2006’da gerilim filmi Footsteps ile sinemaya adım atan yönetmen Gareth Evans, 2009’da Merantau ile hem aksiyon türüne geçti, hem de oyuncu Iko Uwais ile hâlâ devam eden bir işbirliğine imza attı. İki filmle de ortalamanın altında bir işe imza atan Evans, zaten yeni yeni gelişen Endonezya sineması için bir fark yaratamamakla birlikte ismini de ülkesinin dışında pek fazla duyuramadı. Fakat ne zaman 2011’de The Raid: Redemption filmi geldi, o zaman işler değişti.
Ülkemizde ilk olarak İstanbul Film Festivali’nin “Geceyarısı Çılgınlığı” bölümünde seyretme imkânı bulduğumuz The Raid: Redemption, ‘yılın en iyi aksiyon filmi’ sloganıyla birden ortaya çıkarak sadece Türkiye seyircisinin değil, Hollywood aksiyonlarının tekdüzeliğinden bıkmış olan birçok insanın da ilgisini çekti. Başrolünde yine Iko Uwais’in oynadığı film, tamamen azılı suçlularla dolu bir binaya polis tarafından yapılan baskını anlatıyordu ve 101 dakika boyunca izleyiciye hiçbir anında nefes alma payı bırakmadan koreografik bir dövüş şölenine imza atıyordu. Her ülke seyircisinde karşılığını bulan ve kısa zamanda büyük bir hayran kitlesi oluşan film için ‘devam filmi’ çanlarının çalması uzun sürmedi ve The Raid 2: Berandal 4 Nisan itibariyle Türkiye’de vizyona girdi.
The Raid: Redemption ile hem yönetmenlik hem de koreografik aksiyon konusunda önceki filmi Merantau’ya oranla kendisini epey geliştiren Gareth Evans, bu sefer 150 dakikalık kapsamlı bir süre zarfında ‘epik suç filmi’ kalıbını kullanarak senaryoyu da geliştirmiş. İlk film, bazı kesimler tarafından aksiyona doyurmasına rağmen senaryoyu boşlamasıyla eleştirilmişti. Evans, bu eleştirileri dikkate almış olacak ki, Oscar ödüllü The Departed’ı (2006) hatırlatan bir ‘köstebek filmi’ şablonu içerisinde suç örgütünün kökünü kazımayı hedefleyen katmanlı bir senaryoya imza atmış. Görsel açıdan da ilk filmin gri ağırlıklı soluk renk skalasını bu sefer yer yer kırmızı, sarı ve siyah renklerinin öne çıktığı stilize bir sanat yönetimine ve görsel yapıya bırakmış.
Soluksuz izlenen bir aksiyon/dövüş filmi olmasına rağmen Toronto ve Sundance gibi sanat niteliği büyük festivallerde gösterilmesi ve ilkinden ‘Halkın Seçimi’ ödülü ile dönmesi kuşkusuz bu türde çok az filmin başarabileceği bir durum. Bu da Evans’ın Endonezya, Singapur, Filipinler gibi ülkelere özgü “pencak silat” savaş sanatından yani kültürel dokudan yarattığı sanatsallıkta gizli. Öyle ki, bir dövüş filmine sakin ve ıssız görünümlü bir genel planda başlangıç yaparak seyirciyi şaşırtan Evans, ilk filme oranla işin aksiyon kısmına bilinçli olarak daha geç giriyor. İlk filmde binada geçen olay örgüsünü neredeyse sıfırlayıp izleyiciyi yeni ve daha güçlü bir hedefe odaklayan aksiyonsuz sahneler, her biri birbirinden sert, vahşi ve kanlı aksiyon sekanslarına hazırlık niteliği taşıyor. Özellikle hapishane tuvaletinde geçen, müzik ve ses kurgusunun eş zamanlı olarak kademeli şekilde yükseldiği ilk dövüş sahnesi buna verilecek en güzel örnek.
Bol yan karakter barındıran hikâye tabanı, kötü adamların veya kadınların(!) her birini bariz anime etkisi taşıyan tek boyutlu tiplemeler şeklinde sunuyor. Hikâyesini, geçmişini ya da geleceğini hiçbir şekilde umursamadığımız, sadece dövüşteki zorluk katsayısını merak ettiğimiz bu tiplemeler, Jean Claude-Van Damme’ın hem yönetip hem oynadığı The Quest (1996) filmindeki dövüşçü katmanına benzer bir sıralamada sunuluyor. Bu da her dövüşün sonunda katharsis hissiyatına ulaşacağımızı bildiğimiz için algıyı diri tutmayı sağlıyor, zira filmde farklı yerlerde geçen üç dövüş sahnesinin paralel kurguda verildiği yaklaşık 20 dakikalık sekansta başrolün ortalarda gözükmediğini bilsek de umursamıyoruz. Bu süre zarfında tek itirazımız ilk filmde çok zor bir şekilde ölerek sinirlerimizi bozan Mad Dog karakterini canlandıran Yayan Ruhian’ın ikinci filmde başka bir karakteri canlandırarak tekrar karşımıza çıkması olabilir. Evans, Merantau’dan beri fetiş oyuncularından olan Ruhian’ı yine oynatmak için ekstra bir yan karakter olan Prakoso’yu yazmış gibi görünüyor. Filmin ortasında aniden karşımıza dramatik bir hikâyeyle çıkarıp empati kurmamızı beklediği karakterin olayların gidişatına pek hizmet etmemesi eklektik durmasına yol açıyor.
Kültürel dövüş sporlarının uyarlandığı filmler arasında iyi bir çıkış yapıp üç filmlik bir seriye dönüşen Ong-Bak’ta (2003) yönetmen Prachya Pinkaew ve oyuncu Tony Jaa arasındaki uyumlu birliktelik Gareth Evans ve Iko Uwais arasında da devam edeceğe benziyor, zira The Raid serisinin üçüncü filmi için şimdiden hazırlıklar başladı bile. Ong-Bak’a ve öncüllerine oranla çok daha sahici, sert ve zorluğu bakımından hayranlık uyandırıcı sahnelere imza atan Evans’ın günümüzün en iyi aksiyon yönetmenleri arasına adını yazdırdığı bir gerçek. İlerleyen zamanlarda bu başarısının Hollywood yapımcıları tarafından fark edileceğini ve kendisine Amerika’da aksiyon filmi çekmesi için teklif götürüleceğini tahmin etmek güç değil.