2019 yılında uluslararası festival sezonunun ilgi gören yapımlarından biri olan Synonymes (2019), senarist ve yönetmen Nadav Lapid’in önemli ödüller almış eseri olarak arşivlerde yerini aldı. Dünya prömiyerini 69. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde yapan film, aynı festivalde en iyi film seçilerek Altın Ayı Ödülü’ne layık görüldü ve FIPRESCI Ödülü kazandı.
Yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği son uzun metrajı Haganenet’in (2014), başrolünde Maggie Gyllenhaal’un yer aldığı Amerikan yeniden çevrimi The Kindergarten Teacher (2018) ile ismi yeniden anılan yönetmen, Synonymes ile tekrar kamera arkasına geçti. Bu kez babası Haim Lapid ile kaleme aldığı film, 2019 yılında İstanbul Film Festivali seçkisinde de yer alarak oldukça ilgi gördü.
Synonymes, İsrail’i terk edip Fransa’da yaşamaya ve İsrailli olmayı reddedip artık bir Fransız olmaya karar veren eski asker Yoav’ın (Tom Mercier) Paris’e geldiği ilk günden itibaren yaşadıklarını anlatıyor. Yeni öğrendiği Fransızca kelimelerle bezenmiş bir öğretinin fonunda genç Yoav’ın hayallerine ulaşma mücadelesini izliyoruz. Şehirde Paris’in yabancılara göstermediği gizli sırrını arayan, adanmış bir şekilde Fransızca kelimeler öğrenen Yoav çok geçmeden geçmişinin silinip gitmediği, kelimeleri öğrense de bunun Fransız olmasına yetmediği gerçeği ile yüz yüze kalıyor. Yer yer bir kara komedi, yer yer ağır bir dram olarak ilerleyen film; iç içe geçmiş katmanlı hikâye anlatımı ve etraflıca planlandığını belli eden sinematografisi ile seyirciye bir ‘kimliğini yeniden inşa etme çabası’ aktarıyor.
Synonymes kelimelerin büyülü dünyasını hem konu edinen hem de onların gücünden yararlanan bir anlatıya sahip. Hikâye boyunca Yoav’ın sokaklarda yürürken tekrarladığı Fransızca kelimeler, çoğunlukla eş anlamlı ya da benzeşen seslerin soluksuz sıralanması şeklinde kullanılıyor. Kelimelerin zaman zaman manalarından koparılıp sadece fonetik uyumuna göre tekrar edilmesi, anlamlarının kırılması, bir çocuğun tekerlemeleri gibi Yoav’a amacına giden yoldan sapmamak, kaosa kapılıp gitmemek için yardımcı oluyor ve hedefinin zeminine atılmış bir çapa görevi görüyor.
Bu kelimeler aynı zamanda da bir başkaldırının marşını oluşturuyor. Geçmişine, eski aidiyetlerine, diline, eski Yoav’a bir gözdağı niteliğindeki kelimeler; İbranice konuşmayı reddeden, artık Fransız olarak yaşamaya karar vermiş yeni Yoav’ın manifestosu adeta. Ancak yabancısı olduğu Paris’te para kazanmak için denediği yollarda karşısına çıkan İbranice konuşma zorunluluğu, dikte edilen İsrailli kimliği, asla koparamadığı bir yara kabuğu gibi Yoav’ı deli etmeye devam ediyor.
Paris’teki ilk gecesinin sabahında adeta eski Yoav’ın öldüğü ve bürünmek istediği yeni kimlikle tekrar doğduğu küvette başlıyor macerası. Onu ölümden döndüren Emile (Quentin Dolmaire) ve Caroline (Louise Chevillotte) ile aralarında hızla kurulan bağ ve elle tutulacak kadar yoğun tasvir edilen gizemli çekim, film boyunca kahramanın yol arkadaşlarının kim olacağını söylemiş oluyor.
Yoav’ın ikisiyle paylaştığı hikâyelerini dinlerken -ya da kimi zaman izlerken- asla ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu bilmediğimiz bir hayal âleminde geziyoruz. Bu hikâye anlatımları sırasında ani hamleler ile hareket eden, oradan oraya hızla koşan, zıplayan, kimi zaman oldukça yavaşlayan Yoav karakterinin halleri, Yoav’ın kafasında dönüp duran düşünce ve endişelerle bezeli kaotik iç dünyasının yansıması gibi. Bilinçli bir şekilde bir sona bağlanmayan ve yarım bırakılmış hissi uyandıran diyaloglar ve derinlemesine irdelenmeyen yan karakterler ile etkileşimleri de Yoav’ın iç dünyasında, onun hayal âlemindeymişiz gibi olma hissini pekiştiriyor.
Metroda herkese Yahudi olduğunu anlatmak için sataşan İsrailli arkadaşı, hızla koşarak sokakta Emile’in burnunun dibinde aniden belirmesi, konsoloslukta olay çıkarması gibi olaylarla sanki tüm film Yoav’ın yetişemediği düşünce akışlarının bir yansıması gibi kurgulanmış. Yoav’a hayat veren Tom Mercier’in başarılı bir oyunculuk örneği sergileyerek karakterini bütün absürtlükleri ile yansıtabilmiş olması da bu kurguyu destekleyici bir rol üstleniyor.
Ülkesinden, alışkanlıklarından, dayattıklarında nefret eden ve bunların hepsinden kaçmak için Paris’e gelen Yoav için kaçış pek de mümkün olmuyor. Küçük evinde, spor yapan, hep aynı yemeği yiyen, sıklıkla robotik bir donuklukta gösterilen Yoav’ın, askeri geçmişinin alışkanlıklarından çıkamadığını söylemek mümkün. Terk ettiği ülkesinin sosyo-politik atmosferine, militer yapısına, kendi geçmişine karşıt duruş sergileyen Yoav üzerinden, bir İsrail eleştirisi sunuyor yönetmen Lapid. İsrail’de yaşamış, askerliğini tamamlamış, sonrasında Fransa’ya yerleşmiş biri olarak kendi hikâyesinden izleri ve ülkesine eleştirilerini Yoav ile anlatıya dahil ediyor.
Hikâye ilerledikçe, nefret ettikleri yerine koymak istediği Paris hayatı da ona zorluklar çıkarıyor. Göçmen olmanın, azınlık olmanın, farklı olmanın ve buna göre gördüğü muamelenin örneklerini Yoav’ın katıldığı entegrasyon programında gösteren film, sıklıkla dikte eder bir biçimde ‘Batı’nın Doğu’ya bakışı’ çerçevesi çiziyor.
Nadav Lapid, Yoav’ın yolculuğunu anlatırken düşünülmüş kareler, hesaplı açılar kullanıyor. Ancak hareketli kameranın yoğun kullanımı, sıkça değişen teknikler ve planlar ile bütünlüklü bir kompozisyondan çok bir denemeler serisi izletiyor. Köprü üzerinde evlilik kararı sonrası sokaklarda Yoav ve Caroline’i takip ettiğimiz anlarda, adeta cep telefonuyla onları görüntüye alan seyircinin kendisiymiş gibi sunulan kareler, Yoav’ın ensesinde sokaklarda onu takip ettiğimiz noktalar, Emile ve Caroline’in evinde bir tablo sunar gibi belirlenen sabit açılar, yakın plan obje ve eylem çekimleri ile mesaj kaygılı bir sinematografik karmaşa sunuyor film izleyenlere.
Yeni Parisli kurtarıcıları ile İsrailli arkadaşları arasında kalmış ve iki dünyanın arasında sıkışmış karakterin kasvetini Paris’in gri sokaklarında, sonbahar havasında kullanılan renk paletinde de görüyoruz. Sarı paltosu ile bu griliğin içinde tezat bir Yoav izliyoruz film boyunca. Aykırı, varoluşu ile bir başkaldırı olan ama o grilikten kaçamayan bir istisna olarak geziyor sokaklarda.
Kimlik bunalımı olgusunu literatüre kazandıran psikolog Erik Erikson, kimlik oluşumunun insanların karşılaştığı en önemli çatışmalardan biri olarak niteler. Erikson’a göre, kimlik krizi, ergenlikle başlayan yoğun bir analiz ve kendine bakmanın farklı yollarını keşfetme biçimidir. Ancak kimlik, insanlar yeni zorluklarla yüzleştikçe ve farklı deneyimlerle mücadele ederken yaşam boyunca değişen bir şeydir. Synonymes’de izlediğimiz hikâyenin de Yoav’ın kendi tercihi ile kimliğini değiştirmek için çıktığı yolda karşılaştığı zorluklar ve bunun sonucu yaşadığı kimlik bunalımlarının yakın markajı olarak özetleyebiliriz. Filmin gitgide daha da zorlaşan, ağırlaşan, izleyeni de karın ağrılarına sevk eden bir atmosfere doğru evrilmesi de bu bunalımın tepe noktalarına ulaşmasından kaynaklanıyor.
Lapid’in çizdiği atmosfer hem çekici, hem trajik, yer yer komik ve kaçılmak istenen coğrafya itibarıyla oldukça tanıdık. Yoav’ın değiştirmek istediği, sonunu kendi yazmak istediği hikâyeleri var; ancak ne kadar istese de ne hikâyesini ne de kim olduğu gerçeğini değiştiremiyor. Planları düşündüğü gibi gitmediğinde artık ne tam bir İsrailli, ne de Fransız olabiliyor. Filmin sonunda gördüğümüz açma çabasından öte kendini cezalandırırcasına bedenini vurduğu ona bir türlü açılmayan kapalı kapının önünde o koridorda arafta kalmış biri sadece.