A Short Film About Love (1988), Polonya yapımı televizyon serisi Dekalog (1989)’un altıncı bölümünün uzun metraj halidir. La Double Vie de Véronique (1989) ve Trois Couleurs (1993-1994) üçlemesi ile tanıdığımız Krzyszrof Kieslowski tarafından yönetilmiştir.
Bir “Arka Pencere” hikâyesi olarak A Short Film About Love, daha ilk dakikalarında seyirciye bir röntgenci hikâyesi izleyeceğini belirtiyor. Hatta Hitchcock’un Rear Window (1954) filmine doğrudan bir gönderme bile var, zira ilk sahnede kahramanın kolları sargılı. Fakat isminden de anlaşılacağı gibi, A Short Film About Love, bir gizem hikâyesi değil. Tomek adında on dokuz yaşında bir gencin teleskopla gözetlediği karşı apartmandaki kadına olan aşkı ile yüzleşmesinin hikâyesi.
Röntgenci hikâyeleri seyircinin kendi film izleme deneyimine işaret eder. A Short Film About Love’da da böyle bir okuma yapılabilir. Tomek’in Magda’ya olan bağlılığı ile seyircinin beyaz perdedeki yansımalara olan bağlılığı bir noktada aynı paralelde yer alır.
Tomek’in röntgenciliğini seyirci olarak bizim deneyimimizle uyumlu kılan ana etmen çerçeve kullanımıdır. Sinematografiye bakıldığında bu kullanım filmin başındaki sekansta karanlık ile de desteklenmiştir. Tomek sinema seyircisi gibi karanlık bir odadan karşı apartmanı gözetlemektedir. Bu sırada gözünün teleskoba hapsedilmiş olduğu bir kare görürüz ve sekansın geri kalanında ise Magda’yı pencerelerinden, dekoru değişmeyen bir tiyatrodaymışçasına izleriz.
Bu tip hikâyeler film izleme deneyimine atıfta bulunduğu için çatışma izlenenin izlendiğini fark etmesi üzerine kurulur. İzleyen izlenenin dünyasına -yani sahneye- adım atabilir. A Short Film About Love’da da çatışma bunun üzerine kurulmuş. Fakat filmin çatışmasını sadece film medyumu üzerinden yorumlamak Kieslowski’nin sarsıcı bir yalınlıkla aktardığı duyguları hafife almak olur. Ancak ben bu denli yoğun hisleri ve düşünceleri ateşleyen bir film hakkında ne kadar yazarsam yazayım hep eksik kalacaktır. Zaten film anlatılabilseydi film olmazdı.
Yüzleşme, baş etme ve inkâr temaları filmde çok baskın fakat Kieslowski öyle kurmuş ki izlerken hepsi akıp gidiyor. Kieslowski’nin belgesel geçmişi de göz önünde bulundurulduğunda kurmaca anlatıya geçtiğinde bile kamera bir gözlemci gibi. Olay örgüsü ve motifler sinematografi eşliğinde oldukça yalın. Film skoru ise anlatı üzerine valör atar gibi, onu tamamlar nitelikte. Belirli sekanslar üzerinden bu temaların işlenişini aktarmak istiyorum:
“İnsanlar Neden Ağlar?” /Yalnız Ağlamak
Magda eve gelir, sütü alıp masaya oturur. Süt dökülür ve ağlamaya başlar. Her şeyi izleyen Tomek büyükannesine sorar: İnsanlar neden ağlar?
Bu sekansta Tomek’in duygular konusunda ne denli acemi olduğuna tanıklık ederiz. Bu sekansın devamında Tomek odasına gidip parmaklarının arasına makas saplar. Fikrimce Magda’nın neden ağladığına anlam veremediği için onunla birlikte acı çekmek adına yapar bunu. Uzaktan, sessiz ve tek başına.
Tomek film boyunca yapayalnızdır ve karakter olarak da filmin konu edindiğinden de yalnızdır. Bu yalnızlığını ise Magda’yı gözetleyerek görmezden gelmeye çalışır, aynı film izler gibi. Fakat izlemeye dayalı bir biçimde kurduğu bu yakınlıktan Magda bihaberdir.
Filmin sonunda ise Magda Tomek’in odasından kendi apartmanına bakar ve tek başına ağladığı zamanı hatırlar. Aslında en yalnız hissettiği an bile gerçekten yalnız olup olmadığı tartışmalıdır. Kieslowski de buna cevaben finalde Tomek’i sahneye, yani Magda’nın mutfağına gönderir.
Sıcak-Soğuk
“Ne istiyorsun?”
“Hiç.”
“Hiç mi?”
“Hiç.”
Magda ile apartmanda konuştuktan sonra Tomek çatıya kaçar, yüzünü ellerinin arasına alır. Ellerinde ise buz parçaları vardır.
Bu sahneyi izlerken kendimi şunları düşünmekten alıkoyamadım:
Birine sarıldığımızda en yalın hâliyle dengeleniriz. Böylece karşımızdaki ile yakınlık kurabiliriz ve/veya bu eylem zaten kurulmuş olan yakınlığın bir ifadesi olabilir. Tomek fiziksel olarak Magda’ya sarılmamış olsa bile yakınlığını ifade ettiği için hem kendi içinde hem de Magda ile henüz kurulmamış ilişkisinde bir dengesizlik açığa çıkar. Magda ile karşılaştığı zaman değil, hatta ona sevgisini itiraf ettikten sonra bile değil de ondan herhangi bir şey beklemediğini söyledikten sonra kaçar. Fakat Magda bunu pek anlamaz.
Bazen aşkımızı sadece izlemek isteriz. Herhangi bir etkileşimden ziyade sadece var olması yeterlidir. Fikrimce, Tomek sekansın devamında kulaklarına buzlar koyarak sadece heyecanını değil, sessizce kendi içinde biriktirdiği yakınlık özlemini gidermeye, yani dengelemeye, çalıştı.
“Mrs. Robinson, Beni Baştan Çıkarmaya Çalışıyorsunuz.”
Bahsettiğim gibi, röntgenci hikâyelerinde çatışma izlenenin izlenildiğini fark etmesi ve/veya izleyicinin izlenen evrenine dahil edilmesi ile olabilir.
A Short Story About Love’da ise kahramanın bir nevi Mrs. Robinson’ın evine gittiği sahnedir çatışma. Benjamin ile Tomek aslında masumane tavırlarıyla oldukça benzer karakterlerdir. Onları benzer kılan diğer nokta ise Mrs. Robinson ile Magda’nın benzerliğidir. Fakat Benjamin duruma az çok ayak uydurabilirken; Tomek’i sahneyi Magda ile paylaşmaktan duyduğu heyecan ve buna ek olarak uğradığı hayal kırıklığı çöküşe sürükler. Tomek evine gider ve bileklerini keser.
Film boyunca seyircinin darbe üzerine darbe alan kalbi belki de filmin finalinde biraz rahatlar. Aşk her ne kadar derin yaralar bıraksa da bir yandan iyileştiricidir. Er ya da geç bir yerde buluşulduysa umut vardır.
Magda’nın gözlerinden Tülay German’ı duyar gibiyiz:
“Sonsuz derdin o karanlıklara, o yalnızlığa, acıya
Bilsen ne aydın ne güzel bir gün doğuyor seninle bana…”