Yorgos Lanthimos’un Kraliçe Anne’in sarayında geçen trajikomedisi The Favourite (2018); başrol oyuncuları Olivia Colman, Emma Stone ve Rachel Weisz’ın cesur performansları, şehvet, entrika, aldatmaca dolu olay örgüsü ve Lanthimos dünyasını biraz gerçek, biraz rüya biraz da kâbus gibi göstermek için geniş açılı objektifler kullanan Robbie Ryan’ın muhteşem görüntü yönetmenliğiyle 91. Akademi Ödülleri’nde toplam 10 dalda aday.
Stuart hanedanının son üyesi Kraliçe Anne’in sarayında geçen The Favourite, 18. yüzyıl İngiltere’sinin kişisel ve politik kıskançlıklarını anlatan tam bir dönem filmi. İlk defa başka birisinin senaryosu ile çalışan Lanthimos ise bir dönem filmi için belki de akla gelecek son isim. Ancak Deborah Davis ve Tony McNamara tarafından kaleme alınan senaryo, tüm tarihi gerçekliğine rağmen sadece kostümlü klasik bir dönem draması değil. İktidar çatışması içindeki üç kadının ekseninde dönen film, onları sıkı sıkıya saran korseleri, kapalı kapılar ardında çevirdikleri entrikaları, hırsları, ihanetleri, küçük yatak odalarındaki küresel kararları ile grotesk, absürt, gülünç ve “edepsiz.” Ağırbaşlı bir kostüm draması olabilecek tarihi bir gerçeklik Davis’in, Mcnamara’nın ve Lanthimos’un ellerinde absürdizmi iliklerimize kadar hissettiren grotesk bir gerçekliğe dönüşüyor.
Kendine güvenmeyen, atacağı her adımı sevgilisi Marlborough Düşesi Lady Sarah’a (Rachel Weisz) soran Anne (Olivia Colman) kilolu, gut hastası, depresif ve intihara meyilli bir kraliçe. Hastalığı nedeniyle gittikçe çürüyen bacaklarını yatak odasında Sarah’a ovdururken ondan aldığı tavsiyeler, ülkelerini Fransa ile savaşa sürükler. Savaş için gerekli parayı da muhalefetin tepkilerine rağmen toprak vergilerini artırarak elde eder. Ne var ki tıpkı hastalıktan çürüyen vücudu gibi kraliçenin iktidarı da yavaş yavaş çürümektedir. Devasa sarayın bunaltıcı, kasvetli, küçük odalarında bu kararlar alınırken kaybettiği itibarını geri kazanmak isteyen Sarah’ın kuzeni Abigail (Emma Stone), iş bulmak için saraya gelir; ancak daha saraya adımı atmadan gübre dolu bir çamura düşer. Abigail’i çamur içinde gören Sarah ona “Seni ne diye işe alayım? Çocuklarla oynayacak bir canavar olarak mı?” der. Yine de üstüne başına bulaşmış çamurdan gocunmayan Abigail “Arzu ederseniz neden olmasın?” diyerek canavar taklidi yapar. Bu sahneden itibaren Abigail artık sarayın bulaşıkhanesinden Anne’in yatak odasına girene kadar yaptığı hiçbir canavarlıktan gocunmaz. Kraliçe Anne’in Sarah’ı “Abigail dilini içime soktuğunda hoşuma gidiyor,” diye kışkırtması, iki kuzenin, Kraliçe’nin ilgisini kendi üzerlerinde tutmak için neler yapabileceklerinin sinyalini verir.
Hem huysuz bir hükümdar hem de şımarık bir çocuk gibi davranan Anne’in on yedi kez doğum yapmasına rağmen hiçbir çocuğunun hayatta olmadığını şu cümle ile öğreniriz: “Bazıları kan olarak doğdu, bazıları nefes almadan. Bazıları da yanımda çok kısa bir süre kaldı.” On yedi çocuğu kaybetmenin verdiği çaresizlik ve duygusallık içinde acı çeken Anne, Sarah ve Abigail arasında gidip gelir. Birbirleriyle mücadele eden bu iki kadının da “sarayın gözdesi” olabilmek için yapmayacakları hiçbir şey yoktur.
Vivaldi’nin yaylılarından Elton John’un piyanosuna Anna Meredith’in deneysel tuhaflığına kadar birbirinden çok farklı janrları barındıran filmin müzikleri de tıpkı filmin kendisi gibi izleyicinin hem huzursuz olmasına neden oluyor hem de eğlenmesini sağlıyor. Gerginliğe müzikle beraber eşlik eden, bir anda balık gözü açılarına geçen kameranın hareketleri, izleyiciyi belirli bir zaman ve yer algısından kopararak dış dünyayla bağı olmayan bir saray gerçekliği sunuyor. Lanthimos, Kraliçe Anne’in sarayında tavşan deliğinden aşağıya bakıyormuşuz gibi bizi Alice in Wonderland’i hatırlatan tuhaf, gülünç, absürt bir evrende bırakıyor.