Dünya prömiyerini 43. Moskova Film Festivali’nde, Türkiye prömiyerini ise 40. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştiren ve İstanbul Film Festivali Jüri Özel Ödülü ile Adana Altın Koza Film Festivali İzleyici Ödülü’nün sahibi Sen Ben Lenin (2021) hakkında yönetmen Tufan Taştan ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Merhabalar. Öncelikle bu röportajı gerçekleştirmenin mutluluğu içinde olduğumu bir kez daha belirterek sorularıma başlamak istiyorum.
Kariyerinize baktığımızda performans sanatı, sokak tiyatrosu gibi oluşumlarla sanatın içinde varoluş direnişiniz var. Ki zaten Direnişte Sanat isimli bir kolektifin kuruluşunda yer alıyorsunuz. Sanat sizin için nasıl bir yerde konumlanmakta, bizimle paylaşır mısınız?
Sanatı bir direnme biçimi olarak görüyorum. İçerisinde bulunduğumuz karanlık günlerde nefes alabilmek ve bu günleri anlatabilmek için bir direniş biçemi olarak konumlandırıyorum. Ben, bu düzenle derdi olan bir anlatıcıyım. Bu derdimi sanat aracılığıyla insanlarla paylaşmaya çalışıyorum. Sanat ve hayat arasında bir bağ kurmaya, küfemde taşıdığım hikâyelerle insanlara temas etmeye çalışıyorum. Üniversite yıllarımda tiyatrodan müziğe kadar sanatın farklı disiplinlerinde çalışmalar yaptım. Ardından 2010 yılında ilk kısa filmimi çekmemle birlikte sinemanın büyüsüne kapıldım. İlgilendiğim farklı disiplinlerin hepsini sinemada bir araya getirmenin gücüne ikna oldum. Edebiyattan tiyatroya, müzikten plastik sanatlara kadar sinemanın kapsayıcılığı ve zamana karşı yaşaması beni etkiledi. Lenin’in de dediği gibi “Tüm sanatlar içinde sinema bizim için en önemlisidir.”
Sen Ben Lenin filminin hikâye merkezinde aslında en belirgin olan şey bir heykel. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Lenin’in birçok heykeli tahrip edilmiş ve denize atılmıştı. Bu heykellerden biri de Düzce’ye kadar gelmiş. O yıllarda söz konusu haberi gördüğünüzde heykelin yolculuğunu size ulaştıran, size bir hikâye anlatıcısı misyonu yükleyen ne oldu? Neden o haber, neden Lenin ve neden şimdi?
Bu haberi ilk 2005 yılında heykelin belediye tarafından dikilmek istenmesinin ardından Radikal Gazetesi’nde atılan “Akçakoca çıkışı Lenin’de arıyor” manşetiyle duymuştum, gülümsemiştim. Mucizevi ya da bilimsel olarak bir heykelin iki yılı aşkın süre dalgalarla mücadele etmesi ve koca Karadeniz’i aşarak Akçakoca’da kıyıya vurması enteresandı. Bu heykelin Lenin olması ise ilgi çekiciydi. O zaman bu olay hafızamda yer etmişti. Aradan 10 yıl geçti, bir gün Barış’a bu haberi anlatıp “Lenin heykeli kasabanın meydanına dikilseydi ne olurdu?” diye sordum, Barış da “Film olurdu.” dedi. O gün bu yarım kalmış gerçeği tamamlamaya karar verdik. Kapitalizm, her şeyi alıp sattığı bir dönemde bakalım Lenin’in heykeliyle nasıl mücadele edecek dedik. Acaba Lenin meydana dikildiğinde kasabaya turist mi çekecek, kasabalı mı kalkınacak, türbeye mi dönüşecek yoksa kasabayı mı örgütleyecekti? Aklımızda birbiri ardına sorular belirmişti. Biz de doğru yerde olduğumuza inanıp yola çıkmaya karar verdik. Lenin ile başlayan fakat sonra kendi gerçeğini yaratan bir film için kolları sıvadık.
Daha önce de Seyrek Yağmur kitabından uyarlanan Söz Uçar (2017) filminde çok değerli yazarlarımızdan Barış Bıçakçı ile bir araya geldiniz. Bu beraberlik umarız daha uzun senelerce devam eder. Peki, bu iki özel insan film yapmaya nasıl karar verdi, sizi buluşturan ne oldu?
Aslında ikimiz de Ankara’da yaşıyoruz, yaşadığımız yere benziyoruz. Barış ile daha öncesinden tanışıyorduk fakat birlikte film yapma fikri ilk kez bu hikâyeyi ona anlattığım gün ortaya çıktı. Elbette ara ara konuşuyor, paslaşıyorduk. Sinema, sanat, hayat ve politika üzerine hasbihal ediyorduk ama bizi birlikte yola çıkaran Lenin oldu. 2015 yılının Kasım ayında başladık senaryoyu yazmaya. Sonra araya bir de kısa film sıkıştırdık. Sen Ben Lenin’e es verip apar topar bir hışımda Söz Uçar’ı çektik. Direnişe ve direnenlere katkı sunmasını arzuladık. Sonrası yine Sen Ben Lenin. Sadece senaryo aşamasında değil bu filmi bitirene kadar bütün süreçlerde yoldaşım oldu Barış, emeği çok büyük ve değerli. Şimdi ikinci uzun metrajın senaryosunu bitirmek üzereyiz. Güzel başladık, güzel devam ediyoruz. Barış ile birlikte sinemaya ve dünyaya aynı yerden bakıyoruz, dertlerimiz ortak. Bu nedenle güzel bir birliktelik olduğunu düşünüyorum.
Sen Ben Lenin, türünün en başarılı örneklerinden biri oldu kesinlikle. Filmde dikkat çeken önemli detaylardan biri de bir anti-kahraman içermemesi. Barış Falay’ın canlandırdığı Erol karakteri asabi bir komiseri canlandırsa da seyirci Erol ile kısa sürede bağdaşıyor, onu benimsiyor, fevri davranışları izleyenleri rahatsız etmiyor. Erol’un bu hassas kişilik terazisini nasıl dengelediniz?
Karakterlere yaklaşırken belli bir mesafede durmaya özen gösterdik. Aynı şekilde seyircinin de bu mesafeyi yaşaması bizim için değerliydi. Filmdeki bütün karakterler için geçerli bu düşüncem. Aslında polislere ilk başta iyi polis kötü polis klişesi ile yaklaşılsa da bizim için o klişe sadece bir taşıyıcı oldu. Sorunuzda da dediğiniz gibi, salt iyi ya da salt kötü pozisyonlar hiç almadık. Erol karakteri evet daha geleneksel, klasik yöntemlere hâkim, öfkeli ve küfürbaz bir polis ama bir yanıyla da hafta sonu görevlendirilmekten muzdarip eşinden boşanmış bir kız babası. Ufuk ise daha hayalperest, belki üniversite mezunu, sonradan polis olmuş bir karakter. Fakat toplamında iki polis de sistem için yalnızca birer piyon. Bu iki polis istemeseler de kendilerine verilen görevi tamamlamak için varlar, aslında taşıyıcılar. Aslında film içinde kasabanın anlattığı hikâyeye aracı rolündeler. Polislere verilen cevap, düzene bir sitem.
İzninizle Komiser Ufuk’a da değinmek istiyorum. Erol’un aksine daha nahif, sakin ve belki daha duygusal bir portre çiziyor Ufuk. Sorguda verilen cevaplardan tatmin olmadığında sık sık pencere kenarında dışarıyı izliyor. Film ise anlatı yapısını bu sahnelerde pencere dışındaki görsellerle daha da destekliyor. Aslında Ufuk Komiser’in şüphesiyle aranılan cevabın dışarıda bir yerde olduğunu seziyoruz. Film genelindeki diyaloglar, senaryo ve oyunculuklar bu kadar güçlüyken sizi pencerenin ardında semiyotik anlatıya yönelten ne oldu?
Yukarıda kısmen bahsettiğim gibi Erol’u ‘eski’yle, Ufuk’u ‘yeni’yle kurmaya çalıştık. Ufuk’un takıntılarından hayal dünyasına kadar geniş bir yelpaze açtık. Hikâyenin soğukkanlı ve ince eleyip sık dokuyanı o oldu. Pencereler konusunda ise amacımız tek mekânda anlattığımız hikâyeyi sinemanın gücü aracılığıyla desteklemekti. Seyircinin nefes aldığı ve nefes alırken filmin arka planında ilerleyen hikâyeye dair metaforlar gördüğü bir alan oldu pencereler. Her bir pencere kasabaya açılmakla birlikte gösterdiği birbirinden farklı imgelerle ana hikâyeye temas etme düşüncesiyle kuruldu. Lenin ile başlayan ve Ahmet Abi’yle son bulan bir hikâye anlatıyoruz. Pencereler bu ana hikâyeyi görsel olarak destekliyor ve seyirciye yapbozun parçalarını sunuyor diye düşünüyorum.
Filmin bana kalırsa en güçlü karakterlerinden biri de Mâlik Hoca. Ortodoks bir Marksist olan Lenin’den yola çıkacak olursak, filmde bir din insanı görmek kapsamlayış, belki de eşitlik kavramını fazlasıyla takip eden bir anlatı yaratıyor. Mâlik Hoca’nın Lenin heykeline yaklaşımı da alışılagelmiş muhafazakâr tutum ve davranışlardan daha ılımlı. İyi ve faydalı olan şeylere saygı duyuyor, görüşlerini Kur’an ayetleri üzerinden destekliyor. Böyle bir bilge karakter tasarlarken nasıl yol aldınız, çekinceleriniz oldu mu?
Derinlikli bir imam karakteri yaratmak istedik. Evet Leninist değil elbette ama heykel ile kurduğu ilişki kendi açısından tutarlı, kasabalı açısından değerli bir yerde duruyor. İmam Malik için mesele Lenin değil Ahmet Abi aslında. Kasabadan bir arkadaşı için elini taşın altına koyuyor, gerekirse yalan söylüyor ama arkadaşının anısını yaşatmaya çalışıyor. Topraktan gelenin toprağa gideceğine inanıyor. Lenin’in heykelinin ise bir fakiri ısıtmak için yakılmasından yana tavır gösteriyor. İdil Öğretmen’le farklı yerlerde dursalar da aynı bakış açısını başka bir notadan seslendiriyorlar. Dayanışma için, bir arada yaşamak için ihtiyacımız olan da tam bu değil mi zaten? Biz kendi içinde tutarlı ve tanıdık bir imam yaratmaya çalıştık, kasaba onu sevdi, o da Ahmet Abi’sini.
Sen Ben Lenin’in karakterleri işçi sınıfı ve kasaba halkından (köylüler) oluşuyor. Yani proletaryayı temsil eden bir duruşu var. Balıkçı, marangoz, çaycı, bakkal, öğretmen… Toplumun her kesimini kucaklayan; bizlerden, halktan bireylere yer veriliyor. Tam da Lenin’in hitap etmek istediği bir kitleye filminizde görünürlük sağlıyorsunuz. Bu detayı nasıl tasarladınız?
Ne zaman teşekkür edeceğimi bilmeden son sorulara doğru bekliyordum fakat dayanamayacağım. Çok güzel analizler içeren sorular sorduğunuz için teşekkür ederim. Her sorunuz birbirinden katmalı ve değerli oldu benim için… Bu sorudaki cevabınıza da harfi harfine katılıyorum. Amacımız bu kasabayı yaratırken Türkiye’nin bir panoramasını çıkarmaktı. Kocaman ülkeyi ufacık bir kasabaya sığdırmaya çalıştık. Bunu yaparken de sınıfsal olarak her kesime yer vermeyi arzuladık. Her karakteri, kendi içinde gündeliğiyle ve sorunlarıyla sahneye çıkarttık. Bir yandan bireysel olanı, bir yandan da toplumsal olanı ana hikâye üzerinden takip etmek istedik. Elbette çoğunluğu oluşturan sınıfa, yani halkın büyük kesimine ayrıcalık tanıdık çünkü onların hesaplaşma/yüzleşme hikâyesi bu.
Filminiz, Vladimir Lenin’in politik kimliğine neredeyse hiç değinmiyor. Ancak Lenin’in devrim harici özel hayatında bir sanatsever olduğunu biliyoruz. Fransa dönemindeki yıllarında sık sık mahalle tiyatrolarında işçi sınıfını gözetliyordu. Eminim Sen Ben Lenin’i izleme şansı olsaydı kendisi de büyük bir gurur duyardı. Leninist yani biraz daha açarsak sosyalist veya politik sinema sizin için ne ifade ediyor? Bu türde eserler vermeye nasıl bakıyorsunuz?
Gerçekten izleseydi ne derdi acaba biz de çok merak ediyoruz. Kendi heykelinin değil ama fikirlerinin/düşüncelerinin açtığı bir kapının üçüncü dünya ülkesindeki bir kasabadaki karşılığına tanık olmasını görmek isterdik. Bu arada Lenin’den bahseden ve “içine Lenin kaçmış gibi” onun cümleleriyle yaşayan bir karakterimiz var: İffet, onu es geçmeyelim. O büyük cümlelerin sahibi Lenin, o karakteri biz yazmadık. Devamındaki sorunuza gelecek olursak, ben politik olmayan bir sinemanın zaten olmayacağını düşünüyorum. Tıpkı kameranın kayıt düğmesine bastığınız her anın kurmaca olması gibi. Sinema hikâyeler anlatır bize ve bu hikâyeleri belirleyen şey politik tercihlerdir. “Hiç politik bir şey anlatmayacağım ben” iddiasıyla yola çıkan bir film de etliye sütlüye karışmadığı için doğal olarak egemenlerden yana taraf tutar, o da politiktir. Burada mesele hikâyenizin kimden yana olacağıyla ilgilidir. Ben halktan yana taraf tutuyorum. Bu düzenle bir derdim olduğu için hikâyeler anlatıyorum. Durduğum yer ve dünyaya bakışım nedeniyle ben ne yapsam zaten politik olacak. Kurduğum her cümle birilerinin canını sıkacak, birilerinin yaralarına ilaç olacak, birilerinin sorusu, birilerinin cevabı olacak. Anlatılan bizim hikâyemiz olmadığı sürece başka türlüsü de mümkün değil benim için.
İzleyen herkesin dikkatini çeken diğer bir konu da oyuncu kadrosu. Birbirinden değerli isimleri filminizde görmek heyecan verici. Peki, kendinizi kamera önünde konumlandırsaydınız Sen Ben Lenin’de hangi karaktere hayat vermek isterdiniz?
Başarmışım! Aslında çok ufak bir rolle görünüyorum. Filmdeki beyaz kostümlü ve maskeli olan, masala inanan çocuğumuz Ümit’i korkutan Olay Yeri İnceleme Polisi benim. En fazla o kadar görünmeye cesaret edebildim. Sorunuza gelirsek, sanırım Kahveci karakterini oynamak isterdim, çok güzel bir hikâye anlatıyor ya da yaşım tutsa Şinasi olmak isterdim. Çok yakışıklı olsam Fikret de olabilirdim. Bu film, tıpkı anlattığı hikâye gibi bir dayanışmanın sonucu olarak ortaya çıktı. Gerçekten filmde oynayan bütün oyuncu arkadaşlarım bizimle aynı hayali kurdu, derdimizle hemhal oldu. Gönüllü olarak bu hikâyede yer alıp bu filmi beyaz perdeye taşımamızı sağladılar, iyi ki varlar, var olsunlar.
Biraz da bireysel sorulara yönelmek isterim. Aslında siz de bir devrimcisiniz. Fizik Öğretmenliği ve Uzay Bilimleri bölümlerini yarıda bırakıp sanata yöneliyorsunuz. Tiyatro ve sinema ile buluşuyorsunuz. Böylesi güçlü bir karara nasıl ulaştınız?
En başından beri hep aklımdaydı. Hayat beni biraz uzun soluklu süreçlerden geçirdi. Bir sayısalcı olarak mezun olduğumda Fizik ve Uzay Bilimleri’nde buldum kendimi. Elbette yine film yapabilirdim, hikâyelerimi anlatabilirdim ama biraz yordu beni bu bölümleri okumak. Bir de üstüne üniversitede açılan soruşturmalar vs. derken bırakmak zorunda kaldım. Sonra DTCF Tiyatro Bölümü’nü keşfettim, özel yetenekle öğrenci aldığını ve sayısalcıların da girebildiğini öğrenmemle soluğu orada aldım. Ardından da çift anadal yapıp İletişim Fakültesi’yle birlikte okudum. Uzun soluklu bir eğitim hayatıydı benim için. Bitirdiklerimden çok yarım bıraktıklarım oldu. Hatta yüksek lisansım için de Ankara SBF’de Siyaset Bilimi’ni ve Dokuz Eylül GSF’de Sahne Sanatları’nı yarıda bıraktım. Okuduğum her bölüm kuramsal olarak birçok kapı açtı bende ama gerçekten öğrenmemi sağlayan pratik süreç oldu. Her kısa filmde başka bir şey deneyimledim, öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum.
Uzay ve Fizik kelimeleri yan yana geldiğinde o klâsik soruyu sormak istiyorum izninizle. Bilim kurgu ile aranız nasıl, bizleri gelecekte bir bilim kurgu filmi ile buluşturma ihtimaliniz var mı? Bilim kurgu sever biri olarak en merak ettiğim sorulardan biri bu oldu.
Fizik ve Uzay Bilimleri için her daim ilgim baki kalmakla birlikte, aramın profesyonel olarak iyi olduğunu söyleyemem. Ama bir gün politik bir hikâyeyi ele alan bilim kurgu bir film neden olmasın, Türkiye Sineması bakir bu alanda. Önemli olan anlatacağım hikâyenin o biçimi istiyor ve taşıyor olması.
Genelde kısa filmler ortalama bir sinema seyircisi için daha geri planda kalıyor. Sessiz Sinema (2010) Ve Jülyet (2011), +Değer (2012), Bir Kelime (2013), Vitrin (2014), Söz Uçar (2017) gibi kısa film kategorisinde sınıflandırılan eserleriniz var. Sinema serüvenine kısa filmlerle başlayan biri olarak siz bu durumu nasıl buluyorsunuz?
Evet kısa filmle bu sürece başlayan fakat kısa filmi, uzun metraja giden yolda bir basamak olarak görmeyenlerdenim. Tıpkı şiir ve roman gibi düşünüyorum, ikisi de edebiyat olmakla birlikte birbirlerinin yerini tutması ya da geçişkenliği çok zor alanlar. Sinemada da anlatacağınız hikâyenin biçimi kısa ya da uzun sadece metrajı belirliyor. Bundan sonra anlatacağım hikâyeler hangi formda daha iyi olursa onun üzerinden ilerleyeceğim. Genelde çok konuşmak ve derinleşmek istediğim için elbette uzun metraja ağırlık vermiş olacağım ama kısanın yeri ayrı bende.
Sen Ben Lenin hem dünya çapında hem de ülkemizde oldukça beğenildi. Bizleri böylesi güzel bir film ile buluşturduğunuz için tekrar çok teşekkür ederiz. Filmlerin, eserlerin aynı zamanda sanatçısından ayrı, özel bir karaktere sahip olduklarını düşünüyorum. Bu nedenle son olarak Sen Ben Lenin için duygularınızı bizimle paylaşır mısınız? Sizce Sen Ben Lenin nasıl bir film, ona ne söylemek istersiniz?
İnsanın içinde olduğu bir işe tarafsız bakması imkânsız. Altı yıldır uğraştığınız ve ellerinizde bir çocuk gibi büyüttüğünüz bu filme kötü diyebilmek zor. Mümkün mertebe, dilimiz döndüğünce politik bir masal anlatmaya çalıştık. Lenin ile başlayıp Ahmet Abi’yle biten bir masal. Bazen güldüren, bazen düşündüren, bazen duygulandıran bir masal. Bu masal artık bizden çıktı, seyircinin oldu, kararı onlar verecek. Masalımız zamanla birlikte yaşamaya devam ederse başarmış olacağız, bizim sanatımız onların hayatında yaşıyor olacak. Ezcümle; hikâye onu yaratanlarındır, anlattığımız onların bize bıraktığıdır.
Tekrardan böyle güzel sorularla beni buluşturduğunuz için çok teşekkür ederim, emeğinize sağlık…