Varlığınızın kutsanması ya da lanetlenmesi bir anda olur da kim olduğunuzu sonsuzlaştırmaya yetmez. Sadakatle ihanet arasında, dürüstlükle riyakârlık arasında, yalanlarla gerçekler arasında tek bir tercih bulunur. En mutlak kanıtlar dahi savunma mekanizmasının dipsiz bataklıklarında yitip gider kahramanlar ve hainler kim bilir kaçıncı kez yer değiştirirken. Çünkü tamamen objektif olabilmek diye bir şey yoktur; sempati, çıkarlar ve önyargılar vardır.
Uzunca süredir ülke gündemini meşgul eden ses kaydı konusuna sinema çerçevesinde yaklaşıp beyazperdede ses dinleme üzerine ne varsa ortaya döktük bu ay. Hafızamızın ihanetine uğrayıp adını zikretmeyi unuttuğumuz filmler olduysa eklemelerinizi esirgemeyiniz.
Keyifli okumalar… (Soner Yıldırım)
*Not: Liste alfabetik sıralanmıştır.
Berberian Sound Studio (Peter Strickland, 2012)
Sinemanın kamera arkasını kadrajına alıp yapım aşamasını kendisine konu edinen filmler dördüncü duvarımızı tehdit ederek üzerimizdeki ilgilerini hınzırca canlı tutarlar. Peter Strickland’in 2012 çıkışlı ikinci uzun metraj filmi Berberian Sound Studio ise bu yapım aşamasının kameradan ziyade mikrofonun arkasında kalan kısmıyla ilgileniyor. İtalya’daki bir film stüdyosuna çalışmaya gelen İngiliz ses mühendisi Gilderoy’un tamamen yabancı olduğu bir havayı solurken ses bantlarının arasında kişiliğini ağır ağır kaybedişinin gerilim dolu hikâyesine şahit oluyoruz. İtalyan korku ve giallo türlerindeki filmlerin dublajlarının ve ortam seslerinin kaydedildiği klostrofobik stüdyoda Gilderoy’un hayatına dolanan ses bantları bir yerden sonra filmin bütününü de ele geçiriyor. Üzerinde çalışılan filmdeki bıçaklanma sesleri için paramparça edilen karpuz ve lahanaların numuneliğinde bir nevi gerçeğin taklit edilmesinden ibaret işleyişe sahip olan dublaj stüdyosunda gerçek ile şüphe arasındaki tiz çığlıklar hafızamızla oyun oynuyor. (Kaan Denk)
Blow Out (Brian De Palma, 1981)
Brian De Palma bu filmde Antonioni klasiği Blow-Up (1966)’ın anlatısını, felsefi boyutunu dışarda bırakarak politik bir zemin üzerinde yeniden inşa eder. Bunu yaparken fotoğrafçı olan başkarakteri, korku filmleri için sesler kaydeden birine dönüştürür. Bu tercihin tesadüfi olmadığını görmek için Watergate Skandalı’nın içeriğine bakılmalı.
Bu skandal, iktidardaki Cumhuriyetçi Parti ile bağlantılı bir grup hırsızın, Demokrat Parti’nin merkezine dinleme cihazları yerleştirecekken yakalanmasıyla patlak veren, sonrasında başkan Nixon’ın istifasına neden olan bir süreç. Dolayısıyla filmin kusursuzca işleyen gerilimini tetikleyen olgunun da bir ses kaydı olması oldukça manidar. Ses teknisyeni Jack, tanık olduğu trafik kazası sırasında kaydettiği sesleri dinlerken, orada olmaması gereken bir ses duyar. Sonrasında kendini, Amerikan toplumunun Watergate Skandalı sürecinde yaşadığı paranoyayı başarıyla aynalayan bir kirli ilişkiler yumağının içinde bulur. Jack, yumağın sonuna vardığında tüm Amerika Bağımsızlık Günü’nü kutlamaktadır. Her yer mavi-beyaz-kırmızı ışıklarla kaplıdır. O anda Jack de, biz de anlarız ki, kayıtta olmaması gereken o ses montaj değil, gerçeğin ta kendisidir. (Güvenç Atsüren)
Call Girl (Michael Marcimain, 2012)
Yetiştirme yurdunda büyüyen, reşit olmayan kızların bir ‘mama’nın kanatları altına girmesinin akabinde; politikacılarla üst düzey bürokrat ve devlet görevlilerine peşkeş çekilmesinin izini süren, dinlemesini yapıp kaydını alan istihbaratçıları büyük bir hayati tehlike bekliyordur. ‘‘Seçimlerden sonraya kalsın, şimdilik üstünü örtelim’’, ‘‘çok kurcalama, bozarsan senin için hiç iyi olmaz, harcarız seni’’ tavrının ve tehditlerinin İsveç diyarındaki karşılığını bulduğu ve gitgide sertleştiği bir siyasi polisiyeyi aktaran Mikael Marcimain filmi; 70’lerin başına taşıdığı olay örgüsünün gerçeklerden beslendiğini dile getiriyor. Reşit olmayan kızların duygusal ve fiziksel anlamdaki sahipsizliğinin, ülkenin sürüklendiği sahte ahlaki değerlerle bütünleşmesi üzerine, dram yönü zayıf tutulmuş bildik gelen bir çalışma iken; esas olarak dönüp duran tekerin kendisi anlatılıyor. ‘‘Böyle(ymiş) işte’’ deniyor, ‘‘Ey izleyici gör bunları ve çomağı da sen sok’’. (Salihcan Sezer)
Das Leben der Anderen (The Lives of Others, Florian Henckell von Donnersmarck, 2006)
Florian Henckell von Donnersmarck’ın ilk filmi olan Das Leben der Anderen, kuşkusuz 2000 sonrasında Alman sinemasının en önemli yapıtlarından biri hâline geldi. Oscar’da “En İyi Yabancı Film” dâhil olmak üzere toplamda 66 ödüle layık görülen film, “dinleme filmleri” deyince akla ilk gelen örneklerden biri.
Dramatik yapısını ve karakter tahlillerini “dinleme” odaklı bir politik gerilim ekseninde kuran filmde, 1984 yılının Doğu Almanya’sında totaliter rejimin korunması için kurulan Stasi adındaki güvenlik ve istihbarat örgütünün üst düzey kıdemli elemanı olan Yüzbaşı’nın, kendisine verilen emirle rejim muhalifi olduğu düşünülen bir tiyatro yazarını ve telefonlarını dinlemeye almasını izleriz. Yazarın tüm konuşmaları, eşiyle olan tüm özel hayatı en ince detaylarına kadar dinlenilir. Üstelik dinleme istasyonu yaşadıkları binanın çatı katındadır. Yüzbaşı, günün yirmi dört saati takibe aldığı çiftle empati kurmaya başlar, karşısındaki insanlar kötü insan değildir. Bu empati onu, dinlediği insanların hayatına fiziksel olarak da dâhil eder, öyle ki gizliden gizliye onlara yardım etmeye başlar. Ahlaksız bir iş yapsa da tüm o dinlemelerin etkisiyle ahlaklı bir sonuca varan Yüzbaşı, iyi bir insan oluşunun ve yardımlarının karşılığını işsiz kalsa da, yalnızlığa mahkûm hayatına devam etse de, Berlin Duvarı yıkılsa da, iki Almanya birleşse de yıllar sonra yazarın “İyi Bir İnsan İçin Sonat” adlı kitabında küçük bir teşekkür yazısında bulur. (Halil İbrahim Sağlam)
Frost/Nixon (Ron Howard, 2008)
1972 yılında ikinci başkanlık döneminde yüzyılın skandalı “Watergate”e neden olan Richard Nixon, aradan geçen yenik ama “şerefli” yıllarının ardından konuyla ilgili olarak röportaj vermek için genç gazeteci David Frost’a onay verir. Düşüncesi bu genç ve deneyimsiz gazeteciyi kullanarak, hatta belki soru-cevap bölümünün kontrolünü de ele alarak, kendini aklamak ve toplum önünde hakkındaki suçlamalardan kurtulmaktır. Ancak kurguladığı bu senaryo, karşısında gerçeği kovalayan ve hırslı bir genç bulunca arzuladığı sonucu vermeyecektir.
Oldukça tutucu bir siyasetçi olan Nixon’un temsil ettiği Cumhuriyetçilerin, Demokrat Parti’nin Washington’daki seçim bürosu telefonlarını dinlettiğini ortaya çıkaran iki genç gazeteci Carl Bernstein ve Bob Woodward’un yazdıkları kitaptan uyarlanan All The President’s Men (1976) filminin ardından Peter Morgan’ın kaleme aldığı oyundan uyarlanan yapım, hiç tükenmeyen siyaset hilelerinin ağzımızdan çıkan her sözcük kadar yakınımızda olduğunun kanıtı niteliğindedir. (Aysan Sulu)
Gelecek Uzun Sürer (Future Lasts Forever, Özcan Alper, 2012)
Gelecek Uzun Sürer, Özcan Alper’in Sonbahar’dan sonraki ikinci filmi. İlk filminde Karadeniz’deki evine dönen bir devrimciyi anlatan Alper, bu sefer Karadenizli bir kızın, ülkenin güneydoğusunu yaptığı seyahate çeviriyor kamerasını. Gelecek Uzun Sürer’in kahramanı Sumru, içinden bu ülkenin en büyük acılarının geçtiği toprakların üzerinden bir yolculuğa çıkıyor. 1915 kurbanlarının, yakılan köylerin, toplu mezarların üzerinde, hem sevdiği Harun’un peşinden gitmek hem de acının taşa, toprağa sindiği coğrafyanın ağıtlarını derlemek derdindedir. Bu derlemeler için ses kayıtlarından yararlanır Sumru. Geçmiş tüm ağırlığıyla o kayıtların içindedir. Gözaltında kaybedilen insanlar, dağa çıkanlar ve tıpkı Harun gibi dönmeyenler, dönemeyenler.. Sumru o kayıtlarda bir halkın gerçeği ile, Harun’un gerçeği ile ve nihayet kendi gerçeği yüzleşir.
Gizlice yapılan ses kayıtları, günümüzde olduğu gibi, ya bir suç ispatı ya da bir şantaj aracı oluyorsa, yıllar öncesinden kalmış bir ses kaydı da resmi tarihe yapılan bir suçüstü oluyor. Söz her zaman uçmuyor, yazının her zaman kalmadığı gibi.
Gelecek Uzun Sürer bir kaybedenler hikayesi değil. Özcan Alper’in kamerasının çevirdiği duvardaki bir yazılama filmin tıynetini de gösteriyor.
“Umut zaferden değerlidir.” (Gökhan Kalan)
Laura (Otto Preminger, 1944)
New York polis teşkilatından bir dedektif, entelektüel bir gazeteci ve reklam şirketinde çalışan başarılı, güzel bir kadın…1944 yapımı Otto Preminger’ın yönettiği filmde bir cinayet sürüncemesini en başarılı şekilde yansıtan üç ana karakteri beyazperdede izleme fırsatını yakalıyoruz. Zengin olay kurgusunun içerisinde cinayet araştırması sürüp giderken, dedektif Mark McPherson’ın ölü bir kadına aşık olma durumu filmi benzerlerinden ayırıyor. Tabii buradaki nekrofili kavramının, gündemimizdeki kadar sert olmadığını, en azından bir parça da olsa gerçeklik barındırdığını söylemekte fayda var. Beklenmeyen bu aşkın ardından Dedektif Mc Pherson’ın araştırma boyunca Laura’yı saplantı haline getirmesi; günlüklerini okumasından, telefonunu izleyip evini dinlemesine kadar ileri bir hal alması film boyunca bizlere heyecanlı bir deneyim yaşatıyor. Diğer yandan, oyuncularının çok zengin performanslar sergilediği film için tam bir noir klasiği diyebiliriz. Düşsel, erotik ve zalim… (Merve Özveren)
Le Samouraï (Jean-Pierre Melville, 1967)
Fransız yönetmen Jean-Pierre Melville’in başyapıtlarından Le Samouraï (1967) gelmiş geçmiş en iyi gangster filmlerinden biri olmasının yanı sıra dört başı mamur bir film-noir aynı zamanda. “Samuray’ın yalnızlığından daha büyük bir yalnızlık yoktur, belki ormandaki kaplanınki hariç” sözüyle başlayan film başından sonuna kadar Alain Delon’un hiç bir koşulda ödün vermediği cool personasıyla vücut bulan yalnız bir gangsterin polislerle ve iş aldığı suç çetesiyle oynadığı bir köşe kapmaca oyununa benzer. Delon’un hayat verdiği kiralık katil Jef Costello kariyerinde ilk kez tongaya basınca polis teşkilatının baş şüphelilerden biri hâline gelir. Jef’e işi veren çete kendisinin sorgulanıyor olmasından hoşlanmaz ve Jef’in acilinden temizlenmesi gerektiğini düşünür. Polis bir yandan yalancı şahitlik yaptığını düşündüğü bar piyanisti kadını konuşturmaya çabalarken, bir yandan da şüphelerini somut bir delil elde ederek kanıtlamak için Jef’in evine gizlice ses dinleme cihazı yerleştirir. Jef odasındaki kafeste beslediği kuşunun yardımıyla gizli dinleme cihazını fark eder. Ancak bu kez çete, öldürmeyi başaramadığı Jef’e yeni bir teklif sunmak üzere evine girer ve işler umulmadık şekilde karışır. Melville’in filmi harikulade stilize çekimleri; suçluluk, ihanet, vicdan, şüphe, gurur gibi duyguların birbirine sarmal gibi dolandığı güçlü senaryosuyla kendisinden sonra gelen benzer türdeki pek çok filme ilham vermiştir. (Burak Acar)
Tinker Tailor Soldier Spy (Tomas Alfredson, 2011)
1970’li yıllardaki İngiltere ve Rusya arasındaki soğuk savaş dönemine odaklanan Tinker Tailor Soldier Spy, Tomas Alfredson’un yönettiği ve oyuncu kadrosunda John Hurt, Gary Oldman, Colin Firth ve Benedict Cumberbatch gibi ünlü isimlerin yer aldığı bir casusluk hikâyesini anlatır. İngiliz istihbarat teşkilatının en üst kademesindeki beş büyük adamdan birinin, Rus istihbaratına gizli bilgi sızdırdığı teorisi ve bu köstebeğin aranışı sırasında yaşanan olaylar birbirinden ayrık gibi görünen kısa kurgular halinde işlenerek nihayetinde büyük resmi tamamlarlar. Filmin bazı sahneleri İstanbul’da çekilmiş olup, İstiklal Caddesi, Beyoğlu’nun arka köhne sokakları ve bir esnaf lokantasındaki Türkçe diyaloglar algıda seçicilik uyandırır. Dönemin en etkin casusluk araçlarından biri olan telefon görüşmelerinin dinlenmesiyle ortaya çıkarılan gizli bilgiler sonucu filmin akışında oluşan ani kırılımlar, gerçeklerin açığa çıkmasının doğurabileceği etkilerin ne denli şiddetli olabileceğini gözler önüne serer. (Çağın Şentürk)
The Anderson Tapes (Sidney Lumet, 1971)
Azılı soyguncu Duke, demir parmaklıklardan kurtulur kurtulmaz kendisiyle birlikte tahliye olan iki arkadaşının başını çektiği bir grup suçluyla, varlıklı sakinlerin yaşadığı bir apartmanı soymaya niyetlenir. Olaylar çarçabuk gelişir Sidney Lumet’in bu filminde de; entrikalar ve aksiyon bir an olsun durmaz. Ancak bu basit soygun planının arka planında söylenen her söz, yapılan her anlaşma hikâyenin öbeğine oturtulan soygunla kuvvetli bir ilişkilendirmeye gerek duyulmaksızın kayıt altına alınmaktadır. Öyle ya, belki bir gün birilerini bir şeylerden vazgeçirmek için ya da bir şeylere ikna etmek için lazım olacaklardır.
Lawrence Sanders’ın aynı isimli romanından sinemaya uyarlanan The Anderson Tapes, örtük bir anlatımla, suç dünyasına şekil veren insanlar arasındaki güç ve çıkar dengesinde hukuk devletlerinin yerini vurgular. Filmdeki beceriksiz soygun çetesinin, Quentin Tarantino’nun meşhur filmi Reservoir Dogs (1992)’a ilham verdiğini de ekleyelim. (Soner Yıldırım)
The Conversation (Francis Ford Coppola,1974)
İşimizle kişiliğimiz birbirlerini nasıl etkiliyor? İşimizi kişiliğimizden soyutlamak mümkün mü? Soruların cevabı Harry Caul (Gene Hackman) için epey sıkıntılı. Harry Caul bir çiftin konuşmalarını dinleyip ‘tape’sini alıyor ve çözümlemesini yapıyor; işi bu. Evinde saksafonuyla caz müziğinden nağmeler çalıyor, şüpheciliğiyle ve rahatsız düşünceleriyle boğduğu bir kadınla görüşüyor, dinleme aletlerinin sergilendiği fuara gidiyor; orta yaşı devirmiş, sosyal olmaya çalışan gerçek bir işkolik o. İşinin özelinde dinlediği konuşmayla bağı zaman içerisinde artarak/aşırılaşarak saplantıya, (özellikle çevresine saçtığı bir) kızgınlığa ve ağırlığıyla batacağı paranoyaya dönüşüyor. Sinema tarihinin en güzel twist (nam-ı diğer ters köşe) içeren finallerinden birine sahne The Conversation. Francis Ford Coppolla’dan (gizlice dinleme üzerine çekilen) özgün ve gerçek bir klasik. (Salihcan Sezer)
Traffic (Steven Soderbergh, 2000)
Yönetmenliğini Steven Soderbergh’in yaptığı, Michael Douglas, Benicio Del Toro, Don Cheadle ve daha birçok ismin önemli rollerde yer aldığı Trafik (2000), uyuşturucu meselesini çok taraflı bir biçimde ele alıyor. Uyuşturucu satıcıları-alıcıları, bürokrasi, uyuşturucudan mağdur olanlar ve elbette uyuşturucu ticaretine karşı savaşanlarla birlikte sorun geniş bir yelpazeden aktarılmaya çalışılıyor. Özellikle de Meksika ve ABD gettolarının yaydığı gerilimle dikkat çeken film, tarafların her birine kişisel hikâyeler üzerinden temsili olarak değiniyor. Bürokratik alanın bu meseledeki iç ilişkilerine uyuşturucuyla mücadele ile görevli bir yetkili üzerinden yer verirken, bu yetkilinin uyuşturucudan doğan aile içi sorunlarına da değinilerek aynı anda mağdurun temsili de gerçekleştiriliyor. Devletin ise polislerin dinleme, izleme, ses kaydetme, muhbirler aracılığıyla iletişime geçme gibi mücadele yöntemleri üzerinden vücut bulduğu film, devletin bu noktada aldığı pozisyonun güzellemesini yapmakla kalmıyor. Kimi durumlarda devletin devasa uyuşturucu pazarının tekeli olma maksadıyla söz konusu suça ortak olma yahut bu pazara kendi denetiminde olduğu sürece müsaade etme hâllerine de yer veriyor. (Murat Gürgen)
Trois couleurs: Rouge (Three Colors: Red, Krzysztof Kieslowski, 1994)
Evrensel öyküler ve temalar anlatmayı kendine düstur edinen Krzysztof Kieslowski’nin şüphesiz herkesçe bilinen ve en çok sevilen eserlerinin başında Trois Couleurs: Bleu, Blanc, Rouge üçlemesi gelir. Fransız bayrağının renkleriyle sembolize edilen “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kavramlarını ele aldığı üçlemede, özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin gerçekte olmadığını savunur.
Üçlemenin son halkası Trois Couleurs: Rouge (1994)’de yönetmen, tek başına yaşayan ve modellik yapan Valentine’nin yolunun tesadüfler sonucu eski bir yargıç olan Joseph Kern’le kesişmesini ve sonrasında ikili arasında kurulan dostluğu (filmdeki anlamıyla) kardeşliği anlatır. Filmde, köpeğinden başka hiçbir yakını olmayan Kern’in, yasal olmayan bir yolla başkalarının hayatlarını dinleyerek hayatındaki manasız boşluğu anlamlandırmaya çalışmasının ahlaki bir davranış olup olmadığının ve insanları yargılarken olaylara kendi perspektifimizden değil onlarınkinden bakarsak durumu daha iyi kavrayabileceğimizin sorgulaması yapılır. (Yasemin Kartal)
Ucho (The Ear, Karel Kachyna, 1970)
Karel Kachyna, izleyiciyi bir geceliğine sorunlu bir çiftin evine davet eder Ucho’da. Bürokrat Ludvík ile eşi Anna’nın evliliklerinde yaşadıkları sorunlar, başta herhangi bir çiftin karşılaşabileceği türden bir tıkanma gibi görünse de, filmin geçtiği tek gecede çifte eşlik ettikçe, sorunun göründüğünden çok daha derinde yattığına tanıklık ederiz.
Karanlık, boğucu ve ağır bir film olan Ucho’nun asıl derdi, politikanın ya da rejimin bireylerin hayatına yaptığı etkiyi irdelemektir. Ludvík’in birlikte çalıştığı birçok kişi kısa zaman önce tutuklanmıştır ve bunun üzerine bir süredir hissettiği tedirginlik ayyuka çıkar. Hâl böyleyken, Anna’nın eşinin ilgisizliğinden uzaklaşmak için başvurduğu yol alkol olur. İkisinin de ruh hallerindeki bu ciddi sıkıntıların neden olduğu gerilim, evlerine dinleme cihazları yerleştirildiğinden şüphelenmeye başladıklarında tavan yapar. Dinlenme korkusu, sebepsiz olduğunu söyleyemeyeceğimiz bir paranoyaya sürükler çifti. Zira totaliter bir rejimin, bireyin hayatına böylesine müdahil olduğu, mahremiyetini böylesine tehdit ettiği bir ortamda, “normal” bir çift olmak pek de kolay değildir. (Güvenç Atsüren)