Dekalog 5: Öldürmek Üzerine Bir Film
Dekalog serisinin en güçlü filmi olarak bilinen ve Öldürmek Üzerine Bir Film adıyla uzun metraj film hâline getirilen beşinci yapım, serinin diğer bölümlerinden farklı olarak şiddete açıkça yer verir. Ancak Kieslowski’nin bilinçli olarak kurguladığı bu sahneler, yönetmenin idama ve şiddete karşı protestosudur. Filmin başında dış ses olarak tanıştığımız avukat Piotr, kendini sorumlu tuttuğu bir davanın etkisiyle şu çarpıcı soruları yöneltir: “Ceza intikamdır. Özellikle zarar vermeyi amaçlayan cezalar suçu önlemiyorsa yasalar kimin için intikam alıyor? Masumlar adına mı? Masumlar mı kanunları yapıyor?” Avukatın açılış konuşması, “öldürmeyeceksin” emri üzerine kurulu filmin de dile getirmek istediğidir aslında. Masumiyet, ceza ve yargı kavramları çok katmanlı durumlarla sunulmuştur. Bir yanda toplumsal ve insanî erdemlerden yoksun, yirmi bir yaşındaki Jacek’in çevreye ve insanlara kasıtlı olarak zarar verişini izleriz. Diğer tarafta ise iş ahlâkı ve namusu bulunmayan, dilediğini aracına alıp istediğine sırt çeviren, insanlara sapık niyetlerle yaklaşan taksi sürücüsünü gözleriz. Her iki karakter de “rahatsız edici” tavırlarıyla ön plana çıkmaktadır ve toplumsal erdemlere ters düşen hareketleri, izleyiciyi huzursuz ederek bu karakterleri yargılamaya teşvik eder. Nitekim kurgu da taksici ve Jacek’in hem birbirlerini yargılamaları, hem resmî bir hukuk mecrasında yargılanışları hem de kader tarafından yargılanmaları üzerine ilerler. Jacek kendi yargı yolculuğu sonrası taksi sürücüsünün boynuna bir ip geçirerek adamı vahşice öldürürken devlet hukuk sistemi ve kanunlar da aynı halatı Jacek’in boynuna geçirmiştir. Ne var ki Kieslowski; her ikisini de oldukça çarpıcı biçimde sergilediği bu sahnelerde, verilen hükümlerin doğruluğunu, haklılığını, gerekliliğini sorgulamaktadır. Çünkü ona göre her iki ölüm hükmü de haksızdır; bir insanı öldürmek katliamdır, ancak bunun cezası da katil üzerinde geçerli ve olumlu yaptırımlara sahip bir hüküm olmalıdır. Peki, “öldürmeyeceksin” emri hukuk sisteminin düzenlediği kanunlara mı söylenmiştir, yoksa bu kanunları yazan insanın kendisine mi?
Dekalog 6: Aşk Üzerine Bir Film
Anlamı dile getirmeden çok şey söyleyerek ustalığını ortaya koyan Kieslowski, serinin bu filminde kurguyu beden, gözlem ve renkler üzerine inşa eder. Buna paralel olarak, pek az konuşmanın geçtiği film duyguların dilinde yazılmıştır desek yanlış olmaz. Öte yandan Tevrat’ta altıncı sırada yer alan “zina yapmayacaksın” emri de büyük ölçüde bedene hitap etmektedir. Henüz on dokuz yaşındaki Tomek’in, evinin penceresinden dürbünle gözlediği güzel sanatçı Magda’ya âşık olmasını ve takıntılı bir şekilde kendini onun hayatına dâhil etmeye çalışmasını anlatan film; aşkın manevi anlamını ve maddi sonuçlarını sorgular. O zamana dek bâkir olan Tomek, Magda’ya adım adım yaklaşarak bir gün nihayetinde uzun süredir sessizce gözlediği eve (Magda’nın evi) girmeyi başarır. Hakkında fanteziler kurduğu odaların kapıları ardındadır artık; Magda’nın başka erkeklerle beraber olduğu, ancak her seferinde kendini onların yerinde hayal ettiği yatağın başucundadır. Ve Magda, tüm bedeniyle ona teslim olmuş şekilde karşısında, onu kendine davet etmektedir. Ne var ki kararın eşiğindeki Tomek’in vicdanını kemiren, biyolojik dürtülerine rağmen ilke edindiği erdemlerine ters düşen bu davetin verdiği iç sıkıntı, daha önce yolda karşılaştığı Dekalog meleğinin gözlerinin içinden okunmaktadır. Tomek, verdiği büyük içsel savaşın sonunda kendisine uzanan davetkâr eli tutar ve Magda’ya gerçek anlamda dokunur. Fakat Magda’nın amacı, karşısındaki bu henüz genç ve toy çocuğa oyun oynamak, onunla eğlenmektir. Kendisini, tüm benliğiyle âşık olduğu kadının bir oyuncağı hâline gelmiş durumda bulan Tomek, bir anda içinde bulunduğu büyüden uyanır ve aceleyle Magda’nın evini terk eder. O akşam, kendi evine gider gitmez bileklerini keserek intihar girişiminde bulunur. Magda ise yaptığının sonucunu öğrendiğinde bambaşka bir vicdan azabına gark olmuştur. Kieslowski, burada iki günah ve iki azabı aynı anda yoğun bir şekilde işlemiştir. Film, feminist bir eleştiri ile okunduğunda Magda’nın bulunduğu her sahnede bilinçli olarak kırmızı renk içeren bir figürün yerleştirildiği dikkati çeker. Nitekim Kieslowski çoğu sanat eseri yorumunda aşk duygusunun temsilcisi kabul edilen kırmızıyı, günaha davet eden görsel unsur olarak kullanmıştır. Son sahnedeyse intiharının üzerine derhal müdahale edilerek hastanede tedavi olan ve kurtulan Tomek, bu kez ayaklarına kadar gelen Magda’yı bulur karşısında ve “Artık seni gözlemiyorum,” der; bileklerinde hâlâ yaralarının izi bulunmaktadır ancak sahnedeki kırmızı renk kaybolmuştur.
86 dakikaya çıkarılarak 1988 yılında uzun metraj film hâline getirilen yapım, Cannes Film Festivali’nde klasik seçkiler arasında gösterilmiştir.
Dekalog 7: Anneliği Çalmak
“Kendine ait olanı çalabilir misin?”
Çalmak eyleminin sınırı çok hassas bir çizgiye sahiptir. Zira aidiyet ve sahip olma duyguları, tamamen bireysel algılama biçimleri ve derinlikleri ile tanımlandıklarında ortak bir payda sağlayabilmek neredeyse olanaksızdır. Bir nesne, fikir veya kişi üzerinde hak iddia etmek, hırs ve kıskançlık duyguları da bir araya geldiğinde doğallıkla ortaya atılır üstelik. İşte bu noktada yalnızca maddi varlıklar değil, annelik gibi çok özel ve kişisel bir konum dahi sahip olma yarışının bir parçası hâline gelebilir. Dekalog serisinin yedinci filmi de “çalmayacaksın” emrini manevi bir noktadan ele almıştır. Henüz on altı yaşındayken lise öğretmeniyle duygusal ve fiziksel yakınlık kuran Majka, bu ilişki sonrasında hamile kalır ve bebeği Ania’yı dünyaya getirir. Fakat ailesi, bu olayın duyulmasını istemediğinden bebeğin tüm sorumluluğunu ve ebeveynliğini üstlenir. Yani Ania, anneannesi Ewa’yı annesi, dedesini ise babası belleyerek büyür. Ne var ki bu durum, yirmili yaşlarına geldiğinde Majka’yı rahatsız eder. Psikolojik olarak kimliğini oturtmaya başladığı bu yaşlarda devreye giren annelik dürtüleri; çocuğunu sahiplenmeye, her şeyiyle anneliği üstlenmeye doğru güdülemektedir onu. Bunun üzerine Majka, bir gün Ania’yı kaçırarak bir zamanlar birlikte olduğu eski okul öğretmeninin yanında alır soluğu. Majka, kendi bakış açısıyla ve annelik dürtüleriyle davranışlarının sonuçlarını düşünmeden hareket ederken altı yıl boyunca Ania’nın maddi-manevi anneliğini üstlenmiş olan Ewa da çocuğunu kaybetmenin acısını yaşamaktadır. Ancak bu trajedide iki türlü sahiplenme ve hak iddia etme durumu yaşanmaktadır: Majka her ne kadar anneliği gerçek anlamda yürütmüş olan Ewa’nın büyüttüğü “çocuğunu” ondan almış olsa da Ewa’nın aşırı ve ileri giden sahiplenici tutumu, yalnızca anneannelik şefkatinden kaynaklanmamaktadır. Majka’nın doğumundan sonra bir daha çocuk sahibi olamayan Ewa, bu annelik ihtiyacını ve arayışını Ania üzerinden tatmin ederek bir bakıma kendi çıkarını gözetmektedir. Dolayısıyla Majka’nın anneliği tatmasına izin vermemiş, Ania onun elinden nasıl kaçırıldıysa o da bir zamanlar “annelik” duygusunu kendi kızı Majka’nın ellerinden almıştır. Kieslowski, maddi hırsızlıktan çok daha ağır vicdani bedelleri olan bir noktaya değinmiştir bu anlamda: çalınan veya üzerinde hak iddia edilen şey, aslında doğrudan Ania’nın kendisi değildir; esas hırsızlık konusu, bir kadının yalnızca ona tanınan biricik hakkı, anneliğidir. Son sahnesiyle çarpıcı bir final yapan film, nitekim burada maddi boyutlu hırsızlık ve kaybın, manevi olanla asla boy ölçüşemeyeceğini de gösterir.