İnsanlık, varoluşundan beri ölümsüzlüğün türlü yollarını aramıştır. Bu kimi zaman yeryüzüne bir anıt dikmek olarak kendini göstermiştir kimi zaman da duvarlara yazılar yazmak olmuştur. Asırlar sonra hiç bilinmeyen bir toprakta, aynı dili dahi konuşmadığınız bir insanın sizden geriye kalmış olan bir mirası bulup anlamaya çalışması yeterince büyüleyici bir duygudur. Bu ihtiyaç birçok sanat dalının buluşuna sebebiyet vermiştir. Bunlar arasında en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz edebiyattır. Sözsüz başlayan edebiyat, ardından yazının keşfiyle birlikte yerini sözlü edebiyata bırakmıştır. Bir mağaranın içinde kulaktan kulağa yolculuğunu sürdüren mitler, asırlar sonra hepimizin kitaplığında bir esere dönüşmüştür.
Kuşkusuz kaynağını insandan alan sinema ve edebiyat dalı da yıllar boyunca birbirinden beslenmiştir. Bir meselenin dışa vurumunun en güzel yollarından olan bu iki sanat dalı; çoğu zaman insanoğlunun tarif edemediği acılarının, mutluluklarının ve türlü kayıplarının yansıması olmuştur.
Bu yazı, edebi eserlerden uyarlanmış filmleri içeren bir listedir. Hepsi birbirinden oldukça farklı türlere dâhil olan bu filmlerin en büyük ortak özelliği bir zamanlar, dünyasının kelimelerle inşa edilmiş olmasıdır. Keyifli okumalar dilerim.
Dead Poets Society (Yön. Peter Weir, 1989)
Carpe Diem! Felsefesiyle akıllara kazınan DeadPoetsSociety (1989), oldukça geleneksel bir lisede yatılı eğitim gören bir grup gencin başından geçen olaylara odaklanmaktadır. Keating, 1950’lerin Welton Akademisi’ne İngilizce öğretmeni olarak atanır. Geleneksel ve kuralcı eğitimle yetiştirilen çocukların hayatı, Keating’in gelişiyle bambaşka bir yere evrilir. Öğrencilerin kendi iç dünyalarına yolculukları başlar. Dead Poets Society ismini verdikleri, baskıcı eğitim ortamından kendilerini soyutlayabildikleri ve fikirlerini özgürce ifade edebildikleri bir oluşum kurarlar.
Tüm aksilikleri ve baskılara rağmen kendi mutluluklarını bulmaya çalışan bu gençlerin zincirleri, Kreating’le birlikte günden güne daha fazla zayıflayacaktır. Her güzel şeyin sonu gibi bu oluşum da okul yönetiminin fark etmesiyle birlikte ortadan kaldırılmaya başlanacaktır.
Dead Poets Society; gerçekleşemeyen düşlerin, yarım kalan aşkların ve belki de hiçbir zaman yeri doldurulamayacak duyguların beyaz perdeye zarif bir aktarımıdır.
Call Me By Your Name (Yön. Luca Guadagnino, 2017)
Call Me By Your Name (2017), 1983 yazında İtalya’nın kuzeyinde geçen bir aşk hikâyesi. Film, Andre Aciman tarafından 2007 yılında yazılan aynı isimli kitabından uyarlanmıştır. 17 yaşında ailesiyle birlikte yaşayan Elio’nun hayatı, Oliver’in yaşadığı evde kalmaya başlamasıyla bambaşka bir yere evrilir. Oliver’den etkilenen Elio, içindeki duyguları bastıramaz. Daha kendi duygularını yeni yeni keşfetmeye başlayanElio, Oliver’e olan duygularına yenik düşer. Aralarındaki bu tutkulu hisler, filmin etkileyici sinematografisiyle birlikte seyirciye doyumsuz bir seyir zevki sunmaktadır.
Call Me By Your Name, seyirciyi iki adamın masalına konuk etmektedir. Edebiyata, müziğe ve doğaya aşık Elio, zamanının çoğunu okuyarak ve müzik dinleyerek geçirmektedir. İkili arasındaki tutkulu ve dalgalı ilerleyen ilişkiye, mutlu bir son yazılabilecek midir yoksa hafızalarda geçmiş bir çağdan kalan bir anı olmaya mı mahkûm olacaktır?
1984 (Yön. Michael Radford, 1984)
George Orwell’ın 1947-1948 yıllarında kaleme aldığı 1984 kitabi, ilk defa 1949 yılında basılmıştır. Hayali bir ülke olan Oceania’da,totoliter bir rejimin hüküm sürdüğü ortamda, Düşünce Polisi biriminde görevli olan Winston’un başından geçen olayları anlatan hikâye, kitaba ismini vermiş olan 1984 yılında vizyona girmiştir. Hikâye akışı olarak kitaptan çok kopmamaya çalışan Radford, kitaptaki hikâye akışını filme aktarmakta çok başarılı olamamıştır. Kitapta Winston’un totoliter rejim içindeki dönüşümünü ve bir boyun eğenden bir düşünce suçlusuna dönüşünü oldukça ince bir şekilde aktaran Orwell, okuyucuyu hikâyenin parçası olarak hikâyenin akışına dâhil etmekten de geri kalmamaktadır. 1984’te (1984) ise karakter gelişimi ve hikâye akışı seyirciyi zaman zaman beyaz perdenin ardına atmaktadır.
Alegorik olarak oldukça güçlü olan hikâye, 20. üzyılın son çeyreğini tasvir etmesi açısından da oldukça önemli bir argüman işlevi görmektedir. Kendisi de gazeteci olan Orwell’ın, hikâyeyi kurgulaması bu bağlamda önemli bir yere sahiptir.
Artık pek de uzak olmayan bir geleceğin izdüşümü olan distopik ülke Oceania, dünyanın birçok yerinde farklı formlarda hüküm sürmeye devam etmektedir.
The Boy In The Striped Pyjamas (Yön. Mark Herman, 2008)
İrlandalı yazar John Boyne’un 2006 yılında yayımlanan kitabi The Boy In The Striped Pyjamas (2008),farklı dünyalara ait, kaderi önceden tayin edilmiş, iki çocuğun arkadaşlığı üzerinden Yahudi soykırımın eleştirel kurgusudur. Eser, yetişkin kategorisinde değerlendirilmemiş olsa bile çocuklar için yazılmış olması da pek mümkün değildir.
Bruno Yönetmenliğini Mark Herman’ın yaptığı film, soykırımı dokuz yaşındaki bir çocuğun gözüyle ele alması bakımından diğer Holokost filmlerinden kendisini ayırıyor.
Babası Auschwitz komutanı olan Bruno, babasının görevinden dolayı ailesiyle birlikte Auschwitz kampının yakınlarında bir evde kalmaya başlar. Kendisini oldukça yalnız hisseden Bruno, kız kardeşinden farklı olarak kendisini partinin fikirlerine yakın görmemektedir. Hatta etrafında olan bitene de anlam verememektedir. Bruno, birgün evden gizlice çıkıp Auschwitz kampına gider. Kampta Shumel ile tanışmasıyla birlikte, hayatı bambaşka bir yere evrilir. Başlarda kampı Shumel’in evi zanneden Bruno, ilerleyen zamanlarda durumun tahmin ettiğinden çok farklı olduğunu fark eder. Tüm yaşanılanların babası ve bağlı olduğu fikirler olduğuna anlam veremeyen Bruno, tek dostu Shumel’i kurtarma planları yapmaya başlar. İki çocuğun yetişkinlerin ördüğü telleri yok etme çabası, sadece tellerin üzerindeki elektrik engeliyle karşılaşmayacaktır. Daha büyük bir sorun vardır: Yetişkinlerin bitmek bilmeyen anlamsız savaşı…
Büyük bir dramın izdüşümü olan The Boy In The Striped Pyjamas, aynı zamanda büyük bir umudun boğazda düğümlenen tasviridir.
The Curious Case Of Benjamin Button (Yön. David Fincher, 2008)
The Curious Case Of Benjamin Button (2008), Amerikalı Yazar F.Scott Fitzgerald’ın ilk kez 1921 yılındaColliers dergisinde yayımlanan kısa hikâyesinin adıdır. Fitzgerald, tam anlamıyla hayatın altının üstüne gelmesinin sonucunu kurgulamış desek yeridir. 1860 yılında doğan Benjamin, yaşlı bir adam olarak dünyaya gözlerini açar. Etrafı tarafından yadsınan alışagelmişin dışında olan bebek, kimsesizliğe terk edilir. Onun gibi görünmeyen ve hareket etmeyen yaşıtları Benjamin’i dışlarlar. Daha küçücük bir çocukken karşılaştığı bu durumlar, kendisinin kaderini kabullenmeye itecektir.
2008 yılında David Fincher tarafından beyaz perdeye uyarlanan öykü, Brad Pitt’in Benjamin’icanlandırmasıyla bambaşka bir boyut kazanmıştır. Kitapla aynı ismi taşıyan film, kurgusal olarak da kitaba bağlı kalmayı tercih etmiş yapımlardandır. Yaşamı gelecekten geçmişe akan Benjamin için tüm yaşanılanlar bir lanet mi bir lütuf mu tartışılacak noktalara sahiptir. Yaşamının akışının tüm akranlarından ters şekilde akıyor olması, kendi yaşamında birçok kayba sebebiyet verecektir. Benjamin’in bir bebek olarak sonlanan yaşamında son hisleri ve düşünceleri her zaman en etkileyici son sahnelerden biri olarak kalacaktır.
Breakfast At Tiffany’s (Yön. Blake Edwards, 1961)
Truman Capote’nin kaleme aldığı Breakfast At Tiffany’s eseri; New York sosyetesinden Holly’nin, yaşadığı apartmana taşınan genç bir adama ilgi duymasıyla başlar. Copete’nin aynı adlı eserinden uyarlanan ve yönetmenliğini Blake Edwards’ın yaptığı Breakfast At Tiffany’s (1961), kurgusal olarak kitaptan farklı gelişmez.
Holly’nin beklemediği bir zamanda hayatına girmiş olan bu esrarengiz adam, hayatındaki insanı sorgulamaya iter. Film, ruhsal yalnızlık çeken bir kadının 1920’lerin Amerika’sında hayatta kalma çabasının yanında güçlü bir kapitalizm yorumu olarak okunabilmektedir. Başta Holly’nin hayatında karşılaştığımız aşırı lüks ve materyalist yaşam, Holly’in çevresi tarafından da özümsenmiş bir yaşam biçimidir. Dışarıdan oldukça mutlu gözüken Holly, aslında bir o kadar da hüzünlü ve yalnız bir kadındır. Zamanla kabul ettiği bu suni yaşam, yaşadığı apartmana taşınan Paul’la birlikte sorguladığı bir yaşama evrilir. Holly, dönemindeki çoğu kadına göre özgürdür, farklıdır ve kararlarını belli ölçüde kendi verebiliyordur fakat bu takdir edilen bir şeyden ziyade toplum tarafından rahatsızlık uyandıran bir durumdur. Holly’in komşusunun Holly’i polise şikâyet etmekle tehdit etmesi, bunun güzel bir örneğidir. Başrolünde zamanla zarafetiyle karakterle ikonikleşen Audrey Hepburn’nün bulunduğu film, tanık olmadığımız bir geçmişe doğru bizi yolculuğa çıkarır.
Shutter Island (Yön. Martin Scorsese, 2010)
Dennis Lehane’nin kaleme aldığı Shutter Island (2010), 1950’li yıllarda geçen, bir psikolojik gerilim romanıdır. 2010 yılında Martin Scorsese tarafından beyaz perdeye aktarılan eserin başrollerini Leonardo DiCaprio ve Mark Ruffalo paylaşmaktadır.
İki dedektifi canlandıran Dicaprio ve Ruffalo, Solando adlı bir akıl hastasının kaybolmasıyla birlikte ileri derece akıl hastası hastalarının bulunduğu Shutter adasına esir düşerler. Ama adada her şey tahmin edilenden daha garip ve gizemli ilerleyecektir.
Film, karakterler üzerinden birçok psikolojik rahatsızlığa ve bunun başta şahsa ardından çevreye oluşturabileceği tehlikelere değinmektedir. Teddy, travma sonrası stres bozukluğuna sahiptir. Seyirci filmin birçok yerinde Teddy’le birlikte geçmişe dönük sahnelerine tanık olmaktadır. Oldukça travmatik bir geçmişe sahip olan Teddy, yaşamındaki herkesi kaybetmiş yalnız bir adamdır. Oldukça çarpıcı bir sona sahip film, Teddy’nin yaşadıklarını ve Shutter Adası’nda yaşananları sorgulatacak noktalara sahiptir.
The Prestige (Yön. Cristopher Nolan, 2006)
The Prestige (2006), Christopher Priest tarafından yazılmış bir romandır. 2006 yılında Nolan tarafından sinemaya uyarlan eser, Nolan’ın yönetmenliğiyle, Nolan sinematografisinin en önemli filmlerinden birine dönüşmüştür.
Film, 19. Yüzyılda Angier ve Alfred isimli iki illüizyonistin arasında geçen rekabeti ve bu rekabetin getirilerini konu alır. Önceden birlikte çalışan Alfred ve Angier, bir gösteri esnasında yaşanan olaydan sonra adeta birbirlerine düşman kesilirler. Birbirinden yetenekli eski dostlar, rekabetlerinin kızışmasıyla birlikte yaşamları tahmin edemeyecekleri şekilde evrilir.
Nolan, Prestige’de paralel hikâyeler ve çok katmanlı bir anlatım yapısıyla izleyiciyi sürekli bir bilinmezlik içinde tutar. Karakterlerin kırılganlıkları ve takıntıları, sadece bireysel çatışmalarla sınırlı kalmaz; aynı zamanda insan doğasının en karanlık yönlerini açığa çıkarır. Film, illüzyon sanatının yapısal bir yansımasıdır; hikâyenin anlatımı, adeta bir büyü gösterisi gibi kurgulanır: vaat (prestage), dönüş (turn) ve prestij (prestige). Bu üç aşama, sadece illüzyonların değil, filmin dramatik yapısının da temelini oluşturur.
Finalde açığa çıkan gerçek, yalnızca bir şaşırtmaca değil, aynı zamanda ahlâki ve varoluşsal bir sorgulamanın kapısını aralar. Angier’in kendini tüketen hırsı ve Borden’ın kimlik konusundaki fedakârlıkları, insanın sınırları zorlayan saplantılarını ve bunların bedellerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu noktada, izleyici yalnızca hikâyeyi izlemekle kalmaz; aynı zamanda, tutkuların ne zaman takıntıya dönüştüğünü ve bunun birey ile çevresine nasıl zarar verdiğini sorgulamaktadır.
Anayurt oteli (Yön. Ömer Kavur, 1987)
Postmodern Türk edebiyatının en ünlü yazarlarından Yusuf Atılgan’ın 1973 yılında basılan ikinci romanı olan Anayurt Oteli, bireysel bunalım ve yalnızlık temalarına yoğunlaşan bir hikâyeyi merceğine almaktadır. 1987 yılında Ömer Kavur tarafından aynı isimle beyaz perdeye aktarılan eserin başrolünde Macit Koper rol almıştır.
Zebercet, seyrek müşterisi olan bir otelde sıradan bir hayat yaşayan takıntılı biridir. Sıradan akan hayatı, Bir gün otele gizemli bir kadının gelişiyle değişir. Zebercet için bir bekleyiş peydah olur. İçini yiyip bitiren ve yalnızlaştıran bir bekleyiş… Zebercet için oldukça tekdüze akan yaşam, yaşamına giren bu davetsiz misafirle birlikte bir anlam kazanacaktır.
İnsanın takıntılarının şahsa ne boyutta zarar verebileceğinin çarpıcı aktarımlarından olan film, ulusal ve uluslararası birçok festivalden ödülle dönmüştür.