Punk ruhu ile heavy metalin birleşiminden çıkma bir alt tür olan trash metal tınıları ve yine türün evrilmiş hâli “death metal” topraklarından kirli bir sahnedeyiz adeta. Arabamızla tam gaz kendimizi çöllere vurduğumuz tüm filmin arka planında ise Judas Priest, Megadeth, Slayer kafalarında gezinen riffler (*) ve Slipknot görsel dünyasından bir ritim bizleri yakalamakta. Film için bir motto belirlemem gerekirse bunun, “Born to be Wild” olacağı kesin. Fakat tabir-i caizse kıyameti gerçekleşmiş bir evrenin çölünde. Ahir zamanın çoktan bitip insanlığın kendi elleriyle yarattığı yeryüzü kıyametinde.
1979 yapımı serinin ilk Mad Max filminde, Max Rockatansky karakterinin nasıl ve neden var olduğunu izlemiştik. Dönemin teknolojisine göre, limitli bir bütçeyle çıkartılabilecek az kusurlu bol şahikalı bir görsel dünyaydı bu. Post-apokaliptik türün yani kıyamet sonrası bilim kurgunun temelleri de bu filmle atılıyordu. Benimse aklımın 90’ların ilk yıllarında yetmeye başlaması nedeniyle filmi ilk kez izlemem, yine o dönemlere denk gelecekti. Mel Gibson’a ve Mad Max gezegenine ise bağlanmam hiç zor olmadı. Back to the Future serisindeki Marty’nin arabasından sonra ikinci ‘süper kahraman araba’mı Max’ın coupesinde (++) bulmuştum. Üçlemenin devamı olan ikinci bölüm ise ilk filmin gişe başarısı nedeniyle görsel zenginliğin iyice artırılarak akla hayale gelmeyecek araçların, çirkin insan formuna yakın yaratıkların ve kötücüllük ruhunun içimize işlendiği yeni bir doz düzenlemesiydi. Hep evimizin salonunda otururken beklediğimiz Üçüncü Dünya Savaşı tezahürleri kendisini beyaz perdenin kapısından göstermişti.
Mad Max hikâyesinin 1979 çıkışlı ilk filmindeki girizgâh; Max Rockatansky karakterinin polislikten uzaklaşıp kendi huzurlu dünyasını kurmaya karar vermesi üzerinedir. Fakat ailesinin motorlu bir çete tarafından öldürülmesi, Max’in intikam yemini etmesine ve tüm düşman bellediklerini ızdıraplı yöntemlerle öldürmeye başlamasına sebep olacaktır. Filmin gerilim temellerini de bu dinamik oluşturur. İstismar sinemasına da ilham veren serinin son filminde ise olası bir Üçüncü Dünya Savaşı esnasında patlak verecek nükleer felaket sonrası için ürkütücü bir öngörü dünyası yaratılır. İnsanlığın elinde artık beygir gücü fizik kuramlarının ötesinde dizel canavarlar ve hafzallarındaki mühendislik bilgileri ile yarattıkları tehlikeli silahlar vardır. Petrol; insanlığı ilgilendiren yeniden ve yegâne en önemli meta hâline gelmiş ve bu kaynağı elinde tutacak güç, aynı zamanda iktidarı da kontrol edecek kişi olarak tasvir edilmiştir.
Geçtiğimiz dönem 6 Oscar heykelciğine sahip olarak şanına şan katan serinin son örneği Fury Road, bizleri Mad Max efsanesine yeniden kavuşturdu. Zaten hikâye biraz kaldığı yerden devam ediyor desek yanlış söylemiş olmayız. Petrol, su ve gübre gibi unsurların en önemli temel ihtiyaçlar olduğu ve iktidar ile doğrudan bağlantısının aktarıldığı materyal/kapital/iktidar ekseni ile alt metinde politik söylemli bir erkek/kadın savaşı yaratılmış durumda. Kadınların, benzeri tipte bir iktidar zihniyetinde, erkeklerine çocuklar vermek dışında bir mevcudiyet sebebi olmayan varlıklara benzetilmesi, erkek egemen kültürünün global olarak değişmez gerçekliğini yineliyor. Kezâ bu düzene başkaldırı, Furiosa (Charlize Theron) adında bir kadın kral eliyle verilmekte. Max’in (Tom Hardy) çölde avare bir hâlde gezerken karşı cinslerinin davası hâline gelen tüm bu olayların içine sürüklenmesine tanık olmamız da konuyu desteklemekte.
1979’daki ilk filmde karısı ve çocuklarını kurtaramamış olmanın verdiği manik bir ruh hâli ile yeni gezegenin yeni çocuklarının sağlıklı doğması ve ipleri ellerinde tutan, insana benzer yaratıkların devrilmesi için karşı cinsleri ile ilk başta istemeden de olsa bir ortaklık kurması, Max’e geçmişten beri aklının bir köşesinde taşıdığı intikam davasını tekrar hatırlatıyor. Bu temastan sonra ise kadının ekosistemde hak ettiği yeri alması için en başta yine erkeklerin mücadele etme fikrinin öne çıkarıldığını hissediyoruz. “Kıyamet sonrası dünya-erkek egemen kültür” unsurları, kör göze parmak çalmadan görsel dünyanın içine yediriliyor.
Su krallığının, yani Citadel (**) toplumunun sudan mahrum olması ve petrolün yalnızca temsili devletin kontrolü altında tutulması, günümüzdeki “beklenen gelecek” adına yapılan çatışmaların da aslında bir nevi tezahürü. Su krallığının sahip olduğu ‘Savaş Çocukları’ ordusuysa, kayıtsız şartsız bağlandıkları liderlerinin hiçbir söylemini sorgulamayan ve onu kutsadiyet noktasına çıkaran birer Nazi askeri görünümünde. Fakat bu kitlenin yönlendirilmeye açık olduğu meselesi de yüksek hissiyatlı savaş çocuğu Nux (Nicholas Hoult) karakteri üzerinden verilmekte. İktidarı ele geçirecek olan kişinin bu sürü psikolojisine de hükmedecek olması, Papalık kurumu ile Hitler figürünü benzeri noktalardan yakalamakta. Fakat bu tip söylemlerin genel geçer bir şekilde ince nüanslarla betimlendiği dünyanın, filmin hikâye örgüsünde ancak alt metin olarak yer aldığını söylemeliyiz. Filmin ana dinamiği önceki versiyonlarda olduğu gibi anlatım doğasına uygun olarak aksiyonun ön planda yer aldığı bir kaçış kovalamaca düzlemi üzerinde. Özetle senaryo, derinliklere bu politik yarı söylemlerle inerek, görsel harikalar diyarı oluşturduğu kendi doğasına uygun bir şekilde seyreyliyor.
Max karakterinin yeni sahibi Tom Hardy; Ryan Gosling ve Bradley Cooper ile birlikte son dönemlerdeki gözbebeği aktörlerin başında geliyor. Kendisini Inception‘da (2010) Eames, Locke‘da (2013) Ivan Locke, Batman The Dark Night Rises‘da (2012) maskeli Bane, Legend’ta Krai Kardeşler (2015), Lawless‘ta (2012) Forrest Bondurant ve en son The Revenant (2015) filminde John Fitzgerald rolleri ile izledik. Warrior (2011) ve Tinker Tailor Soldier Spy (2011) filmlerindeki ve Peaky Blinders (2013-?) dizisindeki Alfie Solomons performanslarını da unutmamak gerek tabii. Max rolünü hak edebilecek en doğru adaylardan birisi olduğu aşikâr. Fakat Heath Ledger yaşasaydı belki de işler değişirdi, emin olamayız!
Serinin yönetmeni ve Mad Max olgusunun babası George Miller ise tıpkı adaşı George Lucas gibi kendini tek bir hikâyeye adamış yönetmenlerden. Sinema dünyasında, Happy Feat ve Mad Max serileri dışında kendisini takip edebildiğimiz kayda değer başka bir projesi bulunmamakta. Bu doğrultuda George Miller için az ve öz iş yapan yönetmenlerden birisidir diyebiliriz.
Charlize Theron’sa her zamanki gibi sağlam bir performans sergiliyor. Furiosa karakteri üzerinden yaratılan güçlü kadın imgesi adına çok doğru bir tercih. Hâlâ aranızda filmi izlemeyenler varsa, güzel bir ses ve görüntü sistemi ile birlikte koltuklarınıza yaslanıp gerilimin şatafatına daha yakından şahitlik etmenizi ve hayatınızın hem en renkli hem de en ürkütücü yolculuğunu damarlarınızda hissetmeye hazırlıklı olmanızı tavsiye ediyorum. Tozlu yollar, Max’i ve serinin yeni bölümlerini gözleyen bizleri bekliyor.
++ 1974 XB Ford Falcon Coupe
* Filmdeki trash metal performansları, The Doof Warrior karakterini canlandıran Rob Scallon’a ait. İkinci Dünya Savaşı’nda ilk kez Amerikan Ordusu tarafından kullanılan ‘flamethrower’ silahı aksamıyla modifiye edilen çift saplı electroyu kullanan kişi de yine aynı kişidir.
** Surlar içerisinde var olan bir yaşam alanında, savaşlar olduğu esnada sığınak vafizesi gören güvenli bölgeye citadel denmektedir. Latince kökenli bir kelime olan citadelin aynı zamanda kaleiçi suriçi gibi anlamları da bulunmaktadır. Filmde “Citadel” ismi manidar bir şekilde ana krallığın ismi olarak kullanılmıştır.