Aldığımız ilk nefesten itibaren zamanın kundağında, kaçınılmaz sonumuza doğru ilerliyoruz. Kâh hızlı, kâh usulca giden bu yol, hepimizin alın yazısına ölüm gerçeğini adım adım işliyor en nihayetinde. Ne var ki insanlık tarihinin ‘savaş’ aralığına doğan canlar için zaman daha başka anlamlar taşıyor. Yaşam; ‘şimdi’ ile bütünleşmektense gelecekten göz kırpan bir hayal gibidir. ‘Şimdi,’ her an kaybetme korkusu ile diken üstünde nefes alıyor… Ölümün eli kulağında, geleceğe tutunmuş elin parmaklarını bir bir kaldırıyor. Böyle bir zaman algısı içinde kendini çoktan kaybetmiş, insanlık bilincini ve birey algısını yitirmiş savaşçılar için tüm kelimeler yeniden tanımlanıyor. Boşluk, içi doldurulamaz bir hiçliği kucaklıyor iki cephe arasındaki uçsuz bucaksız ve isimsiz topraklarda.
Tüm kelimeler silindikten sonra kum tanelerinin üzerinde bir tek ‘savaş’ ebedi kalıyor, insanlık tarihi boyunca değişmemecesine.
The Forgotten Battle, yönetmenliğini Matthijs van Heijningen Jr’ın yaptığı, 2020 yılında gösterime giren bir Hollanda savaş filmi. Hollandaca adıyla De Slag om de Schelde olarak bilinen film, İkinci Dünya Savaşı’nın son dönemlerinde ölümün farklı yüzlerine ve ölümle farklı yüzleşmelere ayna tutar. Yaşanmış olaylara dayanan ve belgesel niteliği de taşıyan film, 1944 yılının Ekim ve Kasım aylarında gerçekleşen ve Alman kuvvetlerini Scheldt Halici’nden temizleyerek Belçika’daki Antwerp limanını açmayı amaçlayan kritik bir askeri operasyon olan gerçek hayattaki Scheldt Muharebesi’nden ilham almıştır.
Scheldt Savaşı Neden Unutuldu?
The Forgotten Battle, merkezinde savaş sürecini ve neticelerinin insanî boyutunu ele aldığından filme daha kapsamlı bir yaklaşım için tarihin arka odalarına küçük bir mercek tutmakta fayda var. Filmde anlatılan Scheldt Muharebesi, İkinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen önemli bir askeri operasyondu. Savaş, Kuzey Denizi’ni Belçika’daki Antwerp limanına bağlayan Scheldt Halici’nde 1944 sonbaharında gerçekleşti. Antwerp limanı, ilerleyen orduları için büyük bir ikmal yolu olarak hizmet verebileceğinden müttefikler için büyük stratejik öneme sahipti. Dolayısıyla operasyon, bölgenin stratejik konumundan faydalanarak Alman kuvvetlerini Scheldt Nehri’ni çevreleyen alandan temizlemeyi ve böylece Anvers limanını Müttefik kuvvetlerin kullanımına açmayı hedefliyordu.
Ancak liman, Scheldt Halici boyunca Alman kuvvetlerinin ve tahkimatlarının varlığı nedeniyle kullanılamaz durumdaydı. Savaş, deniz ve hava kuvvetleri tarafından desteklenen Kanada, İngiliz, Polonya ve Hollanda birliklerinin ortak çabasını içeriyordu. Savaş; zorlu arazi koşulları, karasal iklimin sert yüzü ve kararlı Alman direnişiyle yirminci yüzyıl tarihinin çetin savaşları arasında dillendirilmeye başlamıştı. Hem deniz taarruzları hem de kara operasyonlarını içeren birkaç haftalık şiddetli çatışmaların ardından Müttefikler, Alman savunmasını yarmayı ve Kasım 1944’te Scheldt Halici’nin kontrolünü ele geçirmeyi başardı. Bu zafer Müttefiklerin Antwerp limanını yeniden açmalarını sağlayarak lojistik kabiliyetlerini önemli ölçüde geliştirdi ve Batı Avrupa’nın kurtuluşunu hızlandırdı.
Stratejik önemine rağmen, Scheldt Savaşı genellikle İkinci Dünya Savaşı’nın diğer büyük olaylarının gölgesinde kalmıştır. Bu göreceli bilinmezlik, savaşın öneminin ve sefer sırasında yapılan fedakarlıkların hatırlanması gerektiğinin altını çizmiş, operasyonun da tarih sayfalarına “Unutulmuş Savaş” olarak geçmesiyle sonuçlanmıştır.
Ölümü Tatmak, Yadırgamak, Kanıksamak
Bu tarihi altyapının ardından filmi üç başlıkta tanımlamak mümkün: ölümü tatmak, ölümü yadırgamak ve ölümü kanıksamak. Elbette bir savaşı merkezine almasıyla ölümün tadı, başından sonuna değin filmin her sahnenin derinine sinmiş vaziyette. Ancak ölümü tatmanın farklı hâllerini, değişik karakterler ve yan kurgular üzerinden çeşitlendiriyor yönetmen. Kimi ölüm, iki kardeşi birbirinden ayırırken bazı ölümler, insanın içinde uyuyan vahşeti ortaya çıkarıyor. Yanı başında, tanımadığı kimselerin ölümlerine belki defalarca tanık olan baş karakterler, ölümü tattıkları zaman görmek ile hissetmek arasındaki kahredici farkı ilk kez duyumsuyor.
Ve yadırgama duygusuyla irkiliyor bu defa herkes. Ölüme karşı direniyor, kurşun gibi ağır varlığını kabullenmek istemiyor. Bunun için gerektiğinde düşman ateşi arasında, yaralı arkadaşına bir nefes daha bahşedebilmek için tıbbi yardım sağlamaya koşuyorlar; gerektiğinde muhbirlik yapıp iki cephe arasında dünyaları taşıyorlar. Ne ki bu amansız çabanın her biri, nihayetinde bir ölümle düğümleniyor. Bu da amaç ile boşunalık, insaniyet ile vahşet, vefa ile bencillik ikilemleri arasında bir sorguya itiyor bizleri. Savaşın, sözüm ona yüce ülkülerin ardına saklanan kişisel çıkarları gün yüzüne çıktıkça bir zamanlar uğruna kitlelerin feda olduğu her değer, kutsallığını yitiriyor.
O vakit ölümü kanıksıyor insan. Unutmaya başlıyor. Ve belki ‘yüce uğurlar’ın güttüğü bu sürünün bir parçası olarak kandırıldığını idrak ettiği vakit, unutma ihtimaline sığınıyor. Artık yanı başında ölenleri, uykuya teslim olan huzurlu bir çift göz olarak görmeyi tercih ediyor. Yakında onlara katılacağını bildiğinden, uykunun dokunulmazlığını düşlüyor. O âna değin verdiği bireysel mücadelenin, onu savaş cephesine atanların gözüne görünmeyen, ‘unutulmuş savaş’ olarak kalacağını kabulleniyor.
Nitekim tarihin parlatılmış yüzüne erişmek şöyle dursun, unutturulmaya çalışılan Scheldt Muharebesi, yanlış, fevri ve bencil kararların, yüzlerce masum insanın canına mâl olduğu savaş örneklerinden yalnızca biri. Fakat savaşın boşunalığı ve anlamsızlığı, kitleleri emri altına almak isteyen kelimelerin hoşlanmayacağı iki gerçek olduğundan, her ölümün üzeri bu cehpede sessizce örtülüyor. Film, bir yandan bu sessizliğin dili olurken diğer yandan savaşın en acımasız yüzüne ayna tutuyor. Ölümün farklı biçimlerini, ayrı karakterler ve yan olay örgüleri üzerinden anlatmasıyla ilk sahneden itibaren 2017 yapımlı Dunkirk’ün, dumanı hafızalarımızda hâlâ tüten acısını devam ettiriyor. Zaman zamansa 1917’nin (2019) kan kokulu hendeklerinde buluyoruz kendimizi. Bu özellikleriyle her iki filmin de tadı damağında kalanlara eşsiz bir izlek sunuyor The Forgotten Battle.
Kötülük; milletler ötesi, dinler ötesi, inançlar ve sınırlar ötesi bir hastalık olan ‘savaş’ meydanında. Herhangi bir tarafa değil, her tarafa yayılmış bir acı. Her sahnenin sessizce haykırdığı ağıt anlatıyor ki, kötülüğü unutmalı insan, ama barış adına verdiği kansız, lekesiz, kurşunsuz, ölümsüz savaşı değil. The Forgotten Battle, yalnızca insanlık için insanca ve dostça mücadele edenleri dileriz ki hak ettikleri şekilde yâd eder.