Denys Arcand’ın yönettiği ve Türkçe adı Amerikan İmparatorluğu’nun Çöküşü olan Le Déclin de L’empire Américain (1986), her şeyden önce bir dostluk filmi. Dört kadın ve dört erkekten oluşan sekiz karakterin bir akşam yemeği öncesindeki kişisel muhabbetlerini, yemek esnasındaki toplu istişarelerini ve ardından yaşananları izliyoruz. Tabii ki filmi önemli hâle getiren bu kişilerin konuşmalarının içindeki hususlar. Bu konuşmalar; medeniyet, cinsellik, aile hayatı, evlilik, yozlaşma, tarih ve bu konuların birbirleriyle ilişkileri hakkında oldukça lezzetli, bazen sinir bozucu ama çoğunlukla doğruluk payı bulunan önermeler/düşünceler/saptamalar içeriyor. Filmi akıcı, ilginç ve önemli hâle getiren de tam da bu.
Film, jeneriğin aktığı uzun bir plan-sekansla başlıyor. Sekansın sonunda karakterlerimizden Dominique’in yeni kitabı hakkında yaptığı röportajı izliyoruz. Kitabın ana önermelerinden biri olan “Günümüzde kişisel mutluluğun önemli ve öncelikli hâle gelmesi, medeniyetin çöküşünü hazırlıyor.” cümlesi, filmin de temel dayanaklarından biri. Filmde geçen sonraki konuşmalar da, bu cümleye paralel saptamalar yapıyor. Dominique, önermesini savunurken tarihten çeşitli örnekler veriyor ve bu örneklerin günümüzle benzeştiğine dikkat çekiyor. Bu sahneyi manalı bir girizgâh olarak görebiliriz.
Filmin ilk kısmında çoğu akademisyen olan karakterleri, erkekler ve kadınlar olarak ayrı ayrı izliyoruz. Erkekler, göl kenarındaki evde akşam yemeği hazırlığı yaparken cinsel hayatlarından konuşuyorlar. Remy, evli olmasına rağmen hızlı ve çok eşli cinsel hayatını överek tüm açıklığıyla ortaya seriyor. Pierre’in, onun yanında gibi gözükmesine karşın “Aşkın zamanla bitmesi aldatmayı beraberinde getirir.” önermesini savunduğundan çok uzun sürmeyen ilişkiler yaşadığını anlıyoruz. Eşcinsel olan Claude, günübirlik ilişkilerden aldığı hazdan ötürü birine bağlanamadığını ifade etse de bunun, yaşadığı AIDS korkusundan da olabileceği hissine kapılıyoruz. Filmin en etkisiz ve genç elemanı Alain ise bu üç deneyimli erkeğin anlattıklarından biraz korkuyor çünkü hâlâ gençliğin verdiği romantizme sahip.
Kadınlar ise aynı zaman aralığında, bir spor salonunda fitness yaparken, yüzerken ve saunada dinlenirken aynı şeyi konuşuyorlar. Remy’nin eşi Louise, fantezilerini anlatırken diğer yandan eşine sadakatinin altını çiziyor. Hiç evlenmediği belli olan Dominique, tek gecelik ilişkilerden oluşan cinsel hayatını çok detaya girmeden anlatıyor. Diane, gençliğinde evlenip çocuk sahibi olmuş ama boşandıktan sonra elinde kalan yalnızlıktan mustarip salt cinselliğe saldırmış durumda. Pierre’in genç sevgilisi Danielle ise tüm bunları yüzüne kondurduğu büyük bir tebessümle dinliyor.
Bunları paralel kurguda izlerken, aslında iki cinsin birbirinden ne kadar farklı olduğunu da görüyoruz. Erkekler için seks her şeyin önünde olsa da mevcut düzenlerini korumanın da önemi fark ediliyor. Kadınlarda ise cinsellik önemliyse de anlık bir zevkten öteye gitmiyor ve tutunacak birinin (sarılacak bir erkeğin, mümkünse entelektüel ve erdemli) çok daha önemli olduğunu görüyoruz.
İkinci bölümde, iki taraf akşam yemeği sofrası etrafında entelektüel düzeyi gayet yüksek bir konuşmaya girişiyor. Yapılan edebi atıflardan ve verilen tarihi örneklerden konuşmanın son derece ciddi olduğu hissine kapılıyoruz bir an için. Öyle ki konuşmayı bir ara bölen Diane’nin hippi sevgilisi Mario’nun gelişi, grup tarafından yadırganırken, seyirci olarak bizim de yadırgadığımız hissedilebilir. Sofraya oturan Mario, birkaç dakika sonra sıkılıp kalkıyor. Bunun akabinde Louise, “Entelektüeller konuşmayı sever.” diyerek ona ders vermek istiyor ama Mario bunu, “Tek yaptığınız çene çalmak” diye savuşturarak çıkıyor. Aslında bu sahne ile kanıksadığımız karakterlerin çok da doğruyu söylemediklerini (bilhassa yemek öncesi konuşmaları dikkate alındığında ne kadar ikiyüzlü olduklarını), sadece geyiğine bir akşam yemeği konuşması yaptıklarını anlıyoruz. Böylece yönetmen, gerektiği yerde karakterleriyle arasına mesafe koyup olaylara uzaktan bakmayı tercih ediyor. Çünkü ardından gelecek sahnelerde ortaya dökülecek sırlar ve küçük hesaplaşmalar arasında tek tarafa bağlı kalmayıp (böylece filmin kontrolünü yitirmeyip) gerekli nesnellikte olayları aktararak filmi nihayete erdiriyor.
Le Déclin de L’empire Americain‘in ana erdemlerinden birisi de sadece mevcut durumu göstermesi (ara sıra da geri dönüşlerle bunları pekiştirmesi) ve bunların sonuçları hakkında kaderci, yargılayıcı veya kötümser bir yaklaşım sergilememesi. Bu yaklaşım bilhassa finalde işe yarıyor. Her karakter, bu akşam yemeğinden kendine bir şeyler alıp yatağına çekilirken ortalığı kesif bir sessizlik kaplıyor. Filmin fazlasıyla iddialı, ‘‘Amerikan İmparatorluğu’nun Çöküşü’’ ismine paralel fırtına öncesi sessizlik hissi alıyoruz. Hava aydınlanıp karakterler ayaklandığında, önce hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını duyumsuyoruz. Fakat Danielle ile Louise’in beraber çaldıkları piyano eşliğinde karakterlerimiz aynı odada toplanınca hayatın bir şekilde devam edeceğinin farkına varıyoruz.
Evet, bazı şeyler eskisi gibi değil. Hayatla beraber medeniyet ve insanlık da değişiyor. Bu değişimin de kötüye gittiğini gösteren sürüyle belirti olabilir, hatta bunlar doğru çıkıp ileride medeniyetimiz çökebilir. Lâkin hayat yine de devam ediyor. İyisiyle kötüsüyle, en önemlisi güzel dostluklarla ve bu dostlukların tadının çıktığı anlarla hayatımız devam edecek.
Filmin de verdiği keyif burada çıkıyor. Medeniyetin geldiği noktayı, basit bir akşam yemeğinde ortalığı çok bulandırmadan, karmaşıklaştırmadan ve gereken nesnellikte ortaya sunarken, hayatın devam ettiğini ve dostluklarla daha güzelleştiğini vurgulaması izleyicinin damağında hoş bir tat bırakıyor.