Adını Yunan mitolojisindeki Kral Oedipus’un öyküsünden alan Oedipus Karmaşası (kompleksi), Freudcu analizin merkezi kuramıdır. Freud’un psiko-seksüel bakış açısına göre; erkek çocuğun annesine karşı duyduğu güçlü bir “sahiplenme” duygusu, rakip olarak gördüğü babasına karşı ise düşmanca beslediği duyguların toplamıdır. Freud’un bu kuramdaki erkek merkezci yaklaşımına karşı, (ki kendisi bu yaklaşımında çokça eleştirilmiştir!) Freudcu revizyonistler daha sonra kuramın kadına özgü karşılığı olan ‘Elektra Karmaşası’nı benimsemişlerdir.
Karakter gelişiminin temel öğeleri olan “ahlak duygusu ve romantik ilişkinin” bütünleşmesini tanımladıkları için “oedipal temalar” filmlerde sıklıkla işlenir. Oedipal karmaşayı, listedeki filmlerin bir kısmı tüm açıklığıyla senaryonun ana teması hâline getirirken, bir kısmı da insan ilişkileri ekseninde bütünün bir parçası olarak işler.
1-Psycho (1960, Alfred Hitchock)
Hithcock’un en deneysel işi olarak kabul ettiği Psycho; Haneke’den Scorsese’ye, sinemaları farklı uçlarda gezinen birçok yönetmenin “biricikliğinde” birleştiği o özel filmlerdendir. Film, çekilişinin üzerinden yarım asır geçmesine rağmen keşfedilmeye yönelik cazibesini hâlâ korur. Örneğin; Gus van Sant ve Christopher Doyle ikilisi, Psycho üzerine 20 milyon dolar bütçeli bir “sanat projesi” (Doyle, ünlü sinematografistlerin söyleşilerinden oluşan Sinematografi adlı kitapta, çektikleri filmin bir ‘yeniden çekim’ değil sanat projesi olduğunu özellikle vurgular!) dahi çekilmiştir.
Phoenix’de başlayan hikâyede, Marion Crane patronunun iş ortağının kendisine emanet ettiği parayla kaçar. Kendisinden şüphelenen polis de peşindedir. Sevgilisiyle buluşma hayali olan Marion, ıssız bir bölgedeki Bates Moteli’nde gecelemeye karar verir. Otelin sahibi Norman Bates, odasına geçmeden önce Marion’u sohbet etmeye davet eder. Marion, kuşlara ve annesine karşı takıntılı olduğunu anladığı bu gencin yanından odasına geçer. Sonrası ise sinema tarihinin en ünlü sahnelerinden birine çıkar; duşta geçen bir sahneye!
Özünde Oedipal olan ‘sahiplenici ebeveyn’ kavramı, Psycho’da içsel karmaşa ve şiddetin kaynağı konumundadır.
2-The Graduate (1967, Mike Nichols)
Döneminin kültleşmiş filmlerinden olan The Graduate’de bizi, henüz toy bir Dustin Hoffman karşılıyor. Ben (Dustin Hoffman), üniversiteyi yeni bitirmiştir ve yoğun bir çevre baskısı görmektedir. Dinlenmek üzere şehir dışındaki evlerine gittiğinde, burada babasının patronu Mr. Robinson’un eşiyle karşılaşır. Bu karşılaşma; Ben, Mrs. Robinson ve Robinson’ların kızı Eleni üçgeninde yaşanacak olan ilişki ağının başlangıcını fitiller. Filmde oedipal bir kavram olan ‘anne karmaşası’, çoğu filmde olduğu gibi ‘ilişkisiz bir anne figürü’ üzerinden işlenir.
3-Harold and Maude (1971, Hal Ashby)
Harold, yirmili yaşlarda, takıntılı bir şekilde ölüm ve intihara ilgi duyan depresif bir gençtir. Bu takıntısı öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, bulunduğu tek sosyal ortam cenaze merasimleri, kullandığı araba da cenaze arabasıdır. Maude ise; hayat heybesini çoktan doldurmuş, altmış yaşlarında neşe dolu bir kadındır. İkisinin yolu ise bir cenaze merasiminde kesişir. Aralarında başlayan arkadaşlık, çok geçmeden aşk ve cinsellik dolu bir ilişkiye dönüşecektir.
4-Chinatown (1974, Roman Polanski)
Özel dedektif Jack Gittes, kendisini Los Angeles Su Departmanı başmühendisinin eşi Evelyn Mulwray olarak tanıtan bir kadın tarafından ziyaret edilir. Kocasının kendisini aldattığını söyleyen kadın, Gittes’den kocasını takip etmesini ister. Teklifi kabul eden Gittes, başmühendisi genç bir kızla fotoğraflayarak dosyayı kapattığını düşünür. Kısa bir süre sonra Mr. Mulwray’in ölümüyle birlikte; Gittes kendisini milyon dolarlık rant ve çarpık aile ilişkilerinin iç içe sarmalandığı bir resim içinde bulur.
5-La Luna (1979, Bernardo Bertolucci)
Ergenlik çağındaki Joe, tam da bu dönemde ihtiyacı olan baba varlığını, annesi Caterina’yla evli olan Douglas’ta bulamaz. Bunun da ötesinde, bunalımda olan Douglas’ın gözü önünde ihtihar etmesi, Joe’da sarsıcı bir etki yaratır. Douglas’ın intiharından sonra Joe ile Amerika’dan İtalya’ya taşınmaya karar veren Caterina, opera sanatçılığı mesleğini burada sürdürmeye çalışır. Caterina’nın yoğun bir çalışma temposuna girmesiyle gittikçe birbirinden uzaklaşan anne-oğul, Joe’nun uyuşturucu bağımlılığıyla tekrar yakınlaşır. La luna’da Ma Mère gibi ele aldığı konuyu, oedipal temaları işleyen çoğu filme göre ‘sert’ ve ‘doğrudan’ bir dille ele alır.
6-The Shining (1980, Stanley Kubrick)
Stanley Kubrick’in, Stephen Hawking’in aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı The Shining; üzerine basılı bu iki ismin mühürüne yakışır şekilde “rahatsız edici bir gerilimi” her karesinde hissettirir.
Terrence ailesi, Rocky dağlarının eteklerinde kışın kapalı olan Overlook Oteline bakım işlerini üstlenmek üzere yerleşir. Bir süre sonra baba Jack Terrence’in cabin fever (kulübe çılgınlığı) bunalımına girip cinnete sürüklenmesiyle, aile üyeleri kendilerini metafizik olayların etrafında gelişen bir trajedinin içinde bulur.
‘İğdişlik kaygısı’ kavramı, ıssız bir otelde elinde baltayla oğlunu kovalayan psikotik bir babanın olduğu The Shining’te üst düzeyde işlenir.
7-Misery (1990, Rob Reiner)
Popüler roman yazarı Paul Sheldon, ıssız bir bölgede trafik kazası geçirir. Onu bulan ise, yazdığı Misery Chastain serisinin büyük bir hayranı olan hemşire Annie’dir. Evine taşıdığı yazara büyük bir özenle bakan hemşire, Misery Chastain’in serinin sonunda öldüğünü okuyunca çılgına döner ve yazarı sakatlayıp kendine bağımlı (iğdiş edilmiş) hâle getirir. Bakıcı figürünün tehdit edici hâle geldiği ‘rolün tersine dönüşü’, bilinç dışı düzeyde çocukluktaki ebeveyn cezalandırılmasından duyulan korkuyu akla getirir.
8-Ma Mère (2004, Christopher Honoré)
George Bataille’ın aynı adlı romanından uyarlanan Ma Mère’de başrolü, nevrotik rollerdeki rüştünü ispat eden Isabella Hubert üstleniyor. Ergenlik çağını sıkıntısız ve rahat bir ortamda, babaannesinin yanında geçiren Pierre; yaz tatilini geçirmek üzere Kanarya adalarına anne ve babasının yanına gider. Burada anne ve babasının nefrete varan çatışmalı ilişkileriyle karşılaşan Pierre, babasına karşı olan mesafeli tutumuna karşın annesiyle yakın bir bağ kurar. Annesi Helen’in seks ve alkol dolu hayatına gittikçe daha çok çekilen Pierre, babasının ölümüyle birlikte annesine olan duygularını bağımlılık boyutuna taşır. Aralarındaki ilişkinin cinsel gerilim boyutuna ulaşmasıyla, Helen’in Pierre’le olan anne-oğul ilişkisi ‘kutsal’ sınırlarını aşacaktır.
Çınar Ünal