A Clockwork Orange (Yön. Stanley Kubrick, 1971)
Cinayetten hüküm giymiş çete lideri Alex, (Malcolm Mcdowell) mahkûmiyetinden kurtulmak amacıyla suçlular üzerinde uygulanması planlanan Ludovico Tekniği’nin deneği olmayı kabul eder. Ancak deney sırasında gözlerini kırpmaksızın izlemek zorunda kaldığı şiddet görüntüleri sandığından çok daha tehlikelidir. Bu acımasız tedavi tamamlandığında gerisinde; kötülüğü terk ederek iyi olanı tercih etme noktasında inisiyatif kullanma özgürlüğü elinden alınmış, ahlaki seçme yeteneğini kaybetmiş çaresiz bir insan bırakır. Modern çağın kurbanı olarak nitelendirilen Alex, hükümetin propaganda amaçlı kullandığı; bireyde suç refleksini ortadan kaldırma üzerine kurulu yeni ceza sistemi ile standardize edilmiş, toplum tarafından kötü olarak kabul gören şeyler karşısında koşulsuz tiksinti duyan mekanik bir robota dönüştürülmüştür. Obsesif bir şekilde takıntılı olduğu Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni’si, büyük bir yıkımın eşiğinde dolaşan genç adam için intihara sürüklendiği bu yolda ruhunu günden güne daha çok tarumar eden acı verici bir yankıya dönüşecektir.
La fille sur le pont (Yön. Patrice Leconte, 1999)
‘’Geleceğimi büyük bir istasyonun sıralarla ve banklarla dolu bir bekleme odası gibi görüyorum. Dışarıda kalabalık insan grupları beni görmeden koşuşturuyor; hepsinin acelesi var. Trene yetişiyorlar, taksi tutuyorlar; gidecek bir yerleri var, buluşacak birileri. Ve ben oturmuş bekliyorum.’’
Hayatı boyunca kötü talihinin peşini bırakmadığını düşünen umutsuz bir kadın Adéle; (Vanessa Paradis) ölmeyi bile beceremediği bir şehirde, başarısız intihar girişimlerinin ev sahipliğini yapmış tüm köprüleri hafızasına kazıyan. Bağlanmanın çağrısına tereddütsüzce kapılmaya duyulan özlem veyahut sevgisizliğin yarattığı ruhsal buhran. Tüm saflığıyla davet edilen bir düş; türlü türlü hilebazlıklarla bir görünüp bir kaybolmayacak cinsten. Yaşamını sürdürmek için sebepleri tükenmiş bir kadını yok oluşun soğuk sularından kurtararak hayata bağlayan, yaşamın uçucu çizgisinde hünerli elleriyle ona şansı ve aşkı hediye eden bir adam. Hayal kırıklıklarımıza, ruhumuzun kuytu köşelerinde büyüyen derin yalnızlıklara doğru masalsı İstanbul görüntüleri eşliğinde bir yolculuğa çıkarıyor bizi La fille sur le pont (1999). Ölüm arzusu ile başlayıp ölüm arzusu ile sonlanan bu ironik yolculukta Galata Köprüsü üzerinde hayatına son vermek için bekleyen bir adama söylenen sözler, gecenin soğuk bakışlarını aşarak ruhumuzun ılık esintilerine karışıyor:
‘’Köprüler atlamak için kalabalık yerlerdir, her zaman sana ikinci bir fikir verecek biri vardır.’’
Ta’m e guilass (Yön. Abbas Kiarostami, 1997)
Toprak yaşamın özüdür, ancak tüm canlıları sarıp sarmalayarak ölüme kucak açan da topraktır aynı zamanda. Bir sonun hazırlanışına cesaret edemeyen ‘’eller’’in öyküsü bu. Tozlu yolların dolambaçlı tırmanışları içerisine hapsolmuş bir diyarda, kararsızlığın yarattığı inatçı bir sessizlik, yaşamın saklı özü üzerine bir dut ağacı hakkında anlatılabilecek en güzel hikâyeyi getiriyor beraberinde. Ölüm tercihi ile derin bir suskunluğa gömülmüş olan Badii, (Homayoun Ershadi) insanlardan ufak bir yardım istemektedir sadece; ancak dilinden dökülenler ile adım adım yaklaştığı son adına kimseye söylemeye cesaret edemeden duyduğu korku ve geri adım atma isteği büyük bir çatışma içerisindedir bir yandan. Toprak güzeldir, her güzel şey de toprağa dönmelidir bu yüzden, peki ya doğru zamanı nedir gidişin? ‘’İntiharın büyük bir günah olduğunu biliyorum, ama mutsuz olmak da büyük bir günahtır.’’ diyor Badii. Mutsuzluğunun yarattığı depremde sarsılırken; tüm hayatının, yaşanmışlıklarının, benliğinde yer etmiş tüm izlerin örtülmesini istiyor karanlık bir çukur üzerine. Fakat bir çıkışı olmalı her felaketin; insan tek bir defa daha izleyebilmek için ayın parlak ışığını, gün batımının kızıl yankılarını teninde tek bir defa daha hissedebilmek için yaşamalıdır belki de; çünkü tutunacak tek bir dal bile her şeyi değiştirir aniden, çünkü bir dut, önemsiz bir dut bile bir mucizedir yaşamın bereketli topraklarında büyüyen.
Harold and Maude (Yön. Hal Ashby, 1971)
Yirmili yaşlarında genç bir adam olan Harold, (Bud Cort) sevgisizlik ve buyurganlığın hüküm sürdüğü bir evde geçen depresif günlerini, ilgi çekmek amacıyla kurguladığı farklı ölüm oyunları ile süslemektedir. Oldukça gerçekçi olan bu sahte intihar teşebbüsleri; otoriter bir annenin baskıcı tavrına karşı sürdürülen kararlı eylemler gibi gözükse de bu durum Harold’un, içine daha da kapanmasına sebebiyet verecek kısır bir döngüye girmesine yol açar. Ancak bir cenaze töreninde tanıştığı Maude (Ruth Gordon) isimli kadın bu renksiz hayata yepyeni bir yaşam soluğu getirecek, yağmur sonrası beliriveren bir gökkuşağı gibi elinin dokunduğu her şeyi güzelleştirecektir. Harold and Maude; (1971) hayatı algılayışımız üzerinden verdiği sıcacık mesajlarla unutulmaz kültler arasına girmeyi başarmış, bedenlerimizde birikmiş tüm ağırlıkları birbirinden güzel Cat Stevens parçaları eşliğinde bir çırpıda söküp atıveren şeker tadında bir film.
Güzel bir seçki, basrilinbir degerlendirme. Tebrik ederim