını ve filmde muhakkak “In Between Days” isimli Cure şarkısını kullanmak istediğini belirtiyor. Ancak şarkı 1985 yılında yayınlandığı için şarkıyı kullanabilmek adına filmin adını da Été 85 olarak değiştiriyor ve hikâyemiz bir yıl sonrasında hayat buluyor.
Aidan Chambers’ın “Dance on My Grave” (1982) isimli kitabından uyarladığı senaryosu ile Ozon, Alexis ve David’in romantik ilişkisi ve hazin sonu ile ilk aşkı ve ölümü bir araya getirmek gibi biraz acımasız bir tercih yapsa da bu kontrastın yükselttiği duygusal güçten epeyce yararlanıyor. Bu film için François Ozon sinemasının en güçlü üyesi diyemeyiz belki ancak yarattığı atmosfer, seyir tatmini, oyuncuların aralarındaki yüksek çekimi öne çıkaran başarılı performansları ve doyurucu hikâye anlatımı ile Été 85 izlemeye değer bir eser.