Feminizm, 1970’li yılların sonunda önemli bir dönüşüm geçirerek farklı teorik yaklaşımların ve eylem biçimlerinin şekillenmesine zemin hazırlar. İkinci dalga feminizmin etkisiyle kadın hakları mücadelesi, yalnızca hukuki ve siyasi eşitlikle sınırlı kalmayarak, toplumsal cinsiyetin kültürel, ekonomik ve psikolojik boyutlarını da ele alan daha geniş bir perspektife evrilir. Bu dönemde, cinsellik, iş yaşamı, anne, baba ve aileye dair kültürel tabular, feminist mücadeleye kendini adayanların gündeminde daha fazla yer alır. Aynı dönemde, feminizm, Avery Corman gibi yazarların 1977’de yayımlanan Kramer Kramer’a Karşı ve benzeri kitaplarıyla açıkça eleştirilmiş olsa da serbest bir uyarlama olan ve iki yıl sonra vizyona giren aynı isimli film, bu eleştiriyi yönetmeni ve senaristi Robert Benton’ın yaklaşımıyla farklı bir yöne evirir. Film, özellikle Joanna Kramer (Meryl Streep) karakteri üzerinden, toplumsal cinsiyet rolleri, annelik ve bireysel kimlik arayışı gibi temaları derinlemesine inceler. Joanna’nın yaşadığı duygusal çatışmalar ve kendini yetersiz hissetme hâli, onun impostor (sahtekârlık) olgusu ile mücadele ettiğine dair bir okuma yapmaya imkân tanır.
Impostor olgusu, bireylerin kendi başarılarını içselleştirememesi ve kendilerini “sahtekâr” gibi hissetmeleriyle karakterize edilen psikolojik bir durumdur. 1978 yılında araştırmalarına dayanan bir makale ile psikolog Pauline Rose Clance ve Suzanne Imes, Impostor olgusunu literatüre kazandırırlar. Başarılarını dış faktörlere, şansa veya başkalarının yardımına mal eden, kendi yetkinliklerini küçümseyen, hata yapmaktan korkan, başkalarının beklentilerini karşılayamama endişesini taşıyan, sahip oldukları rolü veya pozisyonu hak etmediğini düşünen, kendilerine karşı fazla eleştirel olan bireylerin Impostor olgusuna sahip olduğunu ortaya koyarlar. Impostor olgusunun pek çok sebebi bulunur. Bireyler çocukluktan itibaren birçok sosyal beklenti ile karşılaşır ve bu beklentileri karşılayabilmek için yoğun bir baskı altında hissedebilir, toplumun değer yargıları da bireylerin kendilerine olan güvenlerinde belirleyici bir zemin oluşturur. Bu durum, özellikle yüksek başarılı kadınlarda daha sık görülür, çünkü toplumsal cinsiyet rolleri, kadınların başarılarını küçümsemelerine ve kendilerini yetersiz hissetmelerine ve bundan dolayı sahtekâr olduklarını düşünmelerine yol açar.[1]
Joanna Kramer’ın film boyunca sergilediği davranışlar ve duygusal çatışmalar, bu fenomenle önemli benzerlikler taşır. Filmin açılış sahnesinde, Joanna, oğlu Billy’yi (Justin Henry) öper ve eşi Ted’in (Dustin Hoffman) yeni bir terfi aldığını kutlamak üzere eve gelmesini bekler. Ted eve gelmiştir, biraz sonrasında ise, henüz “görünür” veya “meşru” bir sebep olmaksızın, Joanna, onu terk ettiğini söyler ve kapıyı açıp çıkar. Asansöre kadar kendisini takip eden eşi Ted’e, sorunun kendisiyle ilgili olduğunu ve Ted’in yanlış insanla evlendiğini söyler. “Berbat bir anne olduğunu” ve oğlunun kendisinin olmadığı bir dünyayı hak ettiğini söyler. Bu ifadeler, Joanna’nın derin bir değersizlik hissi ve kendini kanıtlama ihtiyacı yaşadığını gösterir. Joanna, toplumun ona giydirdiği anne elbisesini yeterince iyi bir şekilde taşıyamadığından neredeyse emindir, eşi ve çocuğuna layık olmadığını açıkça ifade etmekten çekinmez; anne pozisyonu için müthiş bir performans kaygısı yaşar, öyle ki nereye gideceğini ve ne yapacağını da bilmez, sadece omuzlarındaki bu yükleri taşımak, daha fazla katlanabileceği bir durum değildir.
Joanna’nın yaşadığı değersizlik hissi, dönemin toplumsal cinsiyet rollerinde kadın için belirlenen kariyer öğretisi ve annelik beklentileriyle daha da pekişir. Ted’in ısrarıyla çalışmayı bırakması ve bakıcı tutmaya yetecek kadar para kazanamayacağına dair eşinin görüşünü içselleştirmesi, Joanna’nın kendine olan güvenini iyice zedelemektedir. 1970’lerin toplumsal normları, kadınların hem iyi bir anne hem de başarılı bir birey olmasını beklerken, Joanna bu ikilem arasında sıkışır.
Öte yandan, normatif aile kurumunda babanın başat sorumluluğu ise bugün olduğu gibi eve ekmek getirmektir, yaşamındaki başarı basamakları sahip olduğu pozisyonun ötesine de geçerek eve daha fazla ekmek getirebilmekle çıkacağı merdivenlerdir. Çocuk bakımı, temizlik gibi sorumluluklar, alışılageldiği üzere anneye aittir ve aksi, bir çatışma doğurur. Annenin kendi rızasıyla ortadan kaybolduğu bir aile resmi toplumun geniş kesimlerince kolayca kabul edilebilir olmaktan uzaktır; çocuğunu üzgün, başarılı eşini ise her işe koşmaktan harap olmuş bir şekilde bırakan anne elbette “sorumsuz” ve “suçlu”dur. Joanna’nın evi terk etmesi, Ted’in yaşamında önemli bir dönüşümü tetikler. Ted, dönemin toplumsal normlarına aykırı şekilde, standart baba rolünün ötesine geçmek zorunda kalır. İş yerinde yaşadığı stres ve karmaşayı evine, evinde büyüttüğü çocuğun dertlerini işine taşımama vazifesini üstlenmelidir.
Zorlansa da çocuğuna hem iyi bir anne hem iyi bir baba olabilmeye çalışan Ted, aradan geçen ayların sonunda Joanna ile tekrar karşılaştığında, Joanna, yaşama dair başarılarını içselleştirmiş gibi görünen, “hatasını” bir öğrenme fırsatı olarak görmüş ve kendisini olduğu gibi kabul etmiş, birey olmanın sorumluluğu üstelenecek güce sahip bir kadın olarak belirir. Nitekim, Impostor olgusunu aşabildiği izlenimi verir; kendine şefkat gösteriyor ve güveniyor, kırılganlığını paylaşabiliyordur. Impostor olgusuna sahip bireyler, başarıları ile birlikte özgür kimliklerinin arayışındadır; Joanna evi terk ettikten sonra kendi kimliğini ve bağımsızlığını yeniden kazanmaya çalışarak kendini kanıtlama ihtiyacına cevap verebilmiş görünür. Çocuk sahibi bir anne olması, kendini daha yaratıcı ve özgün ifade edebileceği farklı kimlikler edinmesine artık engel teşkil etmez. Ancak, Impostor olgusunu aşabilmesi o kadar kolay olmayacaktır.
Normatif aile kurumunda çocuklu bir ev hanımının en büyük başarısı çocuğunu en iyi şekilde büyütmek ve eşinin ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bunun sürekliliği aile kurumu için vazgeçilmezdir. Joanna, duruşma salonunda kendisini Impostor olgusuna iten nedenlerle yüzleşmek zorunda bırakıldığında kimlik arayışı ve özşefkati için terk ettiği normatif aile kurumu, terkin gerekçelerini rasyonalize etmek için evliliği boyunca eşinden şiddet veya taciz görüp görmediğini sorgularken, aradan geçen aylarda bir başka erkekle birlikteliğini sadakatsizlik olarak niteler. Söz konusu birlikteliğin sürekliliğine dair kaygı bile bir başarı kriteridir, nitekim Joanna’dan da beklenen en büyük başarı ölçütü evliliğinin sürdürülebilirliği olmuştur.
Joanna, evi terk ettiği ve ansızın tekrar ortaya çıktığı süreye değin kendi kimliğini ve bağımsızlığını yeniden kazanmaya çalışır ve iş hayatında başarılı olur; ancak, bu başarıyı içselleştiremez ve kendini hâlâ “sahtekâr” gibi hisseder. Bu durum, impostor olgusundaki başarıyı kabul etmeme eğilimiyle benzerlik gösterir. Evet, Joanna, film boyunca kendine dair bir keşfe çıkar. Ancak, bu süreçte yaşadığı değersizlik hissi ve kendini kanıtlama ihtiyacı tamamen ortadan kalkamayacaktır. Özellikle duruşma sahnelerinde, Ted’in avukatının onu “kötü bir anne” olarak göstermesi, Joanna’nın kendine olan güvenini iyice sarsar. Bu durum, impostor olgusundaki başkalarının beklentilerini karşılama kaygısı ile örtüşür.
Sözkonusu içsel çatışmalar, toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlar üzerindeki görünmez baskısını gözler önüne sererken, impostor olgusunun da yalnızca bireysel bir psikolojik durum olmadığını, aksine sosyal ve kültürel dinamiklerle iç içe geçtiğini ortaya koyar. Joanna’nın çalışma hayatında var olabilmek adına verdiği mücadele, yalnızca mesleki bir yeterlilik sınavı değil, aynı zamanda onun bir anne ve birey olarak meşruiyetini kanıtlama çabasıdır. Oysa Ted, baba rolünün dışına çıkıp ebeveynlik sorumluluklarını üstlendiğinde, toplum tarafından takdir edilir ve bu, onun kimliğinin sorgulanmasına neden olmaz. Joanna ise ne kadar yetkin ve başarılı olursa olsun, toplumun anne rolüne biçtiği geleneksel kalıpların dışına çıktığında suçluluk hissine sürüklenir ve bu, impostor olgusunu daha da derinleştirir.
Kramer vs. Kramer, Joanna karakteri üzerinden kadınların hem bireysel kimliklerini inşa etmeye hem de toplumsal normların getirdiği beklentileri karşılamaya çalışırken yaşadıkları çelişkileri de aynalar. Joanna’nın kendini yetersiz hissetmesi, başarısını içselleştirememesi ve sürekli kendini kanıtlama ihtiyacı, impostor olgusunun en belirgin yansımaları olmuştur. Ancak, film boyunca Joanna’nın gelişimi, bu duygu durumunun tamamen aşılmasa da yönetilebileceğini ve bireyin kendine şefkat göstererek, toplumsal kalıpların ötesine geçebileceğini gösterir. Joanna’nın yaşadığı dönüşüm, sadece bireysel bir özgürleşme hikâyesi değil, aynı zamanda kadınların kendi kimliklerini yeniden tanımlama süreçlerine ve normatif aile kurumundaki mücadele alanına dair önemli bir anlatıdır.
[1] Clance, P. R., & Imes, S. A. (1978). The imposter phenomenon in high achieving women: Dynamics and therapeutic intervention. Psychotherapy: Theory, Research & Practice, 15(3), 241–247