Valdimar Jóhannsson’ın ilk uzun metrajlı filmi Lamb (2021) 74.Cannes Film Festivali bünyesinde Un Certain Regard bölümünde yarışan filmler arasında yer alarak geçtiğimiz yılın ilgi çekici eserlerinden biri olduğunu hızla tescillemiş oldu. Bölümün ana ödülünü eve götüremese de “Prize of Originality” (Özgünlük Ödülü) ile yarışmadan ayrılan yapımın oyuncu kadrosunda Noomi Rapace, Hilmir Snær Guðnason, Björn Hlynur Haraldsson ve Ingvar Sigurðsson gibi isimler yer alıyor. Geldiği coğrafyanın kendine has sinemasının özgün örneklerinden biri olan bu ilk film, izleyeni karanlık bir kuzey masalına davet ediyor.
Lamb (2021) İzlanda kırsallarında izole bir yaşam süren genç bir çiftin ummadıkları bir anda ailelerine katılan bir bebek ile hayatlarında değişenleri odağına alıyor. Maria ve Ingvar diğer insanlardan uzakta, hayvanları ve arazileri ile günlerini geçirdikleri kendilerine ait sakin bir hayat sürmektedir. Kelimelerin oldukça idareli kullanıldığı filmde, çiftimizin ilk uzun soluklu sohbetlerinde durumun her zaman böyle olmadığını anlarız. Bahse konu olan havadan sudan meseleler, geçmişe dönme isteği gibi ipuçları ortada hüzünlü bir kaybın söz konusu olduğunun emarelerini gösterir. Maria ve Ingvar’ın evi, her odasına hâsıl olan sessizlikle, mutluluğun bir süredir uğramadığı ve grinin hüküm sürdüğü bir evdir.
Bu kasvetli atmosferin dağılmasını sağlayan -en azından bir süreliğine- kayıplarının yerini doldurmak olur. Çocukları olmayan bu genç çift, bir gün koyunları arasında bir bebek bulur ve onu sorgusuz kabullenerek kendi çocukları gibi yetiştirmeye başlar. Ne bu konuda bir tereddüt yaşanır, ne de konu üzerine tek bir kelime söylenir. İçgüdüsel ve gayet normalmişçesine anında duruma adapte olurlar. Kimsenin bu durumla bir derdi olmayışı da aslında biz izleyenler için alarm verici olur.
Maria’nın eve getirdiği küçük yavruyu hemen sahiplendiği ve bunu bir lütuf gibi gördüğü aşikârken, ilk anlarda Jóhannsson’ın eşi Ingvar için aynı açıklığı sunduğu söylenemez. Bu durum kısa bir süreliğine de olsa “Acaba Ingvar bu duruma karşı çıkar mı?” beklentisi oluşturuyor. Ancak film çatışmasını buradan kurmuyor. İzlanda dağlarındaki o uzak evde, iki aile ferdi de bu kabullenişi sorgulamadan hayatlarına adapte ediyor. Film, uzunca sayılabilecek bir süre ailenin yeni ferdini bizlere tam olarak göstermese de kuzunun bir insan yavrusu gibi bakılması ve genel atmosfer ortada garip bir şeyler döndüğünü anlatmaya yetiyor. Ki çok geçmeden Ada’nın yarı kuzu yarın insan bir bebek olduğunu net bir şekilde görüyoruz.
Doğanın Gizemi
Biraz geri sarıp filmin başlangıç noktasını ele almak bu noktadan sonra daha fazla anlam kazanıyor. Ağır adımlar ve bir hayvana ait gibi duyulan ama emin olunamayan derin soluk sesleri ile açılıyor film. Sisli fırtınanın içinde bir at sürüsü görüyoruz. Adımların sahibinin atları korkutup kaçırması ilk dakikalarda bir anlam ifade etmiyor belki ama hikâyenin devamı için önemli bir ipucu taşıyor. Kameranın bu gizemli ve korku uyandıran karakterin gözünden takip ettiği atların korkusunun sebebi pek de boş değil. Kaçan atların hemen ardında görünen evin ışığı, tehdidin bir sonraki hedefini de gösteriyor. Daha ilk andan bilinmeyenin getirdiği tekinsizlik, gri sisin içinden yönetmenin istediği noktaya yönlendiriyor izleyeni.
Radyodan gelen anonsla Noel gecesi olduğunun haberini alıyor ve koyunları bu kadar korkutan ziyaretçinin kim olduğunu anlayamasak da etkisini izliyoruz. O gece ağılda olanların sonucu dünyaya gelen Ada’nın, bir Noel gecesi kâbusu mu yoksa mucizesi mi olduğunu söylemek güç. Ancak bu seçimin özellikle yapılması da sembolik bir değer taşıyor.
Hristiyanlıkta İsa’nın önemli temsillerinden biri olan kuzu, aynı zamanda sıklıkla masumiyet ve saflığı sembolize eder. Bu sebeple İsa’nın doğumunu müjdeleyen Noel gününde yaşanan bu olayın da güçlü bir imge olduğu rahatlıkla söylenebilir. Filmin sonunda gizem perdesi kalktığında ve tüm canlıları ürküten karakterin yarı koç yarı insan olduğunu gördüğümüzde de bu kez bir başka geçmiş anlatısı gündeme gelir. Pagan inanışta sıkça yer edinen yarı insan yarı hayvan tanrıları düşünerek, karşımıza çıkan bu ‘baba’ figürünün filmin pagan mitolojik anlatılardan da beslendiğini söyleyebiliriz.
Filmde Maria ve Ingvar televizyonda halk masalları ile ilgili bir program izlediklerine dair minik bir ipucu veriyor. Bu aslında filmin kendine bir selam göndermesi, nerede durduğunu göstermesi gibi. Lamb karanlık bir halk masalı, çocukların annelerinden koparıldığı, insan gövdeli hayvan başlı karakterlerin yer aldığı, Ada gibi çocukların dünyaya geldiği ürkütücü düş dünyalarını anlatıyor.
Türcülük: İnsan Türünün Üstünlüğü Varsayımı
Evin kedisi, sadık köpekleri, besledikleri koyunlar… Hepsi olan biteni Maria ve Ingvar’dan daha iyi biliyor. Kedi, köpek, koyun, insan gibi farklı türlerin karakteri olduğu hikâyenin içinde Valdimar Jóhannsson türler arası ilişkiye bir çerçeve çiziyor. Hikâyenin odağındaki insan türü diğerlerinden üstün olduğunu, hâkim olduğunu, eylemlerinin sonuçları olmayacağını düşünüyor. Durum böyle olmadığı gibi, gelinen sondan şöyle bir geriye bakınca aslında başından bu yana hiçbir şeyden haberi olmayan, kendini üstün zannederken etrafında neler olduğuna dair tek bir fikri olmayan tek tür insanlar.
Kendini üstün gören, doğaya hükmettiğini düşünen, ondan istediğini alabileceğini sanan -hatta bu konuda üzerine dâhi düşünmeden otomatik olarak bu kanaate sahip- Maria ve Ingvar bu yanılgı içinde olduklarını anne koyuna yaptıkları muamele ile açıkça gösteriyorlar. “Bir bebeğin doğduğu anda annesinden zorla ayrılması” cümlesi ne kadar tepki uyandırıyor? Peki bu örnekteki bebek ve anne insan değilse bu yapılan eylemi daha mı masum kılıyor? Lamb bu soruları doğrudan sormuyor belki ama türler arası önyargılara ve normalleştirilmiş türcülüğe bir ayna tutuyor. Ada’nın biyolojik annesine yapılan da türcülüğün en barbarca örneklerinden oluyor.
Filmin genel temposunun oldukça ağır olması önemli bir estetik tercih olduğunu net bir şekilde belli ediyor. Sakinliği, durağanlığı kendine bir pekiştirici olarak kullanan yapım, etkiyi yoğunlaştırarak tekinsizlik ve huzursuzluk dozunu artırıyor. Hikâyenin geçtiği sisli dağların, mat gökyüzünün, pastel arazinin etkisi de tablovari sinematografisine katkı sağlıyor. Burada filmin yapımcıları arasında yer alan Béla Tarr’ın yönetmen Jóhannsson’ın akıl hocası olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kuzey sinemasının kendine has ağırlığını, gerilimi artırmak üzere kullanan yapımın Midsommar (2019) ve Border (2018) gibi yakın coğrafyalarda geçen örneklerinin izinden gidip gitmediği yoruma açık olsa da filmin tamamına hâkim olan diken üstünde oturtma yeteneğini diğer örnekler ile paylaştığı söylenebilir.