“Bazen gördüğün şey, hayal ettiğin şeydir.”
Duyulan bu sözlerden sonra gözlerinize nasıl güvenebilirsiniz? Hafızanız ya sizinle oyun oynuyorsa; ya yanlış yöne doğru çekiliyorsanız? Peki gerçeklere nasıl ulaşırsınız? Tabii ki sorunun cevabı, zaman. Bazen birden fazla kanıta ihtiyacınız vardır gerçeğe ulaşma sürecini atlatabilmeniz için. Hatta olaya dışarıdan bakan göz olmayı bırakıp içeriye dalmanız bile gerekebilir.
Önce kurbanının dikkatini başka yöne çek; sonra “Bam!”
Profondo Rosso‘da (1975), işlediği cinayetlerde kan rengini görmeden işini bitirmiş saymayan bir katille karşı karşıyasınız. Hatta belki de cinayetleri kırmızıyı görmek için işleyen bir katille; kırmızıyla sanatsal bir imaj yaratmak isteyen bir katille… Ya da yalnızca bir akıl hastasıyla. Bir sanatçıyla akıl hastası arasındaki ayrım, bazen Profonda Rosso‘da olduğu gibi silikleşebilir.
Zihin ve duygu okuyabilen Helga Ulmann (Macha Méril), verdiği bir konferansta bir katilin aralarında olduğunu farkeder ve insanların içinde bunu ifade eder. Ardından Ulmann’ın bir kurbana dönüşmesi kaçınılmazdır. Cinayeti pencereden gören ve Ulmann’ın komşusu olan Marcus Daly (David Hemmings) de olayda tanık olarak yerini alacaktır. Bir anda kendini olayların içerisinde bulan Marcus, cinayeti çözmeye çalışırken bir kurbana dönüşmeye adım adım yaklaşacaktır.
Hikayede gerçekleşen önemli olaylar hakkında merak yaratmak ve bir şeyler sezdirmek için cisimleri çok yakında incelememiz sağlanıyor. Bu ayrıntılar olayları ve karakterleri çözümlemede birer ipucu olarak kullanılıyor. Bu ayrıntıların birer birer verilmesi ama ana çerçevenin gösterilmemesi Gestalt kuramının kısmen kullanıldığına işaret ediyor. Figür önemliyken arka plan esgeçilmemeli; görselliğin zihnin göstergesi olduğu ihmâl edilmemeli; tek bir şeyi gördüğümüzde diğerleriyle birleştirebilmeliyiz. Elimize parçalar uzatılıyor ve bizden bu parçaları birleştirerek gerçek olana ulaşmamız isteniyor. Dokular, sesler, cisimler bu parçaların önemli bir kısmını oluştururken katilin kişiliği konusunda da bilgiler veriyor. Cinayeti işlemeden önce çocuk şarkısı çalması, boynundan asılmış oyuncak bebek, Evdeki Hayalet kitabı, katil çocuk imgeleri… Hepsi katilin psikolojisinde izler bırakan parçalar niteliğinde. Marc’ın piyano çaldığı sahnede bir anda tavandan gelen toz parçacıklarının gösterilmesi, açılış sekansındaki müziğin kulaklara gelmesi ve adım attıkça artan gıcırtı seslerinin ardından, olayın nedenine gelene kadar izleyicinin aklından birbir çeşit soru geçmesi de bu kurama farklı bir örnek niteliğinde verilebilir.. Bu da filmin tamamında sonuçtan nedene doğru bir akış olduğunun küçük bir örneği. Karakterlere gelirsek, onlar ne düşündüklerini ve hissettiklerini ifade ediyorlar, ama vücut dilindeki ayrıntılar bize daha büyük bilgiler veriyor. Örneğin bir sahnede kulağa gelen hafif müziğin ardından kadının göz hareketlerine odaklanan kamera sayesinde kadının ne kadar meraklandığını anlıyoruz. Aynı zamanda büyük çerçevenin küçük ayrıntıları izleyiciye verilmek istenen duyguları aktarıyor. Ama kamera büyüleri burada bitmiyor. Bazen de sahneyi çok uzaktan görürüz. Karakterler küçücük görünürlerken mekanlar gözümüze sokuluyor. Ayrıca bu çerçevelerde simetri önemli bir öge.
Filmde gazeteci Gianna (Daria Nicolodi) benzerliklere önem verirken Marc, farklılıkları önemsiyor. Bu durum ilişkilerine de yansıyor. Gianna, kadın-erkek eşitliğini isterken, Marc kadın ve erkeğin farklı olduklarına, kadınların narin olduğuna ve zekâlarının erkekler kadar ileri olamayacağına inanıyor. Bilek güreşi yaptıkları sahnede eşitlik ve benzerlik galip geliyor. Ama Marc’ın odağa aldığı farklılıklar mevzusu cinayeti çözmedeki yönelimlerine de olumsuz etki ediyor. Katil, zihninde olan biri değil; farklı biridir ona göre, güçlü bir erkek olmalıdır hatta. Bu durumda tanık, katilin tanıdık biri bile olmasına ihtimal vermiyor. Ama katil bir yandan da tanığın peşine düşmüş, adımlarını ondan önce takip eder konumda. En sonunda gerçekler ortaya çıktığında ise Gianna’nın feminist dünya görüşü galip geliyor.
Filmin ana konusu cinayet olmasına rağmen, ilk yarıda cinayet bir köşeye itiliyor ve farklı şeylere yer verilmek istendiği izlenimi bırakılıyor. Bazen ayrıntılarda boğulmalara neden oluyor. Ama bunun nedeni asıl önemli olanın cinayetin kendisi değil, cinayete tanık olan adamın kendi hafızasıyla olan mücadele süreci. Olay üzerindeki öznel bakış açısı ve nesnel bakış açısı filmin tartışma alanlarından biri. Öznel olan Marc’ın bakış açısıyken, nesnel olan bakış açısı gerçekleri temsil ediyor. Madem hafızanız sizi yanılgıya düşürüyor, o zaman neden gördüklerinizi farklı bir bilinçle tekrar yaşamaya çalışmıyorsunuz? Her olayın başlangıcından sonuna geçirdiğimiz süreçte algılarımız ve bilincimiz yeniden şekillenmez mi? Deneyim dediğimiz kavramın ilginçliği burayı işaret ediyor. Evet, sonunda Marc da başarıya yeni bilinci ve algılarını kullanarak ulaşıyor. Ama o bunu başarana kadar sanatçı-psikopat katilimiz bol bol kırmızıyı tadıyor. Film üç kez katil arayışımızda ortaya sahte yem atarak bizi yanılgıya düşürmeyi başarıyor, ama lütfen siz oltaya gelmeyin. Oysa kâtil hep en masum görünen değil midir? Zaman zaman ayrıntılarda boğulduğunuzu, bazı sahneleri neden izlediğinizi ya da neden filmin durağan ve alakasız ilerlediğini sorgulamış olabilirsiniz. Ama her şeyin bir nedeni vardır. En uçtaki ayrıntının bile bir önemi var Profondo Rosso‘da. Yani, sizin önemsiz olduğunu düşündüğünüz her şeyi önünde sonunda başa sarıp izlemek zorun kalacaksınız. Mesela, ilk sahneyi hatırlıyor musunuz? Hani şu kimin kimi öldürdüğü belli olmayan anlamlandıramadığınız sahneyi? Aslında filmin açılış sekansı, sondan bir önceki sahnenin girişi konumunda. Yani Dario Argento adeta önce gözlerimizi bağlıyor, ardından tabağımıza gerçekleri koyup yememizi ve tadından bu gerçeklerin neler olduğunu anlamamızı bekliyor. Bunun tek bir anlamı olabilir: Dario Argento bir dâhi! Profondo Rosso’nun Suspiria‘nın gölgesinde kaldığı ve ezildiği söylenirdi hep. Ama böyle olduğunu düşünmek yerine filmleri ayrı ayrı ölçüp biçersek, Suspiria’yı ve Profondo Rosso’yu zihnimizin farklı köşelerine yerleştirip kalbimizi açmamız daha kolay olabilir.
Kamera da bir saniye bile durmuyor. Tamam, abartmayalım arada bir duruyor. Ama genel olarak hareketli bir sistemle çekimler yapılıyor. Zaman zaman katil, zaman zaman kurban oluyoruz kamera sayesinde. Karakterlerle yürüyor, araçla sürükleniyor, düşüyor, tüm ayrıntıları birer birer inceliyoruz. Kendimizi gerektiğinde Carlo’nun yerine koyarken ve onun katil olduğunu sandığımızda bile onun için üzülürken buluyoruz, gerektiğinde kameranın bizi aldatmasına ve Gianni’den tiksinmemize neden olmasına izin veriyoruz. Film bize hiçbir şeyin garantisini vermiyor; kimsenin iyi ya da kötü olduğunu söylemiyor. Yani Profondo Rosso’yu izleyebilmenizin ilk şartı “Kimseye güvenme!”
Kimseye güvenmemenizi söylerken karakterlerden bahsediyordum, ama müziklere güvenebilirsiniz. Goblin isimli grubun yaptığı müzikler harika ötesi nitelikte. Sırf müzikleri dinlemek için bile izlenebilecek bir film Profondo Rosso. İzlemenizdeki bir diğer sebep Dario Argento’nun Giallo türünde filmler çekmesi olabilir. Bu türde ilgi çeken nadir film olması Dario Argento filmlerini farklı bir rafa koymamıza neden oluyor. Tabii yalnızca Argento övmeyeceğim. Profondo Rosso‘nun hikayesi Argento’nun ellerinden, ama senaryolaştırma Fellini’nin de senaristi olan Bernardino Zapponi’den. Bu iki muhteşem insanın filmi yazarken hedefledikleri şey, izleyicinin sürekli tetikte olmasını ve rahatsız olmasını sağlamakmış. Gözümüzü bol miktarda kırmızı ve tonlarıyla boyadıkları Profondo Rosso kırmızı rengini sevenleri bile bu renkten soğutabilir.
Öncelikle bu güzel yazı için teşekkürler. Korku sinemasının veya cinayet filmlerinin işlediği,ele aldığı unsurlar ve kalıpları, filmde kullanılan imgeleri ayrıca yönetmenin yorumu ve nasıl bir mesaj vermek istediğini bu film üzerinden belirli
bazı şeyleri ele almışsınız. Bu yazınız, eski ve günümüz korku sineması arasındaki farklar ve ele alınan kalıp ve öğeleri karşılaştırmamda farklı kaynak sayılabilcek,
aklımdaki küçük boşlukları doldurmamda yardımcı oldu diyebilirim. Teşekkürlerrr 🙂
Yardımcı olabildiğime çok sevindim, keyifli okumalar ve seyirler dilerim.