Dekalog 8: Yüzleşme
Zaman tek bir yöne doğru hareket eder: ileri. Geçmişe dönüp yapılmış olana müdahale etme olanağı yoktur. Fakat geçmişin etkisi bugünü de geleceği de şekillendiren niteliktedir, çünkü her etki, er ya da geç kendi tepkisini doğurur. Üniversitede ahlak ve etik alanında profesör olan Zofia, bir gün New York’tan gelen ve kitaplarını orada İngilizceye çeviren Elzbita ile geçmişinin sayfalarını yeniden aralar. Elzbita, Yahudiler üzerine yaptığı bir araştırma için Zofia’nın derslerinden birine katılma talebinde bulunur. Konuk olarak kabul edilen Elzbita, çeşitli olay örneklerindeki ahlaki değerlerin incelendiği derste söz alıp çocukluğuna ait bizzat yaşadığı bir olayı anlatır. Bu olay, Zofia ile ortak bir geçmişi paylaşmış olduklarını da ortaya çıkaracaktır.
Bir Yahudi iken soykırımla birlikte Polonya’daki evinin bodrumuna saklanan altı yaşındaki Elzbita, onu koruması için Katolik bir ailenin evine verilmiştir. Ancak ailenin, Elzbita’yı kabul etmesi için küçük kızın din değiştirmesi gerekmektedir. Ne var ki aile, daha sonra tanrı karşısında yalancı şahitlik yapamayacaklarını söyleyerek vazgeçmek ister ve Elzbita’yı ölüm tehlikesi olduğunu bile bile geri gönderir. Aradan yıllar geçtikten sonra Elzbita, şimdi yardım elini ondan esirgemiş olan Zofia’nın karşısındadır. Gerçekler ortaya çıktıktan sonra Zofia, vicdanıyla baş başa kalmış, geriye dönüp değiştiremeyeceği bir kaderin bedelini, onu ömür boyu bırakmayan pişmanlık dolu bir hatırayla ödemiştir. Bununla birlikte, beraber geçirdikleri yüzleşme gecesinde aynı hikâyeyi bir de Zofia’nın ağzından dinleriz. Bu defa Zofia’ya karşı bir acıma duyar, hikâyenin bakış açısı değiştirdiğinde yargı terazisinin de farklı bir şekil aldığını görürüz.
Geçmişiyle ilgili itirafları sırasında ve hikâyesini anlattığı sahnelerde Elzbita’nin elleri daima boynundaki haç işareti taşıyan kolyededir. Keza gece yatmadan önce Katolik dualarıyla tanrıya seslendiği görülür. Bu sahnelerden hareketle Yahudi kimliği silinmeye çalışılan Elzbita’nın, Hristiyanlığı da hayatta kalabilmek, yani bir bakıma “evcil” görünebilmek için bir tasma gibi boynunda taşıdığını, ancak sonunda da öz kimliğinden uzaklaşarak kendisine kabul ettirilen din ile o dine ait dili benimsediğini söyleyebiliriz.
Dekalog serisi içinde diğerlerine nazaran durağan ilerleyen kurgu, aslında tüm seriyi aynı portreye sığdırmayı ve Kieslowski’nin amacını göstermeyi başarmış kilit niteliğinde bir yapımdır. Filmin başında Zofia’nın verdiği derste örnek bir olay anlatmak için söz alan bir öğrenci, Dekalog serisinin ikinci filmindeki olayı özetler, ardından kurgunun ahlaki boyuttaki analizi yapılır. Bu analizde yönetmen, seriyi nasıl okumamız, yorumlamamız ve eleştirmemiz gerektiğinin de yöntemini ifade etmiş olur.
Dekalog 9: Sadakat
Belki en zorlarından biri de sevilen kişiler için onlardan vazgeçebilmektir. Dahası, kendimizden vazgeçebilmektir. Ne var ki insanın bir tarafı her ne kadar erdem, vicdan ve irade ise diğer yanı da bir o kadar bedensel zevklerinin peşinde koşan dürtülerdir. Ve bu dürtüler, vazgeçmeyi bilmez.
Başarılı bir doktor olan Hanak, bir gün eve döndüğünde karısı Roman’a, hayatlarını değiştirecek bir gerçeği açıklar. Gittiği bir konferansta doktor olan arkadaşı, ona birtakım testler yapmış, bunun sonucunda iktidarsız olduğunu ve bir daha hiçbir kadınla cinsel birliktelik yaşayamayacağını öğrenmiştir. Tıbbi yöntemlerle bir çaresi bulunmayan bu durum karşısında Hanak da genç ve güzel karısına haksızlık etmemek adına ondan boşanmaya karar verir. Ancak Roman bunu katiyen kabul etmez; ona göre aşk, “bacakların arasında değil, kalptedir”. Bunu söyleyerek kocası Hanak’a sıkı sıkı tutunan Roman, onun en büyük destekçisidir –görünürde. Fakat söylediği bu söze aslında ters düşmeyen bir başka ilişkisinin de olduğunu öğreniriz Roman’ın. Zira yalnızca cinsel birliktelik yaşadığı, ama sevmediği bir adam vardır hayatında; yani bacakların arasında yaşananların, kalbinde bir yeri yoktur. Ne var ki bu gerçeği sonunda ortaya çıkaran Hanak, bir yandan çok sevdiği karısına karşı tüm güvenini kaybederken diğer yandan ona hak vermeden edemez; çünkü cinsel anlamda onu tatmin edecek kudrette değildir nihayetinde. Roman’ın amacı ise salt bedensel ihtiyaçlarını tatmin etmek değil, annelik dürtülerine kulak verip bir bebek sahibi olmaktır. Çarpıcı bir kurguyla dilemma örgüsü oluşturan Kieslowski, bu anlamda farklı açılardan bakıldığında haklılık ve haksızlık dengelerinin tümden değişebildiği bir yapım sunmuştur. Oyuncuların son derece başarılı mimikleri, tereddütlü ve şüpheci bakışlarını kameraya tam anlamıyla aktarmaları da adeta bir Kieslowski imzası hâline gelen, yapımın güçlü yönlerindendir.
Seyirciyi içine alan, heyecan ve gerilim unsurlarıyla donanmış Dekalog 9’u serinin diğer filmlerinden ayıran önemli özelliklerden biri de Kieslowski’nin, dönemde yeni ortaya çıkan teknik yöntemlerin ilklerini de yine burada kullanmasıdır. Filmin başlarında Roman ve Hanak’ın asansörle yukarı çıktığı sahnede ışığın ve diyalogların paralel bir ilişki içinde kullanımı, sağlık durumunu öğrendikten sonra kendisine öfkelenen Hanak’ın, bir nevi ceza ile acı çekmeye çalıştığı bisiklet sahnesinde, ayrıca sonrasında arabayı hızla kullandığı sahnede yol şeritlerinin çekimi, bu teknik başarıya birer örnektir.
Dekalog 10: Kara Mizah
Finale geldiğimizde serinin ciddi ağırlıklara sahip kurgularından çok daha farklı, eğlenceli ve hareketli bir yapımla veda ediyor Kieslowski. 10. film, konusunu her ne kadar “komşunun malına göz dikmeyeceksin” emrine dayandırıyorsa da başkahramanların yaşadıkları musibetlerin, “annene ve babana saygı göstereceksin” emrinin ihlali nedeniyle gerçekleştiğini görüyoruz. Ayrıca film, açılış sahnesindeki şarkının sözleriyle de çarpıcı bir etki yapıyor ve Kieslowski’nin kara mizahını ortaya koyuyor: “Öldür! Öldür! Öldür! Tecavüz et, bütün hafta zina yap. Ve pazar günü, pazar günü anneni, babanı, kız kardeşini patakla. Senden küçükleri döv ve çal. Çünkü her şeyin sahibi sensin, her şeyin sahibi sensin.” Bu sözler, tüm seri boyunca işlenen her bir emre karşı söylenmiş ve kader olgusuna hükmeden “tanrı”lık konumunu insana atfetmiştir. Bu anlamda serinin diğer dokuz bölümde sahnelenen emirlerin, tek bir bölümde masaya yatırılacağı da söylenmiş olur.
Film, babalarını kaybeden iki kardeşin, cenaze için bir araya gelişi üzerinden ilerler. Hayattayken babalarıyla ve birbirleriyle ilgileri olmayan bu kardeşler, zoraki törenin sonunda babalarının evine gider ve orada, 1931 yılından bu yana biriktirilmiş bir pul koleksiyonu bulurlar. Başta fazla değer vermedikleri bu koleksiyonu bir pul müzayedesine götürdüklerinde ellerindeki her bir pulun, birer miras değerinde olduğunu öğrenirler. Bunun üzerine sevinçle evlerine dönen kardeşlerden Jerzy’nin oğlu, ne var ki pulları bir çocuğa vermiştir. Pulları derhal geri almak isteyen Jeryz ve kardeşi de böylelikle aksiliklerle örülü bir maceraya girmiş olur. Şantajlar, sahtekârlıklar, hırsızlıklar ve hayal kırıklıklarıyla dolu bu maceranın sonundaysa iki kardeş; daha önce anne ve babalarına saygı gösterme emrine karşı gelmelerinin bedelini, kendi mallarına göz diken bir şebeke tarafından uğradıkları soygunla öder.
Farklı emirlerden beslenen, serinin diğer filmlerinden de pek çok unsura değinerek göndermelerde bulunan film, hem mizah odaklı üslubuyla bir farklılık yaratmış hem de mutlu sonla biten bir final sunmuştur.