Herkesin hayatında beş dakikalığına ünlü olacağını savunan ünlü Warhol hipotezinin doğruluk payının yüzde kaç olduğu halen tartışılır. Dâhil olduğu akımın büyüsünü yansıtıyor bu söz: Dünyadan uzak, ama saçma biçimde yaşamın gerçeklerini yansıtan bir tavrı var. Aslında bu sözü, “Herkes beş dakikalığına şöhret olacağına inanır.” olarak değiştirmek daha gerçekçi olacaktır. Gerçekten de, kim olduğu önemli değil, insanın içinde bu amaç uğruna uğraşan bir taraf her zaman var. Kişi, uğruna emek verdiği işlerin bir şekilde görünürlüğünün artmasını ve nihayetinde olumlu veya olumsuz yönlerinin konuşulmasını isteyecek, yüksek ihtimalle pozitif geri dönüşleri tercih edecektir. Bilincimizi düzenli aralıklarla dürtüleyen beğenilme arzusundan kaynaklandığını düşündüğüm bu durum, doğuştan gelen ilahi bir eklenti gibidir. Şöhretin düzeyi pek önemli değildir aslında, bir şekilde görünür olabilmek yeterlidir. Canlı yayın yapan spikerin arkasından kameraya el sallayan birisi de olabilirsiniz şöhret doyumuna ulaşmak için, şans eseri bir yönetmenle tanışan korsan film satıcısı da. Musa, bu ihtimallerden ikincisine odaklanıyor.
Yakın dönem sinemamızın baş taçlarından, son filmi Les Criminels ile Sundance Film Festivali’nde kısa film dalında Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Serhat Karaaslan’ın ikinci kısa metrajlısı olan Musa’nın konusu kısaca şöyle: Bir üst geçitte korsan film satarak geçimini sağlayan Musa, şans eseri Zeki Demirkubuz ile tanışır. Çekeceği yeni filmde tam da onun gibi bir yüze ihtiyacı olduğunu belirten Demirkubuz, rolü Musa’ya teklif eder. Musa kısa soluklu bir şok yaşadıktan sonra teklifi kabul eder ve yönetmenden gelecek telefonu beklemeye başlar. Bu esnada bir film yıldızı gibi caka satmaya başlar, ayrıca yönetmenin tüm filmografisini deyim yerindeyse hatmeder. Ancak beklediği telefon bir türlü gelmez.
Locarno Film Festivali’nde de gösterilen, kadrosunda Aram Dildar ve Serdar Orçin’in yer aldığı film, mercek altındaki karakter olan Musa’nın yaşadığı tek göz odanın içinde başlıyor. Tezgahını kuracağı bir günün sabahına uyanıyor karakterimiz. Aslında yaşadığı hayatın sefaletini daha ilk sekanstan görme fırsatı yakalıyoruz. Bu noktadan sonra aslında karakterin attığı her adımda arka planını düşünmeden edemiyoruz: Nasıl bu noktaya geldi, ailesi nerede, ne zamandır bu koşullar altında yaşıyor? Karakter hakkında film boyunca kısıtlı bilgi edinebiliyor olsak da çoğunluğunu İstanbul’a Anadolu’dan göçen kişilerin veya mültecilerin oluşturduğu bir binada, yüksek ihtimalle çok fazla insanla beraber kaldığını söylemek yanlış olmaz. Aslında o alışılageldik göç ve hayat mücadelesi hikâyesiyle karşılaşacağımızı sanıyoruz ancak korsan film standının açılmasıyla birlikte bu algımız yıkılıyor. Doğası gereği korsancılığın bir numaralı düşmanı olan sektörün kendisidir. Ancak Serhat Karaaslan başkahramanı bizzat kendisi o mevkiye atıyor, bu açıdan sinema sektörünün pek fazla dokunulmayan tarafına temas etmekten çekinmiyor. Aslında zaten dokunmaktan çekindiğimiz parçalarımız bir bakıma bizlerin gelişimini en çok besleyen unsurlardır. Korsana karşıyım ve her zaman karşı olacağım, ama yasadışı dağıtım sayesinde belki de yüzlerce sinemacının kendini yetiştirdiğini söylemek de yanlış olmaz.
Musa’nın Zeki Demirkubuz ile karşılaşmasındaki ironi ise gerçekten görülmeye değer. Kader’in (2006) CD’sini gören Demirkubuz, satıcıya filmi beğenip beğenmediğini sorar. Her zamanki gibi bir alıcıyla karşı karşıya olduğunu düşünür ve filmi öve öve bitiremez. Demirkubuz ardından kendini tanıtır ve yeni çekeceği filmde tam da Musa’ya göre bir rol olduğunu ve kendisiyle çalışmak istediğini söyler.
Bu beklenmedik karşılaşma ve teklif karşısında karakterimiz haliyle büyük bir şok yaşar. Karşısındakinin sözlerine en başta inanmaz, sivil polis olduğunu düşünür ve tezgâhını kaşla göz arasında kaçmaya uygun hale getirir. Olayın aslını anladığındaysa özgüveni kabarır. Film ilerledikçe karakterimizin kendisini artık o eski seyyar satıcı gibi görmediğini anlarız, bir sinema yıldızına dönüşmüştür adeta. Karakterinde bir değişiklik olmamıştır belki ama davranışlarındaki farklılığı görmek mümkündür. Aslında yazının başında da belirttiğim önermeyle kesişen bir hayattır Musa’nınki. İçinde bulunduğu kötü koşullardan sıyrılmanın bir yolunu bulmak bir yana, sattığı filmlerin içindeki bir karakter olmak ve filmlerin alıcılarıyla farklı bir düzlemde karşılaşmak ister belki de; bir üst geçitte değil. Kestirme yoldan bir ego tatmin aracı olan şöhreti elde etmeyi tasarlar.
Nitekim elde edemez çünkü Demirkubuz’un filmin çekimlerine çoktan başladığını öğrenir. Karakter elbette yıkılır. Zira hayallerine ulaşmasına bu kadar az kalmışken boşluğa düşmek oldukça zor bir şey. Gerisi hakkında sadece fikir yürütebiliriz. Gerçi ne olacağını kestirmek pek güç değil: Yaşadığı hayat, tanışmadan öncekine göre değişiklik göstermeyecektir.
Metropole göç eden bir gencin içinde bulunduğu sefaletten çıkma umuduna odaklanan Musa, izleyicinin aşina olduğu kalıpları kullanarak hikâyesini zenginleştirirken şöhretin insan psikolojisine etkisi üzerine kafa yoruyor. Karaaslan’ın filmografisinde önemli bir yeri olduğuna şüphe yok.