Karşınızda, Film Hafızası yazı işlerince seçilen; hayata dönen biricik yedinci sanatımızdan 2022 senesinde akıllara kazınan filmler! Hepinize mutlu ve sinema dolu yıllar dileriz.
Kurak Günler (Yön. Emin Alper, 2022)
Kurak Günler (2022), yirmi yıldır bitmeyen bir karabasan gibi böğrümüze oturup birçoğumuzu nefessiz bırakan Yeni Türkiye’nin oldukça çarpıcı bir temsilini sunuyor. Emin Alper, tabiri caizse bir an bile teşbihte hata yapmadan koca yirmi yılı herkese hitap edecek bir perdeden özetliyor. “Ülkenin birinde bir zamanlar Anadolu’nun bir kasabasına bir yabancı gelir. Bu yabancı…” diye başlar her şey.
Genç ve deneyimsiz bir savcı olan Emre, artık kendini içten içe yiyip bitiren bir kasabaya gelir. Savcı Emre, henüz ne mesleğinin inceliklerine hâkim ne de taşraya aşinadır. Bir nevi vahşi hayvanların tahakkümü altında olan, gözlerden uzak, balta girmemiş ormandaki bir ceylan gibidir. Ya da kasabanın hemen yanı başında yaşamını sürdürmeye çalışan yaban domuzu gibi mi demek gerek? Belki de… Savcı Emre, kasabaya geldiğinde önce avlanıp sonra da bedenine işkence edilen yaban domuzu ile veya akli melekeleri yerinde olmadığı için bedeni istismar edilen “Çingene kızı” Pekmez veyahut da cinsel yöneliminden dolayı yaftalanmış gazeteci Murat ile aynı yerdedir. İnsan olmayan bir hayvan, göçebe ya da “queer”* bir topluluğun bireyi ve bir yabancı… Yok sayılan, görmezden gelinen, bastırılan, öldürülen, itelenen, ötekileştirilen bireyler… Her geçen gün yerini daha da sağlamlaştırıp pervasızlaşan bir iktidar ve ona her koşulda biat eden özneleri karşısında ya Hâkime Zeynep gibi ortama uyum sağlayacaksın ya da her an domuz ile aynı sonu paylaşabilirsin.
Gücünü yarattığı korku imparatorluğundan alan bir iktidarın hangi kodlarla hareket ettiğini dışarıdan bir göz olarak izlemenin bile zorlayıcı olduğu filmde; türcülükten, kadın düşmanlığına, ahlaksızlıktan, homofobiye, efsane haline gelen yalanlardan, riyakârlığa kadar akla gelebilecek birçok şeyin karşılığı var. Tabii bu Türkiye mikrokozmosunda sadece yirmi yılı değil çok daha öncesini de okumak mümkün. Adım adım ilerleyen ve yerini sağlamlaştırdıktan sonra pervasızca kendinden olmayana nefes alacak fırsat tanımayan bir fikrin, geçmişten bugüne gelişinin ayak seslerini de görmek mümkündür. 6-7 Eylül’de, Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da, 19-22 Aralık’ta yapılan katliamlara ve daha nicesine yani bugünün linç kültürünü besleyen utanç günlerine de göndermeler açıkça görülmekte.
Velhasıl kelam Alper, iktidar tarafından ötekileştirilen bireylerin nefes alacak hâli kalmadığı bir ülke alegorisi yarattığı filminde yer yer bazı şeylerin altını kalınca çizmekten de çekinmeyerek kendisinden beklenmeyen bir didaktikliğe teslim oluyor. Alper sinemasına aşina olanların yadırgadığı bu sahnelerin bile rahatsızlık yaratmadığı filmde özdeşlik kurmamız istenen savcı Emre’nin pir ü pak bir profil çizmemesi, her an karşı yakaya uyum sağlayacak bir intiba bırakması ise filmi çok daha gerçekçi kılıyor. Bir kovalamaca sahnesiyle başlayıp bir başka kovalamaca sahnesiyle sona eren filmdeki gittikçe yükselip ayyuka çıkan gerilim anlarını takip eden büyülü gerçekçi final, bir nebze yüreğimize su serpmeli mi bilemedim.
Uluslararası Prömiyerini 2022 Cannes Film Festivali’nde “Un Certain Regard Award” (Belirli Bir Bakış) ve “Queer Palm”da yapan, Türkiye prömiyerini ise Antalya Film Festivali’nde yaparak ödüllere boğulan Kurak Günler, sadece yılın değil ülke sinemasının en değerli yapımlarından biri olarak şimdiden listenin üst sıralarına yerleşti bile.
Three Thousand Years of Longing (Yön. George Miller, 2022)
Hikâye, insanın ilk kelimesiyle başlayan bir akıştır ve her insan, bu nehre bambaşka bir renk katan özgün bir hikâyedir. Özellikle 2000’li yıllarla beraber tüm dünya genelinde hızla yayılan hikâye anlatıcılığı, birbirlerine fersah fersah uzaklıktaki coğrafyalar, diller, inançlar ve insanlar arasında büyülü bir köprü kurmuştur. Ancak bu köprü sadece mekânla sınırlı kalmamış, zamana da hükmetmeye başlamıştır. Kurgusunu hikâye anlatıcılığı üzerine kuran Three Thousand Years of Longing (2022) de beyaz perdenin güncel yapımları arasında en çok ilgi görenlerden oldu bu yıl. Yönetmenliğini George Miller’ın yaptığı film, böylelikle metinlerarasılık tekniğini kullanarak Binbir Gece Masalları’nı milenyumda yeniden canlandırmıştır.
Film, bir hikâye anlatıcısının dilinden aktarılır perdeye. İngiliz yazar Alithea, bir konferans için İstanbul’a gelmiştir. Fakat diğer gezilerinin aksine şehrin sokaklarında attığı her adımda tuhaf bir gücün kendini sardığını; dahası, takip ettiğini hisseder. Kapalı Çarşı’da dolaştığı sırada bir antikacıda gördüğü minik şişe, Alithea’yı ancak masallarda rastlanabilecek bir serüvenin içine çeker. Bundan sonrasına inanmak, tamamen izleyiciye bırakılır. Ama Alithea en başta belirtmiştir zaten; hikâyesini daha “inandırıcı kılmak için” masalın dilini seçmiştir. Bu görüşle beraber film, kelimeler, anlatıcılık ve hikâyelerin gerçekliği üzerine bir keşif sunacağını da ilan eder. Şişenin içinden çıkan cin, Alithea’ya üç dilek hakkı verir. Ne var ki bu üç dilek hakkının da bambaşka birer hikâyesi vardır. Böylelikle birbiri ucuna eklenen hikâyeler; bir masal çerçevesi içinde kendi dilini, dünyasını, zaman akışını ve mekân algısını yaratır. Bir bakıma hem Alithea’nın dillendirdiği kurgu hem de film senaryosu, eş zamanlı bir yaratıyı üstlenir. Bu özgün yapısıyla film, güncel hikâye anlatıcılığına da yeni bir tat sunmuştur.
Böylesi zengin ve masalsı bir kurguyla klasiklerin dışına çıkan yapım, görsel unsurlarıyla da ayrıca ilgi çeker. İstanbul’da geçen sahneler, doğu ile batı kültürünü harmanlayan birer sergi niteliğindedir. Bir tarafta İngiliz kültürünün insan algısı, film boyunca genel perspektifi oluşturur. Diğer tarafta ise Osmanlı’dan günümüze eski sokakları, göğe yükselen minareleri, görkemli kiliseleriyle İstanbul, doğunun acı, tatlı, rengârenk nefesidir. Sunduğu her ayrı zaman ve mekân aralığında bağlama uygun dekoru oluşturan filmde hiçbir geçiş eğreti durmaz böylece. Adı üzerinde, tam üç bin yıllık bekleyiş, böylesi bir hikâyeyi sırtlanabilecek denli uzun, çetin ve bir o kadar inandırıcıdır. Masalın hüzün, heyecan, aşk dilindeki gerçekliğine kendini teslim etmek isteyenlere…
Tár (Yön. Todd Field, 2022)
“Dinleyiciyi ilgilendiren her daim sorudur. Asla cevap değildir.”
– Lydia Tár
Sanat camiasında önde gelen isimlerin bulundukları konumu nasıl yönettikleri, duygu durumları ve kişisel yaşantıları şüphesiz bu kişilerin ellerinden çıkan sanat eserinin kendisi kadar karmaşık ve çok katmanlıdır. Daha ziyade oyunculuğu ve Little Childen (2006) filmi ile tanıdığımız yönetmen Todd Field, Tár (2022) ile bu çok katmanlı incelemeyi orkestra şefi Lydia Tár (Cate Blanchett) üzerinden yapar.
Filmin açılış sekansında, kendini canlandıran New Yorker yazarı Adam Gopnik, başarılarını listeleyen ve beraberinde övgüleri de esirgemeyen bir girizgâh ile orkestra şefi Lydia Tár’ı sahneye davet eder. Kariyerinde neredeyse kazanabileceği her başarıyı kazanmış ve bu anlamda doygunluğa eriştiğini izleyiciye hissettiren duruşuyla alkışlar eşliğinde sahnede yerini alan Lydia; sanata, bir kadın olarak icra ettiği orkestra şefliği mesleğine ve klasik müziğin doğasına dair kendine yöneltilen soruları cevaplar. Bu açılış sekansı Lydia’yı tanıma merakımızı tetiklemekle kalmayıp, tıpkı bir Mahler senfonisinin açılış bölümü gibi hikâyenin diğer kısımlarına dair ipuçları da verir.
Lydia Tár, pek de sevilesi bir karakter değildir. Ancak oldukça karmaşık ve değişken bir kimliğe sahiptir. Bir sanatçı olarak, asla elinde olanla yetinmez. Maymun iştahlı ve hırslıdır. Özel hayatında ise alabildiğine bencildir. Kararlarını bir saniye bile düşünmeksizin alır ve sevdiklerinden önce kendini korumaya yönelik verir. Provadan evine döndüğünde, partnerine ve kızına karşı dahi bu güç düellosunu oynar. Tek fark: Ailesiyle olan ilişkisinin ona sanatla olan ilişkisi gibi bir geri dönüşü yoktur. Lydia da bunun farkındadır. Ailenin ondan alabileceği ya da ona katabileceği hiçbir şey bulunmamaktadır.
Bütün bu çok katmanlı anlatıyı oluşturmadaki başarıyı sağlayan en büyük etken şüphesiz ki Cate Blanchett. Olağanüstü bir oyunculuk, karakteri ve duygu yansıtımını ortaya koyuyor. Tár her ne kadar bir yönetmenlik başarısı da olmasına rağmen, yıllar sonra -tıpkı Manifesto (2015) gibi- bir Cate Blanchett resitali olarak anılacak. Zaten bu performans kendisine hali hazırda Venedik Film Festivali dahil olmak üzere birçok uluslararası festivalde” En İyi Kadın Oyuncu ödülünü” kazandırmıştır. Berlin Philharmoniker’in seslendirdiği Mahler beşinci senfoni ise filmin duygusunu tamamlaması ve eşlik etmesi adına dinlenmelidir.
Decision to Leave (Yön. Park Chan-wook, 2022)
“Beni sevdiğini söylediğin an, senin sevgin biter ve benim sevgim başlar.”
Başlangıcından bitişine, yeniden başlangıcından yeniden bitişine dek Decision to Leave (2022) karanlık bir aşk ve eşduyum filmidir. Hae-joon epeyce titiz ve ciddi bir adamdır. Çözülememiş suç öykülerinin peşinden ısrarla giden bir dedektiftir. Üstlendiği bir görevi sonuna ve en sonuna dek götürmeyi seven, dahası bununla hayat bulan bir yapıda görünür. Oysa “tamamlanmamış” bir ruhun var olabileceği kadar var gibidir: “Hayatın kıyılarında süzülen bir hayalet… Eşinin şüpheli ölümü üzerine sorgulamakla yükümlü olduğu gizemli kadın Seo-rae ile tanıştığında, solgun bakışlarında aniden beliren bir canlılık, yalnızca yarı-var olduğu hayatının akışını yavaşlatacak, bir çeşit “tam olma” hissinin sarhoşluğuyla birlikte Seo-rae’ye dair sayısız olasılıkta kaybolacaktır.
Güney Koreli auteur Park Chan-wook’a 2022 Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü getiren Decision to Leave, yönetmenin The Handmaiden (2016)’dan sonra çektiği ilk uzun metraj filmidir. Neo-noir gerilim ve melodram türlerindeki sinematografik açıdan çok güçlü olan bu sürükleyici deneyimde, bir dağın tepesinden azgın dalgaların arasına düşer ve orada biz de kayboluruz. Seo-rae -dinamizmin, esnekliğin, sonsuz olasılığın sembolü olan- denizi sevdiğini söylerken; Hae-joon’un içindeki boşlukları doldurup taşıran bu azgın dalgalardan bahseder gibidir. Öte yandan iki karakteri bir tüm olma hâlinde izlerken bile belirgin bir yabancılaşmayı beraberinde yaşarız. Hae-joon, Seo-rae’ye “her şey” pahasına bağlanmıştır.
Decision to Leave bir yandan birleşmeler, bağlanmalar ve ayrılmalarla örülü diğer yandan ise kopuk parçaları su üzerinde süzülürcesine birbirine yaklaşan ve birbirinden uzaklaşan bir hikâyedir. Uyum ve gerçekliğin yerini bir anda dağılma hissi alırken, karakterlerin kurduğu ilişkiyi duygu düzeyinde anlamlandırmak son derece güçtür. Bu anlamda yarattığı kararsızlık sayesinde isminin hakkını fazlasıyla veren filmde “ayrılmanın” gerçekten bir karar olup olmadığını sorgularız. Bir karar olarak ayrılmak, görünürde bir kayıp olsa bile aslında sevginin kalıcı, değişmez ve korunaklı bir yerde bırakılması mıdır? İKSV Filmekimi kapsamında da gösterimi yapılmış olan Decision to Leave, 2022’nin iz bırakan filmleri arasında yerini almaktadır.
Banshees of Inisherin (Yön. Martin McDonagh, 2022)
Martin McDonagh’ın son filmi Banshees of Inisherin (2022), Three Billboards Outside Ebbing, Missouri (2017) filminin başarısından sonra heyecanla beklenen bir yapımdı.
Eleştirmenler ve seyirci tarafından oldukça olumlu yorumlar alan film, Colm (Brendan Fresar) ve Pádraic (Colin Farrell) adlı iki arkadaşın hikâyesini anlatır. 1923 yılında İrlanda İç Savaşı’nın sonlarında Inisherin adında kurgusal bir adada geçen film, müzisyen Colm’un bir anda yıllardır en yakın arkadaşı olan Pádraic ile ilişkisini bitirmesiyle başlar. Colm, bestelerine ve kemanına odaklanmak, yaşlandığı için arkasında önemli işler bırakmak ve hatırlanmak istiyordur; Pádraic ise ona göre onun değerli zamanını çalıyordur—aynı zamanda da Colm onu çok sıkıcı bulmaktadır. Saf ve iyimser Pádraic bunun geçici olduğuna inanıp umutla arkadaşını geri kazanmaya çalışsa da Colm kararlıdır ve Pádraic ısrarcı olursa aşırılara kaçacaktır: Yani, Pádraic durana kadar, onunla her defasında konuşmaya çalıştığında bir parmağını kesecektir.
Bu noktadan sonra oldukça komik ve aynı zamanda da üzücü bir anlatıya bürünen Banshees, Kerry Condon ve Barry Keoghan’ın da en az başroldekiler kadar etkileyici bir performans vermeleriyle senenin en iyi filmleri listesinde oldukça üste tırmanır. Film, basit fakat oldukça etkileyici sinematografisi ve ses kurgusuyla, denizin karşısındaki savaşın seslerini ve karşıdan çıkan dumanları adadaki boğucu sessizlikle yan yana koyarak bir çelişki yaratır. Aynı şekilde, iki karakterin oldukça sessiz başlayan anlaşmazlığı da gittikçe artacak ve şiddetli bir hale gelerek iki karakter için de eziyete evrilecektir. Adadaki hayatın bir belgeseli gibi başlayan film, karakterlerin arasındaki gerilim somut bir biçime geldiğinde anlatının kasıtlı rutininden kurtularak McDonagh’dan ve Farrell’dan beklediğimiz forma bürünür. Filmi genel olarak Farrell’in karakteri üzerinden izlediğimiz için onun umutsuzluğunu ve amaçsızlığını sonuna kadar hissetsek de, onun zeki kız kardeşiyle, bardakilerle, çok sevdiği eşeğiyle ve Colm’la olan diyaloglarında karakterin saflığından kaynaklanan komedi elementlerini de göz ardı etmek olmaz.
Banshees of Inisherin, birçok festivalde ve ödül töreninde paye almıştır. Akademi Ödülleri’nde de birçok dalda aday gösterilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Bones and All (Yön. Luca Guadagnino, 2022)
“Whatever you and I got, it’s got to be fed / Her neyse sende ve bende olan, doyurulması şart.” Lee (Timothée Chalamet)
İnsanlar da tarih boyunca birbirlerini yiyip durmuyor mu?
Huzur kaçırıcı ve rahatsız edici bir öyküye hazır mısınız? Bones And All (2022), oldukça ses getirmiş olan Suspria (2018)’nın yönetmenliği yapmış olan Luca Guadagnino’nun yine çok konuşulacak olan bir yamyam öyküsü anlattığı filmdir. 2022’ye damga vuran filmler arasında gördüğüm Bones And All, esasında filmleriyle sürekli olarak şiddeti arzuluyor gibi görünen bir yönetmenin bu filminde de bazı sahnelerinin tiksindirecek nitelikte olmasından çok sıra dışı şekilde kalbe dokunan bir hikâye izletmek istediğini gösteriyor.
Guadagnino’nun da tuhaflıktan hoşlandığını varsayarsak, kendisine Venedik’te En İyi Yönetmen Ödülü almasını sağlayan film, esasında Camille DeAngelis’in bir romanından uyarlanma.
Peki nedir Bones and All’ı bu kadar karanlık ancak bir o kadar da etkileyici kılan şey? Cevabı bulabilmek için 1980’li yılların Amerika’sına doğru bir yolculuk yapabiliriz.
On sekiz yaşında insan etine karşı oldukça hassas olan yamyam bir kızın ana karakterimiz olması belki de hikâyenin neden enteresan olduğunu en başından belli ediyor. Babasının kendisini terk etmesi üzerine esasında kimliğini bulmaya çalışan Maren, bu yolculukta annesini bulma kararı alır. Tabii ki bu yolculukta yalnız olmayacaktır. Kendisi gibi kişilerle tanışan ve aslında mentor diyebileceğimiz Sully, Maren’ın bu güdüsüyle nasıl başa çıkması gerektiğini ve kendisini nasıl doyurması gerektiğini öğrenir. En başından beri tuhaf bulduğu yaşlı adamdan öğrendiği şeylerle tabiri caizse bir süre sonra ondan kaçarak yoluna devam eder. Yaşlı ve tehlikeli adamın aksine oldukça etkileyici Lee ile karşılaşması Maren’a aşkın varlığını gösterecektir. Tıpkı kendisi gibi olan Lee ile açlığın yanı sıra duygusal eksikliğini de dolduran Maren, Lee’nin acımasızlığından çekinmeye başlarken aynı zamanda kendini ve annesini bulma yolculuğunda annesiyle ilgili öğrendiği şeyler karşısında dehşete düşecektir. Her ne kadar yamyamlık gibi görünse de doğaları gereği bu özellikleri sayesinde hayatta kalabilen ikili, bu dürtüden kaçmaya çalışsalar da önlerine Sully gibi bir engel çıkacaktır.
Yönetmen bu filminde sinematografik olarak Suspria’daki gibi şiirsel anlatı yerine gerçek mekanlarla, gerçekmiş gibi görünen bir anlatı ortaya koyar. Belki de filmi oldukça rahatsız edici kılan detaylardan birisi de budur. İkilinin hayatta kalma savaşı, esasında seyirciyi bu dürtüsel isteğin normal olmayan boyutundan çıkararak karakterlerle özdeşleşmesine, işte tam da bu noktada vahşet kısmından etkileyici kısmına götürür. İzleyici bu tezatlıkla baş başa bırakılır. Yamyamlığın günümüzde dahi varlığını koruyan ilkel kabilelerde de sürdüğünü düşünüp filmi izlerken sonuçtan çok nedensellik ilkesinde yorumlarsak ortaya çıkan çıkarımlar bizi farklı boyutlara götürebilir; “Ben kimim ve ne için böyleyim?” sorusunun cevabını bulmaya çalışırken esasında her bireyin farklılıklarından yola çıkarak ortak bir amaca gitmek evrensel boyutta inceleme şansını sunabilir.
Karakterlerin insan eti yiyor olmasından çok varoluşunun kaynaklarına inmeye çalışan bizler gibi belki de karakterlerin bu anlam arayışı yolculuklarında biz de kendi anlamımızı bulabiliriz.
İçinde bulunduğumuz zorlu dönemde, Venedik’ten iki ödülle ayrılan sıra dışı Bones and All, belki de kendimizle ilgili cevapları bulmamızı sağlayabilir.
Aşk, Mark ve Ölüm (Yön. Cem Kaya, 2022)
2022’nin beklenen belgesellerinden Aşk, Mark ve Ölüm (2022), 1960’lardan beri Türk göçmenlerin Almanya’da sürdürdüğü bağımsız müzik kültürünü konu almaktadır. Belgeselde çalan çoğu şarkıya eşlik etmek isterken aynı zamanda bu şarkıları yaratan ve bu şarkıların yaratıldığı kimliğin yolculuğuna da tanıklık etmekteyiz.
Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması (2014) belgeselinin yönetmeni Cem Kaya ile Oray (2019) filminin yazarı ve yönetmeni Mehmet Akif Büyükatalay’ın kaleminden hayat bulan Aşk, Mark ve Ölüm, 72. Berlinale Film Festivali Panorama Bölümü’nde Seyirci Ödülü kazanmış; Almanya, Türkiye ve Avusturya’da gösterime girmiştir. Belgeselde Cem Karaca, İsmet Topçu, Hatay Engin, Cavidan Ünal ve Metin Türköz ile yapılan röportajlara ve arşiv görüntülerine yer verilmektedir.
1961’de Almanya-Türkiye arasında imzalanan işgücü anlaşması ile Almanya’ya gelen birinci nesil misafir işçiler geçim sıkıntısı sebebiyle dilini bile bilmedikleri bir ülkeye yerleşmiştir. Dil kaynaklı bu sorun sebebiyle iletişimi kendisi gibi gurbetteki Türkler ile sınırlı kalan birinci nesil misafir işçilerin hiçbiri müzisyen değildi. Fakat bu durum onları kimliğin ve dilin herhangi bir kısıtlamaya uğramadan ortaya konabildiği benzersiz bir müzik kültürü yaratmalarına engel olmadı.
Aşk, Mark ve Ölüm’ün yoğun arşiv görüntüleri ve röportajlar eşliğinde neşeyle başlayan yolculuğu, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi ile ayrımcılığın uç noktalara taşınmasıyla dehşet ve hüzne evriliyor. Müzik türleri değişiyor, sözler değişiyor, üslup değişiyor ve film değişiyor.
Aşk, Mark ve Ölüm, belki de 1960’lardan beri hayatlarımızın ve düşündüklerimizin pek de değişmediğini gösteriyor. Geçim sıkıntısı ile ailemize veda edip dönüşümüzde aldığımız güzel arabamızı göstermenin hayalini kursak da yaşayacağımızdan emin olduğumuz zorlukları dile getirmek şöyle dursun aklımıza bile getirmek istemiyoruz. Hepimiz aslında az ya da çok, şöyle ya da böyle, Almanya’da ya da Türkiye’de güvensiz bir azınlığız. İşte bu noktada da kendimizi görünür kılmak için kendi kültürümüzü yaratmanın ve varoluşumuzu haykırmanın en güzeli müzik ile mümkün. Cesaretimiz varsa…
Cici (Yön. Berkun Oya, 2022)
Cici, kişisel hafızadan yola çıkarak toplumsal belleğe değinen bir anlatı sunmasıyla 2022 yılının dikkat çeken yerli yapımlarındandır. Bir aile trajedisi üzerinden kurgulanan hikâye, iki önemli vaatte bulunur. İlki, filmin seyirci için kolektif hafızanın hatırlama ve unutma fonksiyonlarını tetiklediği bir sinema deneyimine dönüşmesi; ikincisi ise Anadolu’da geleneksel bir ailenin hane içi dinamiklerini ve güç dengelerini anlatırken Türkiye’nin sosyokültürel yapısı içerisinde kutsallaştırılan aile kavramının 80’lerden başlayarak günümüze uzanan panoramasını sunmasıdır.
Bekir’in (Yılmaz Erdoğan) göçmen işçi olarak çalıştığı Almanya’dan köyüne dönerken valizinde getirdikleri, aile ilişkilerini anlamak için önemlidir. Seyirci içinse İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan bir dönemi hatırlatır. Türkiye’den Almanya’ya ucuz emek talebi sonucu göç eden işçilerin ilk düşünceleri, belli bir süre dışarıda çalışmak, para biriktirmek ve kendi ülkelerinde ailelerinin geleceklerini güvence altına alabilecekleri yatırımlar yapabilmekti. Fakat Batı Almanya’da göçmen işçiler “Gastarbeiter” statüsüyle sosyal yaşamlarını kısıtlayarak ve şartları zorlayarak birikim yapmaya çalışırlar. Bekir de bu işçilerden biridir ve Almanya dönüşü köyünde araba, kamera, televizyon, buzdolabı gibi teknolojik aletlerle genişçe bir arsanın sahibi olarak yaşar. Bekir’in köyüne döndüğü yıllar Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisiyle tanıştığı ve 1980 Askeri Darbesi’ni takip eden yıllardır. Aynı dönem, tüketim kültürünün hâkim kültüre dönüşmeye başladığı bir dönemdir ve Almanya tecrübesi de düşünüldüğünde Bekir için satın aldığı metalar birer arzu nesnesidir. Bu doğrultuda film, kolektif hafızanın inşasına bir alternatif sunar.
Havva (Funda Eryiğit) ismi bütün yaşayanların anası anlamına gelir ve kutsal inanışa göre Adem’e tabi olması için onun kaburgasından yaratılan bir kadındır. Ataerkil toplumlarda kadın mutlak kabul edilen rollerle sınırlanır. Havva’nın Bekir karşısında devamlı susma hali edilgen rolüne dikkat çeker. Havva ve Bekir karakterleri üzerinden yapılan anlatı, ataerkil toplumdaki cinsiyet hiyerarşisine değinir. Aynı evi hatta aynı yatağı paylaşan bu iki insanın iktidar çatışması, Türkiye’nin sosyokültürel yapısı içerisinde yüceltilen aile kavramına bir gönderme yapar. Cici, hikâye kurgusu itibariyle geçmiş ve gelecek arasında gidip gelir. Otuz senin ardından aileyi farklılaşan toplumsal dinamiklere paralel olarak değişmiş izleriz. Bu bağlamda film, seyirciye aile yapısını farklı dönemlerde inceleme fırsatı verir.
Close (Yön. Lukas Dhont, 2022)
Henüz on üç yaşında olan Léo (Eden Dambrine) ve Rémi (Gustav de Waele) ikilisi, özgürlüğün ve saflığın timsaliymişçesine Close’un (2022) temasını belirler. Tükenmez bir enerjiye ve sınırsız neşeye sahip olan bu çocuklar, Léo’nun ailesine ait pastoral çiçek tarlalarında yarışırlar, şakalaşırlar, eğlenirler. Dünya dertlerinden ve sancılarından bihaberdirler ve onun da ötesinde, birbirlerinin sonsuz sevgisine sahiplerdir. Kardeş kadar yakınlardır. Yaz güneşinde yerde uyurken birbirlerini yastık olarak kullanmaktan ve geceleri ördek yavrusu hakkında masallar dinlerken Rémi’nin yatağında yan yana uyuyakalmaktan dolayı mutlulardır. Sevgileri, göz yaşartıcı derecede saf ve şefkat doludur.
Fakat sevgiyle ve sonsuz bir bağ ile bezenmiş hayatlarını fazla uzun sürmez. Yeni bir okula kaydolurlar ve kendilerini kalabalık bir oyun alanının ortasında, sinirlerini saklamaya çalışırlarken çekilmiş bir fotoğrafın içinde bulurlar. Bu portre, onlar için hayatın bir daha asla eskisi kadar basit olmayacağına dair bir alamettir. Bir sonraki kehanet ise Léo sınıfta gelişigüzel bir şekilde başını Rémi’nin omzuna yasladığında ve bir sınıf arkadaşı bunu fark ettiğinde belirir. Bazı kızlar Léo’ya Rémi ile “birlikte” olup olmadıklarını sorar. Bir erkek çocuk onu oyun alanında itmeye başlar. Tüm bunlar, maruz kalacakları akran zorbalığının bununla da sınırlı kalmayacağına dair bir uyarı gibidir. Bunu öngören Léo, davranışlarını değiştirmeye başlar. Rémi’ye veya ailesine endişelerinden bahsetmez. Ancak günler içinde futbol hakkındaki tartışmalara katılır. Onu bir kuzu yavrusu gibi gösteren beyaz kazağı giymeyi bırakır ve maço atletizmini sergileyerek gösterir. Bu değişim, ikilinin arasındaki iletişimi de etkiler. Léo ve Rémi arasındaki şaka yollu kapışmaların gerçek bir kavgaya dönüştüğüne ve neşenin yerini gözyaşlarına bıraktığına tanık olmak giderek sarsıcı bir hâl alır. En yalın diyaloglarla çalışan iki genç oyuncu, insanı acı veren, tarif edilemeyen her duyguya inandırır.
Yönetmenliğini Lukas Dhont’un yaptığı ve Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’e layık görülen Close, yüzeysel olarak homofobiye ve homoseksüel olarak görülme korkusuna vurgu yapar. Derinlere inildiğinde ise büyüdüğümüzde hepimizin başa çıkmak zorunda olduğu şeylerin keskin bir şekilde altını çizdiği görülür: Acıyla sessizce başa çıkmaya çabalamak ve karakterimizi kalabalığa uyacak şekilde yontmak. Léo hala kardeşine sarılabilir, çünkü kardeşçe sevgiyi toplum için kategorize etmek ve kabul etmek kolaydır. Ama başını en iyi arkadaşı olan başka bir çocuğun göğsüne yaslayarak yatmak, onun için artık geride bırakması gereken bir ayrıcalık hâline gelmiştir. Toplum, kendi etiğini belirlemiş, bazı normlarla yargılamaya başlamış, hatta bu normları çocukların dünyasına kadar yansıtmayı başarmıştır. Toplumsal normları farklı bir açıdan eleştiren Close, genç insanlara en biçimlendirici yıllarında dayatılan duygusal olarak köreltici çerçevelerinin izini sürer.
Everything Everywhere All at Once (Yön. Daniel Kwan- Daniel Scheinert, 2022)
Olay ufku kavramı Stephan Hawking’in son çalışmalarında olası bir blackhole çekimine yakalanırsak bundan kurtuluş müjdesi veriyordu. -Kara delikler hiç de olay ufku içermez, bu nedenle bilgiyi yok etmez- [1] Bu önerme üzerine düşünüldüğü takdirde bilimsel olmasa da felsefi açıdan birçok yaklaşım umutvar bir şekilde tartışılabilir. Hiçliğe eriş bizlerin algıladığı madde formu olarak olmasa bile evrende konaklamış hiçbir şey “öte”ye erdikten sonra aslen yok olmaz. Bu yaklaşım da sevdiklerimizi dünya boyutunda kaybetsek bile genetik kodlarla ruhlarıyla ya da bizlere aktardıkları dizilimlerle yaşatmaya devam edebileceğimizi, geçmişte var olan hiçbir şeyin yok olmayacağını; çünkü aslen aynı anda hem var hem de yok olduklarını açıklayabilir ya da bu düşünceyi katlanabilir kılar.
Uzun süre boyunca Letterboxd’ın ilk sırasında yer alan Everything Everywhere All at Once, 2022 yılının şüphesiz en gözde filmlerinden biri oldu. Henüz seyircisiyle buluşur buluşmaz hakkında çokça olumlu yorum toplamıştı bile. Şüphesiz bu olumlu yorumların arka planında “Daniel”lerin payı oldukça büyüktür. En İyi Film Dalında Gotham Bağımsız Film Ödülü sahibi olan Daniel Kwan ve Daniel Scheinert popüler kültür ve bilimkurgu etiğine başarılı bir şekilde ev sahipliği yapar. Bilimkurgunun sinema seyircisiyle buluştuğu ilk andan günümüze uzunca bir zaman geçti, ancak insanlığın tekdüze bir hayatın kısıtlayıcılığından bunalması hâlâ gündemi oluşturmaktadır. Üstelik bu bunaltı yeni bir soluğun ve alternatif olabilecek evrenlerin bir ön izlemesini sunar. Hâl böyle olunca hayal gücünden ve olası gerçekliklerden en büyük dilimi sinema dünyası alır. Her ne kadar Everything Everywhere All at Once teknolojik imkanlarını sonuna kadar kullansa da asla anaakım seyiriciyi hedef alan bir noktadan yaklaşım sağlamaz. Filmin konusu bir süredir popülerliğini koruyan çoklu evren çılgınlığı üzerinden ilerler, bu yenilikçi anlatımını aile bağları gibi seyreltilmiş bir geleneksellikle destekler.
Evelyn ailesiyle birlikte Çin’den Amerika’ya göçmüş kendi hâlinde bir kadındır. İşlettiği çamaşırhane ve vergilerle başı dertte olsa da içinde bulunduğu durumdan bir şekilde kurtulmanın başka bakış açılarıyla yüzleşir. Diğer evrenlerdeki Evelyn’i ve aile fertlerini, hatta bulunduğu tüm evrenleri kurtarması gerekmektedir. Danieller’in alternatif dünyaya, alternatif hayata, alternatif olasılıklara olan ilgisi Swiss Army Man (2016)’den sonra Everything Everywhere All at Once’da bir kez daha karşımıza çıkıyor. Filmin bana kalırsa en başarılı önermesi “Her şeyin ve her yerin bir önemi var.” mottosu. Çünkü yaptıklarımızdan ve seçimlerimizden irade bakımından ne kadar sorumlu olduğumuzu defalarca kez hatırlatan bir hikâyeye de sahip. Sonucu ne olursa olsun değişen hisler, görüşler ve belki de pişmanlık bir sonraki adımımızın ve hareketimizin temelini oluşturur. Bu nedenle geçmişi değiştiremiyor olsak da geçmişe bağlı hislerimizi olumlu yönde değiştirebilmenin umudunu taşırız. Aslen komik unsurlarla bezenmiş olan bu absürt kurgu, bireyin tüm olası karakterlerinin inşası üzerine de birkaç şey söylemekten çekinmiyor. Her şey, her yerde, her zaman, bir ve aynıdır; hatta başka anlarda bile.
[1] Evrim Ağacı: Stephen Hawking’e Göre, Karadelikler Sandığımız Gibi Olmayabilir!
Blonde (Yön. Andrew Dominik, 2022)
Marilyn Monroe hala Hollywood tarafından sömürülmeye devam ediyor. Aslında tarihsel figürlerin yaşamlarının ya da tarihi olayların nakledilmesinde bir beis yok. İster yazılı ister görsel olsun mesele, anlatının nasıl kurulduğuyla ilgilidir. Blonde (2022), çalkantılı bir yaşam geçiren ve dramatik bir sonla hayata veda eden Monroe’nun yaşamını kurgusal olarak ele alıyor. Nitekim filmin uyarlandığı kitap da aslında ünlü oyuncunun yaşamıyla yakinen örtüşmüyor.
Ne Monroe’ya ne de Hollywood’a hayranlık duymamakla beraber filme dair dokunmak istediğim birkaç mesele var. İlki, montajın akışındaki hikâye kesikliklerine karşın yönetmenin anlatının görselleştirilmesinde bana göre yaratıcı olmasıdır. Özellikle Monroe’nun duygu durumunun- tüm rahatsız edici çekim açılarını da hesap ederek- sahne tasarımından, ışıkla ve netlikle oynanan oyunlarla başarılı bir şekilde aktarılması dikkatimi çekiyor. Örneğin plaj sahnesinde Monroe’nun yere düştüğü esnada bir anda karenin dışarısından beliren paparazziler onun tekrar ışıltılı dünyaya döneceğini işaret ediyor. Buna benzer sinemaya münhasır yaratıcılıklar filmin bağlamında bağımsız görsel kültüre katkı sunuyor bana kalırsa.
İkincisi ise; psikanalitik açıdan Monroe’nun (filmin Monroe’nun yaşamıyla bire bir örtüşmediğini unutmayalım) travmalarının aktarılmaya çalışılmasıdır. Yönetmen- ki aynı zamanda senaristi de Andrew Dominik- çocukluğundan itibaren karakterin yaşam kesitlerini ele alıyor. Annesinin şizofrenik örüntüsüne babanın yokluğu eklendiğinde zaten bir temel inşa edilmiş oluyor. Beraber olduğu erkeklerde- baba figürü aramak- gibi klişeler de eklemlenince film kendi rotasında ilerliyor.
Ancak başlangıçta söylediğim; bir anlatının nasıl aktarıldığı meselesi, filmin genelindeki olmamışlılığı belki açıklayabilir. Başkahraman Monroe yerine bir başkası da olsaydı, her durumda bu kadar güçsüz bir karakter portresi bize ne vadedebilirdi. Özellikle Monroe’nun öyle ya da böyle başardıkları gözetilirse tamamen naif, pısırık ve erkeklerin yönlendirmesiyle var olabilecek, babasının hayaletini arayan birisi olması hem sinematik anlatıda hem de psikoanalitik çerçeveden bayağı ve sığ kalıyor. Yönetmenin, kurgusal Monroe’nun hayatını bir çırpıda aktarmak istemesi ve genel söylemin dışına çok da çıkamaması Blonde’a eksi yazıyor. Görsel yaratım ve biçim kurgusuna dair teşebbüsler ise, çok da seçeneğimizin olmadığı 2022 sinemasında bir seçenek sunuyor.
Aftersun (Yön. Charlotte Wells, 2022)
“Aftersun” (2022), izleyiciyi Fethiye’nin sıcak yazına doğru ruhani bir yolculuğa çıkaran; yazın o eğlenceli dokusunun altında yatan ve insanın sebebini pek çözemediği melankolinin tadının alındığı bir filmdir. Yönetmen Charlotte Wells’in ilk uzun metrajı olan Aftersun, aynı zamanda yönetmenin hayatından da izler taşıyan otobiyografik ögelere sahiptir.
Çarpıcı sinematografisinin önderliğinde, masmavi denizden engebeli kayalıklara ve yemyeşil ormanlara kadar Fethiye’nin nefes kesen manzaralarını yakalayan kamera; Paul Mescal ve ilk oyunculuk denemesindeki genç oyuncu Frankie Corio’nun duygusal ve içten performansına takılıp onlardan yayılan enerjiyi ve neşeyi vurgulamakta oldukça iyi bir iş çıkarmaktadır. Müzik ve ses tasarımı, filmin değişen ruh halini yansıtan elektronik parçalar ve daha derine inen melodilerin karışımıyla sürükleyici atmosferi derinleştirmeye katkıda bulunur.
Yaz tatilleri her zaman biraz illüzyon gibidir. Bir süreliğine lokasyon değiştirilir, gittiğin yer kısıtlı süre boyunca senin evin oluverir. Sanıyorum ki Aftersun kadar bu hissiyatı izleyiciye geçirebilen film sayısı çok azdır. Gençliğin güzelliğini ve sadeliğini yansıtır, aynı zamanda hayattaki beyazların siyahlarla birlikte var olduğunu dile getirir. Karakterler genç ve tasasız olabilir, ancak aynı zamanda hayatın zorlukları ve karmaşıklığı ile karşı karşıyadırlar. Bulundukları yer kadar pastoral olmayan dünyaların da var olduğunu ve gerçek dünyada da barınabilmeyi öğrenmeleri gerekir.
Bununla birlikte film, ortamının ve temalarının potansiyelini tam olarak keşfetmez ve sonuç olarak, biraz sığ ve eksik hissettirir. Fethiye’nin kendisi filmdeki bir karakter gibidir. Senarist, bölgenin tarihi ve sırlarını metne ekleyerek hikâyeye derinlik ve entrika katmanları ekleyebilirdi belki de. Benzer şekilde, yetişkinliğin eşiğindeki karakterleri ve onların kişisel mücadelelerini de daha derinden inceleyebilirdi. Bunun yerine film, karakterler arasındaki daha derin sorunları ve duyguları tam olarak keşfetmeden anıların romantizmine kapılarak yüzeysellikten öteye geçemiyor.
Genel olarak, “Aftersun”, oyuncu kadrosunun güçlü performanslarıyla da birleşince, görsel olarak çarpıcı, ancak olay örgüsü ve karakter gelişimi açısından potansiyelini tam olarak yakalayamayan bir film olarak karşımıza çıkıyor. Fakat yine de bu haliyle bile oldukça güçlü ve başarılı olduğunu söylememiz gerekir. Kesinlikle 2022’nin en iyi filmlerinden ve yakın zamanda da hem “Başka Çarşamba” kapsamında sinemalarda hem de MUBI’de gösterimde olacak.