Uzaklık- zaman- mekân kavramlarının hızla anlam değiştirdiği metropol yaşamının kalabalığında kaybolmak, kimi zaman durup uzun soluklu bir nefes almayı ve biraz düşünmeyi gerektiriyor galiba. Yaşamın anlamına farklı açılardan ışık tutmak ve yaşantımızın değerini tartabilmek için, içinde bulunduğumuz hayattan bir anlığına kendimizi soyutlayarak kim olduğumuzu, nerede, hangi zaman diliminde yaşadığımızı yeniden idrak etmemiz gerekiyor. Bunun yolu da öncelikle hayal gücünün sınırsızlığında, bizi dünyaya bağlayan tüm ipleri koparıp gerçeklik çizgisinin dışına özgürce adım atmaktan geçiyor. Belki bir insan için küçük, fakat insanlık için büyük bir adım Martian (2015)...
Hayal etmenin sınırı yoksa biz de dilediğimiz kurguya başlayalım: Bir sabah uyanıyoruz. Gözümüzü araladığımızda kocaman bir güneş karşılıyor bizi. Her zamankinden daha büyük, daha sıcak, daha parlak… Sessizliği dinliyoruz.
Kimsesizliği…
Dışarı adım attığımızda ayağımız yumuşak, kızıl toprağa gömülüyor. Toprak da bizim kadar kimsesiz burada; candan ve sudan uzak. Uzak… Sahi uzak, ne zamandan beri en yakınımızdakilerle aramızdaki mesafenin adı oldu? Vakit, ne zamandan beri geceyle gündüzün yirmi dört parçası? Uzay mekiği Hermes’le kızıl gezegen Mars’tan ayrılırken geçirdiği bir kaza sonucu yaralanan ve mekiğin dışında kalan botanikçi-astronot Mark Watney (Matt Damon), bu ve benzeri sorularla karmakarışık uyanıyor ertesi sabaha. Yalnızca yirmi dört saat içinde Hermes ve mürettebatı ile kendisi arasında aylara, yıllara bedel bir uzaklık gitgide büyüyor. Dünyaya dair her şey kendisinden hızla uzaklaşırken Watney, yaşamın olmadığı bir gezegende kimselerden habersiz, hâlâ umutla nefes alıyor.
Kocaman bir gezegende yapayalnız kalan bir insanın, dünyayı yeniden kurarak insanlığı yaşatmasının hikâyesi Martian. Blade Runner (1982), Alien (1979), American Gangster (2007) gibi kült filmlere imza atan İngiliz yönetmen Ridley Scott, kızıl gezegen Mars’ı, bütün ihtişamı, keşfedilmeyi bekleyen bilinmez güzelliği ve görkemiyle hikâyenin fonu olarak kullanıyor. Ancak Watney’in yalnızlığında gezegen daha da büyüyor, ıssızlaşıyor; çaresizlik ve umut arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Bu iki uç arasındaki yaşam mücadelesinde tutunduğu incecik iple birlikte ileri geri sallanıyor Watney. Ve durduğu bu noktada bir karar vermesi gerekiyor: Dünyaya ait eldeki bir avuç imkânla umuda mı uzanmalı, yoksa günden güne azalan kaynakların tükeneceği düşüncesiyle çaresizliğe teslim mi olmalı?
Kelimenin tam manasıyla kimsesizliği yaşarken Watney, yüzünü umudun tarafına dönmeyi seçiyor ve vakit kaybetmeden işe koyuluyor. Kendi biyolojik atıklarını besin ve gübre olarak kullanarak patates yetiştirebileceği bir bölge oluşturuyor; böylece Mars topraklarına ilk defa insan eli dokunuyor. Diğe yandan Dünya’ya radyo sinyalleri göndererek NASA üssüne ulaşmaya çalışıyor. Nihayet tüm bu azmi ve çabası, ilk filizlerini veriyor. Kendisine uzun süre yetecek kadar patates yetiştirebildiği gibi gönderdiği sinyaller NASA’ya ulaşıyor ve böylece tüm dünya Mark Watney’in hâlâ hayatta olduğunu öğreniyor. Bu gelişmeler sırasında gerek tamamen cansız bir toprağa hayat verişinde, gerekse NASA’yla sağlıklı bir iletişim kurabilmek için yeni bir alfabe geliştirme sürecinde aynı zamanda insanlığın, medeniyetin, doğa ıslahının nasıl kurulduğuna şahit oluyor, artık bir “Marslı” olan Watney ile birlikte bir nevi insanlık tarihini yeniden başlatıyoruz.
Film, yalnızca medeniyetin teknik anlamda kuruluşuna panorama olmakla kalmıyor. Bir yanda Watney’in, diğer yanda ekip arkadaşlarının ve hayatta olduğunu öğrendiği andan itibaren onu kurtarmak üzere seferberliğe giren NASA üssünün vermek zorunda olduğu kararlar üzerinden insanın ve insanlığın değerini de sorguluyor. “Uzayda doğa, insanla uzlaşmaya yanaşmaz”, diyor Watney; yine de bilmediği bu ıssız gezegende doğaya karşı verdiği sert mücadeleye rağmen insana özgü mizah anlayışını bir an olsun kaybetmiyor. Yapayalnız olduğu gerçeği ile çaresizliğe kapılmaktansa attığı her yeni adımda “Mars’a kendi adını koyuyor”; bu kızıl toprağa, çorak tepelere adım atan ilk insan olmanın eşsiz tadını yaşıyor. Öte yandan Hermes’te bulunan ekip arkadaşları, mekik kaptanı Melissa Lewis (Jessica Chastain) liderliğinde ömürlerinin bir kısmına -ve belki hayatlarına- mâl olacak, oldukça fedakâr bir karar alıp arkadaşlarını kurtarmak üzere Mars’a geri dönüyorlar. Sonunda tek bir insanın umudu toprağa tutunuyor, burada filizleniyor, yaşamayı öğreniyor ve çiçek açtığı yeni umutları tüm insanlığa pay ediyor. Oldukça gerçekçi ve eşsiz manzaralarla teknik anlamda da bilim kurgu türünde büyük başarı yakalayan bu hikâyeden bizim payımıza da yaşama umudu, biraz tebessüm ve bolca sorgulamak düşüyor.
Maalesef her gün yüzlerce, binlerce insanı bir soluk alıp verme, hatta bir göz açıp kapama müddetinde kaybettiğimiz şu zamanlarda insanın değerini bir kez daha sorgulamadan edemiyorum. Kurgunun genelinde ve yeri gelince diyaloglarda filmin dile getirdiği soru, aslında hepimize yöneltilmiş olmalı: Tüm bu çaba ve göze alınan tehlikeler, tek bir kişi için değer mi? İnsan olmak için öncelikle bunu kabul edelim: Sayıların, niceliklerin hiçbir önemi yok; tek bir insan, bütün insanlığın adını taşır ve tek bir insanın ömrü, bütün insanlık tarihinin yansımasıdır.