Dekalog 1: Kader Denklemi
İnsan, zamanı iki türlü algılar: ilki hem kendi hem de çevresel biyolojik döngüsüne uygun olarak “kıvamsal”, bir başka ifadeyle dinamik ve tanımlanmamış bir zaman; ikincisiyse saatlere, dakikalara, saniyelere bölünmüş, başlangıç ve bitiş süresi, neleri kapsayabileceği belirlenmiş, statik bir zamandır. Statik zamanın evreninden bakan bir göz için sınırları aşikâr bir portre vardır ortada; renklerin her biri tanımlanmış, anlamları önceden belirlenmiştir. Böylece her şey portrenin sınırladığı alanın kontrolü ve olanakları altında gerçekleşir. Bu evrende atılan her adım, bir sonraki adımın ufkunu çizdiği için “önce” ve “sonra” aynı kefelerde tartılır. Sürprizlere, dallanmalara, patikalara yer yoktur bir bakıma. Oysa zaman, suyun içine düşen bir damla mürekkebin uzaydaki misalidir; dağılabileceği su kütlesi belirli olsa da onun içinde ne şekilde, hangi hızda yayılacağı tamamen ânın ellerindedir. O bir damla mürekkebin hayranlık verici dağılışı da bu bilinmezliktendir nitekim. Dekalog serisinin ilk filmi, statik bir zaman içinde her şeyi planlayan, hayatındaki tüm olasılıkları bir satranç tahtası üzerine konumlandırmış bir adam ile dinamik bir akış içinde ilerleyen zamanın karşılaşma ânını anlatır. Babası tarafından sayısal verilerin hayranlık uyandıran dünyasında büyütülen Pavel, bir gün her zihnin bir vakit uğradığı soruyla “kader” kavramının kapısını çalar: “Ölüm ne demek?” Babası için bu, biyoloji dimağında tanımlanmış bir nitelikler bütünüdür: “Kalbin kan pompalaması durur. Beyne kan gitmez, hareket durur, her şey durur. Her şey biter.” Oysa Pavel’in esas bilmek istediği, gördüklerinin ve bilebileceklerinin ötesinde durandır: “Geriye ne kalır?” Bu soruyla birlikte Kieslowski, “gerideki” ve “ötedeki” bilinmeyenin varlığı ile örer öykü ağını. Tüm fizik kanunlarının ve sayısal verilerin, yaşamı temin ettiği bir anda ölüm bir mürekkep gibi yayılıverir. Pavel ve babasının kaderine. Ve satranç tahtasının 65. karesinde sona erer oyun.
Dekalog 2: Ölümün Kıyısında
Dekalog serisinin temel felsefesinde, kader terazisine yerleştirilmiş bir tanrı-insan dengesi kuruludur. Kişilerden ve olaylardan bağımsız olarak yalnızca kendi arzusunu merkeze alan ve böylece tanrı gibi hareket eden insan, ne var ki her seferinde öngörülerine yahut planlarına ters düşen kader olgusuyla karşılaşır. Zamanın bir ucunda tanrısal bir güçle resmedilen insan, öteki uca geldiğinde en büyük çaresizliklerin pençesinde bulur kendini. Kocası ağır bir rahatsızlıkla hastaneye yatırılan Dorota da bu terazide sınanan bir başka iradedir. Kocasının hastanede bulunduğu sırada başka bir adamla birlikte olarak hamile kalır. Üstelik kocasının sağlık durumu nedeniyle ondan hamile kalması mümkün olmadığından, tek annelik şansını yakalamıştır böylece. Ancak şayet kocası iyileşirse bu bebeği dünyaya getirmesi söz konusu olamayacaktır; öte yandan bebeğin babası, çocuğu aldırdığı takdirde eğer kocası iyileşirse Dorota’ya hayatında yer veremeyeceğini söyler. Dorota, içinde taşıdığı canın kader ağlarını elinde tutarken ölümün kıyısında yürümektedir. Kocasının durumu gittikçe kötüleşir; ancak komşusu olan doktor, çok küçük rakamlarda da olsa yaşama ihtimallerinden bahseder. Tıpkı hiç ummadığı bir anda içinde can bulan bebeğin varlığı gibi yaklaşan bu ölüm de umulmadık yollara uğrayacaktır. Nitekim bebeği aldırma kararını büyük bir metanetle veren Dorota, kaderin nihai kararı karşısında hükümsüz kalır.
Dekalog 3: Aldatmak ve Aldanmak
Her aldatış, aldatan kişinin aldanışıdır aynı zamanda. Aldatan, oyunun kurallarını bizzat yazdığını düşünür. Fakat yaprağın bir de arka yüzü vardır ve insan iradesinin hükmedemeyeceği bir dille, kaderin diliyle yazılır bir yandan. Ewa da kaderi kendi ellerinin arasına almış, kurguladığı bir oyuna sevgilisi Janusz’u da sürüklemiştir; ancak herkesi bu yalanlar portresine inandırdığını sandığı anda aslında etrafındakilerin, gerçekle çoktan yüzleşmiş olduklarını görür. Kocası Edward, üç yıl önce Ewa’nın onu aldattığını öğrendiği gün evi terk etmiştir. Fakat Ewa, sevgilisi Janusz’tan bunu saklar ve evliliğini sürdürüyor gibi görünür. O yıl Noel gecesi de yine Januzs’u buluşmak üzere yanına çağırır ve Edward’ın kaybolduğunu söyler. Bu yalanla Janusz’un, Edward’ı aramasında ona yardım edeceğini ve böylelikle geceyi onunla birlikte geçireceğini düşünür. Kendisi de evli olan Jnusz ise tüm bunlardan habersiz, Ewa’ya destek olmak için Noel gecesi kendi evinden ayrılır. Tüm gece, üç yıl önce çoktan şehri terk etmiş olan Edward’ın peşinde, birbiri ucuna eklenmiş pek çok yalanın izini süren ikili, sonunda gerçekleri birbirlerine itiraf eder. Ewa, tüm yalanları Janusz’la vakit geçirmek için kurduğunu söylerken Janusz, Ewa’nın planını ortaya çıkarmıştır bile. Ne var ki sabah evine döndüğünde Janusz da bir gerçeği öğrenecektir; karısı, aldatıldığını zaten bilmektedir. Dekalog serisinin içinde farklı kurgusu ve renklerin imgesel anlatımıyla ayrı bir yerde duran üçüncü film, kaderi bu defa çift taraflı bir ayna olarak karşımıza çıkarmıştır. Ayrıca kırmızı ve beyaz renklerin sahnelere dağılımı, kurguda bir sonraki adımın birer parçası hâline gelişi, Kieslowski’nin daha sonra yönetmenliğini üstleneceği renk üçlemesinin de bir işaretidir.
Dekalog 4: Kimlik
Serinin üçüncü filminde alaycı bir üslupla ele alınan “aldatma” kavramı, dördüncü filmde daha ciddi bir meseleye bürünmüştür. Annesini henüz beş günlükken kaybeden Anna, babası tarafından büyütülmüştür. Ancak filmin henüz ilk sahnelerinden itibaren baba ile kız arasında farklı bir duygusal bağın bulunduğunu anlarız; ikili arasındaki ilişki, sevgililik ile ebeveyn-çocuk ilişkisi arasında bir belirsizlik çizgisinde resmedilmektedir. Nitekim ilerleyen zamanda Anna, annesinin ölmeden önce ona bıraktığı bir mektup bulduğunu ve mektupta o zamana dek babası bildiği Michal’in aslında öz babası olmadığını öğrendiğini Michal’e söyler. Bunu büyük bir soğukkanlılıkla karşılayan babası için duydukları, yıllardır içinde taşıdığı birtakım şüphenin ve duygusal kararsızlıkların sebebini açıklar niteliktedir. Zira Anna’ya karşı her ne kadar bastırmaya çalışsa da baba-kız bağından farklı bir yakınlık duymakta, ancak bunu kendine bile itiraf edememektedir. Ne var ki Anna’nın ortaya koyduğu bu iddiayla birlikte her ikisi de kendini bu ilişkide yeniden konumlar. Bu karmaşık ve çarpıcı duygusal süreç öyle bir noktaya gelir ki Anna, artık öz kızı olmadığına göre Michal’in, kendisiyle birlikte olabileceğini söyleyerek karşısında soyunur. Nitekim bu sahne, filmin kırılma noktalarından da biridir; gerilimin zirveye ulaştığı anda Michal’in atacağı tek adım, ikisinin de kaderini tümden değiştirebilecek niteliktedir. Film boyunca yüz mimikleriyle “sağduyuyu” adeta somutlaştıran Michal, yine aynı çizgide ilerleyerek uygun gördüğü adımı atar. Bunun ardından ikili, doğrular ile oyunların yeniden birbirine karıştığı bir aldatmaca içinde bulur kendini. Ne var ki burada gözden kaçırdıkları şey, kurguladıkları hayatın aslında gerçeğin ta kendisi olabileceğidir. Bir insanın, şahsiyeti için kurguladığı kimlik, kaderin aynası karşısında beklenmedik bir şekilde yansıdığında “kim”dir artık o insan? Herhangi bir saldırı, şiddet, korku unsuru bulundurmadan gerilimi doğallıkla ve ustaca yöneten Kieslowski’nin bu çalışması, izleyiciyi hem bir sürpriz hem de derin bir soru işaretiyle bırakan son sahnesiyle Dekalog serisinin en başarılı yapımlarındandır.