Çin menşei bir virüs sebebiyle aylardır dünya genelinde birçok insan tedirgin bir şekilde hayatını devam ettiriyor. Bizler de bu sebepten dolayı hem kendi sağlığımız hem de yaşamayı hak eden tüm insanlar için evde kalıp salgını yavaşlatmaya çalışıyoruz. Biz evdekilerin en çok zorlandığı konu rutinlerimizin aksaması ve koşuşturmaya alıştığımız gündelik düzenin sarsılması oldu. Oysa biliyoruz ki bu günler, sabır ve sükûnet halinde en kısa zamanda geçecek ve hayatlarımıza kaldığımız yerden büyük bir neşe ile devam edeceğiz. Karantina günlerinde yaptığımız birçok aktivite ve kaliteli olarak adlandırdığımız zaman geçişlerinin yanı sıra birçoğumuz mutfağa gidip daha önce hiç denemediğimiz tatların tarifleriyle uğraşıp sık sık ve düzensiz aralıklarla amaçsızca bir şeyler yiyoruz. Psikolojik rahatsızlıklar içerisinde tanımlanan yeme bozukluğu; stres altında, sıkıntı anında, üzgünken ya da tedirgin olunan zaman diliminde bir kısım insanı iştahsızlığa sürüklerken, çoğunluğu oluşturan diğer topluluğu da mutfağa koşturmayı başaran önemli bir unsurdur. Hepimizin evlerimize kapandığı bu zorlu karantina günlerinde, saatlerin geçip gitmesine eş değer olarak tabaklar, çatallar, abur cubur kutuları ve bulaşıklar da aynı hızla geçip gidiyor. Eğer uyandığımız andan itibaren “Peki, şimdi ne yesek?” diye soruyorsanız gün boyunca sizi mutfaktan biraz olsun uzaklaştırmayı hedefleyen yeme hazzını sorgulatacak filmlerin listesi karşınızda…
Frankie and Johnny (Garry Marshall, 1991)
Oyuncu kadrosunu görür görmez karakterler ile özdeşleşmemizi hızlandıran bir sürece girdiğimiz Frankie and Johnny, kapılarını bize şirin bir Yunan Lokantası’nda açıyor. Başrollerini Scarface (1983) filminde beraber paylaşan Al Pacino ve Michelle Pfeiffer ile yeniden süslemiş olan film, romantizm kategorisinde yer almasının yanı sıra mücadeleyi ve aşk uğruna verilen zorlu yolculuğu da ele alıyor.
Hapishaneden yeni tahliye olmuş Johnny, gazetede bulduğu bir aşçı ilanına başvurarak işe alınır. İlk iş gününden itibaren garson olan Frankie’ye duygusal yakınlık hisseder. Bütün lokanta çalışanları tarafından sevilen ve kabul gören Johnny, bir türlü istediği gibi Frankie’nin kalbinde yer edinemez. Aynı zamanda Elvis Presley’nin çok ünlü bir şarkısının ismi olan Frankie ve Johnny, Johnny için adeta birbirlerinin kaçınılmaz kaderine işaret eder; üstelik genç adam, aşklarını bir şarkı gibi dilden dile aktarmak ister. Frankie’nin kırılmış kalbi ve hüzünlü geçmişi ise peşini kolay kolay bırakmaz. Bu sebeple Frankie, hayatına birini almaktansa pizza sipariş ederek ve bütün ömrünü video filmleri izleyerek geçirmeyi tercih eder. Johnny’nin kendinden emin ve ısrarcı tavrına bir şans vermek isteyen Frankie, zor olsa da kalbini Johny’e teslim etmemek için direnir. Johnny ise bu süreçte arzusundan vazgeçmeden, aşkı için elinden geldiğince savaş verir. Tıpkı güzel bir yemeği sabırsızlıkla beklemek gibi Frankie’nin kendisine gelmesini bekler.
Soul Kitchen (Fatih Akın, 2009)
Fatih Akın’ın filmografisinde her zaman ayrı bir yere sahip olan Soul Kitchen (2009), eğlenceli kurgusuyla karantina günlerinde izlemek için ideal bir film. Konusu şöyle: Biricik sevgilisi Shangai’a taşınmaya karar veren Zinos, ne yapacağını bilememektedir. Küçük bir kaza sonucu sakatlanmasıyla zar zor işlettiği Soul Kitchen adlı restoranını işletemez hâle gelir. Bu nedenle sıra dışı ve bir o kadar da yetenekli yeni aşçısıyla restoranı hayata geçirmeyi dener. Ancak işler beklediği gibi gerçekleşmez Soul Kitchen müşteri kaybetmeye başlar; çünkü yemekler ve servis alışılmışın dışındadır. Bunun üzerine Zios, sevgilisi Nadine’in yanına gitmek ister. Dolayısıyla işletmeyi kardeşi Illias’a bırakmak zorunda kalır. Illias, Zinos’un tam tersi bir karakterdir; eğlenceye düşkündür ve hayatı doyasıya yaşar. Hapishaneden şartlı çıkmıştır, sabahları Soul Kitchen’da çalışmaya başlar. Illias, Zinos’un teklifiyle restoranın sorumluluğunu kabul eder. Ancak kısa bir süre sonra Soul Kitchen’ı kumar borcu olarak satmak zorunda kalır. Her şey tuzla buz olmaya yaklaşıp dağılmak üzereyken, tüm ekip bir araya gelerek ruhlarını yemeklere katarcasına birlik olup bu şirin mekânlarını yeniden ayakta tutmak için çalışmaya başlar. Zaman içinde aile gibi olan Soul Kitchen ekibi, mükemmel bir restoran kurmuş olur.
Filmin çıkış mottosu olarak kullanılan “Aşka Ruhunu kat”, hem filmi izlerken hem de yapılan yemekleri ve karakterin değişim süreçlerine şahit olabilmemize de fırsat veriyor. Soul Kitchen, bu kasvetli günleri geride bırakıp yeniden içsel enerjimize odaklanabilmemiz için bizlere yardımcı olacak lezzetli bir görsel şölen biçiminde listede yerini almıştır.
Kebab Connection (Anno Saul, 2004)
Kung-Fu filmleri hayranı olan İbo, Almanya’da ailesiyle birlikte yaşayan bir Türk gencidir. En büyük hayali, hayran olduğu türde filmler çekmektir. Karate aşkı, hayatının her köşesini dip bucak sardığı için gözü başka bir şey görmemektedir. Kız arkadaşı Titzi, İbo’dan hamile kalır; ancak İbo ne yapacağını bilememektedir. Zaten Türk normlarına sahip bir ailesi varken bu yeni düzende kendini nereye adapte edebileceğini bir türlü aklında oturtamaz. Tüm benliğini Kung Fu sahnelerine ve çekmek istediği karate filmine adamıştır. Amcası Ahmet’in işlettiği kebap lokantasına reklam filmi çeker. İlk film o kadar beğenilir ki kebap dükkânı için güzel bir yükselişe vesile olur. Bütün aile, İbo’nun başarısıyla gurur duyar; ancak İbo’nun çektiği ikinci reklam filmi müşteriler ve işletme tarafından beğenilmeyince arzuladığı tepkiyi göremeyen İbo, buhrana kapılır. Yönetmenlik egosu incinen ve yaratıcılığı düşüşe uğrayan genç, maddi açıdan zarara uğrayan amcası tarafından da azarlanır. Titzi’nin de bebeklerini doğurmaya karar vermesiyle İbo, işin içinden çıkamayacak bir hâle gelir ve kendini alkole verir. Almanya’da yaşayan bir Türk ailesinin aksiyon dolu gündelik hayatını eğlenceli bir şekilde yansıtan Kebab Connection (2004), geleneksel bir tat olan kebabı da muzip bir şekilde filmin merkezine taşır.
The Lunch Box (Ritesh Batra, 2013)
Hint sineması, tarih boyunca başarılı filmlere ev sahipliği yapmıştır. Komedi, müzikal, kurmaca filmler gibi birçok kategoride ürün vermesinin yanı sıra deneysel sinemayı da desteklemiştir. Birçok belgesele kültürel değer bakımından konu olurken Hollywood’a alternatif olarak, Bollywood adında modern bir Hint sineması pazarı bile oluşturmuştur. Bu filmlerin en başarılı örneklerinden biri olan Lunch Box (2013), alıştığımız Hint sinemasından biraz farklı bir dramatik yapıya sahip; zira içeriğinde uzun dans sahneleri barındırmaz. Bu nedenle Avrupa sineması örneği teşkil edebilen avangart filmlerden biridir.
Filmde orta yaşlarında bir ev kadını, günlük yaşamını evinden yaptığı yemeklerle kazanır. Kocası için hazırladığı sefer taslarını, öğle arasında yemesi için her gün düzenli olarak iş adresine yollar. Ancak hazırladığı tüm yemekler bir yanlışlık sonucu başka insana gitmektedir. Bir karışıklık nedeniyle yolları kesişen bu iki yabancı, zaman içinde yalnızlıklarını ve hayat yorgunluklarını beraber iyileştirmeye başlar, kısa sürede aralarında oluşan güçlü bağ sayesinde dost olurlar. Böylece bu ikili arasında gizemli bir ilişki başlamış olur.
Cook Up a Storm (Raymond Yip, 2017)
Babası Koreli annesi Çinli olan Paul, Art Nouveau’dan üç yıldız almış başarılı bir şeftir. Kraliyet ailesine sunum hazırladıktan sonra, Art Nouveau’dan terfi alır; ancak burada daha fazla çalışmak istemez. Bu nedenle teklifi reddeder. Paul’un hayali Çin’e geri dönüp geleneksel Çin lezzetlerini muhafazakârlıktan arındırıp yenilikçi tatlarla buluşturmaktır. Çin’de “Seven (7)” adıyla kurulmuş eski bir restoranda şef olan Sky-Ko ile balık pazarında karşılaşır ve burada tek kalmış bir balığı alabilmek için mücadele ederler. Paul’un çalıştığı Stellar, şehrin en lüks restoranıdır. Sky-Ko ise aynı caddede daha yerel bir restoranda çalışıyordur. İki şef ilerleyen günlerde yeteneklerini kanıtlamak ve Aşçının Tanrısı unvanını alabilmek için kıyasıya bir mücadeleye girer; ancak kazanmak için önce Usta Şef Bay-Ko’ya rakip olmaları gerekmektedir.
Kaakka Muttai (M. Manikandan, 2014)
Babaları hapiste olan iki küçük kardeş, anneleri ve büyük anneleri ile fakir bir mahallede oturmaktadır. Bir gün şehirlerine bir pizza dükkânı açılır. Hayatlarında daha önce hiç pizza görmeyen kardeşler, diğer herkes gibi bu lezzetli görünen hamurların tadını merak eder. Ancak paraları olmadığı için pizza ile ilk tanışmaları yarım kalır. Broşürdeki pizzanın her detayını neredeyse ezbere bilen iki küçük kardeş, para biriktirip pizza yemeye karar verir. Çocukların mutsuz ve perişan hâline üzülen büyükanneleri, zor günler için sakladığı parasını kardeşlere vererek broşürdeki pizzayı yapmayı dener; ancak sonuç yine hüsran olur. Gündelik işler bulup az bir ücret karşılığında gece gündüz çalışan iki kardeş artık pizza dükkânına gitmek için paralarını biriktirmiştir. Büyük gün geldiğinde heyecanlı bir şekilde pizzacıya giden kardeşler, kıyafetleri uygun olmadığı için içeriye alınmaz. Ne yapıp ne edip bir türlü pizzacıya girmeyi başaramayan kardeşler, güvenlik tarafından hırpalanır ve artık olay iki masum çocuğun hikâyesinden bağımsızlaşarak kamu meselesi hâline gelir. Artık pizza bir arzu nesnesidir. İki kardeş, her şeyi göze alıp, o pizzanın peşine düşer.
Castaway On the Moon (Lee Hae-Jun, 2009)
Yaşadığı hayata artık daha fazla katlanamayan Kim, bir sürü borcuna ve kapitalist düzene elveda ederekHan nehrine atlayıp intihar eder; ancak talihsiz adam, ölmeyi başaramaz. Akıntıyla beraber sürüklenir ve bir adada gözlerini açar. Varmış olduğu yer şehirden uzak olsa da dev plazalar uzaktan hâlâ görünebilmektedir. Bir süre adadan kurtulmak için mücadele veren Kim, başarılı olamaz. Günler birbirini kovalamaya başlar ve adadan kurtulmayacağını anlar. Kendini hayatın akışına bırakarak anın huzurunda yaşamaya başlar. Adada bulduğu atık eşyalardan kendine bir düzen kurar ve hatta kendi yiyeceklerini üretmeye bile karar verir. Bir gün, bir noodle paketi bulur ve yeni hedefi, bu ıssız adada buğday yetiştirerek noodle yapmaktır. Tüm bu aksiyonlar Kim’in adasında yapayalnız yaşanırken, aslında onu uzaklardan izleyen bir yabancı vardır. Kim ve gizemli yabancının ortak özelliği; sadece kendi yaşam alanlarında, hayattan izole bir şekilde varlıklarını sürdürmeleridir. Bir gün gizemli dost Kim’e noodle gönderir; ancak Kim kendi noodle’ını yapmaya ve kimsenin yardımı olmadan hayatta kalmaya kararlıdır.
Mine Vaganti (Ferzan Ozpetek, 2010)
Bir Ferzan Özpetek klasiği olan Serseri Mayınlar, İtalya’da üç kuşak makarnacılık yapan bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Tomasso, Roma’da üniversite okuyan bir gençtir. Ailesinin istediği gibi bir evlat olamayacağına karar verip kendi yolunda gitmek ister. Okuduğu bölüm, ailesinin onayladığı gibi işletme değil, edebiyattır. İçinde bulunduğu bu stresli durumdan kurtulmak ve kendi hayatına odaklanmak için tüm gerçeği ailesine söylemeye karar verir. İlk olarak erkek kardeşine açılır. Bir akşam tüm aile yemek masasında toplanmış konuklarını ağırlarken Tomasso, planladığı gibi söze girmek için hamle yapar. Tam o sırada beklenmedik bir şey olur ve erkek kardeşi Antonio sözü alır. Tomasso’nun itiraf etmek istediği her şeyi önce davranarak Antonio kendi için söyler ve beklenmedik bir serüven başlar. Akdeniz kültürünün ve insanının sıcakkanlılığını hissettiğimiz Serseri Mayınlar’da yemek sahneleri adeta masa düzeniyle şiir gibi işlenmektedir. Tüm ailenin aynı masada toplandığı, birbirleriyle iletişim kurduğu, bütün sorunların çözüme kavuşacağına inanılan bayram havasında sofralar hazırlanır; çünkü bir aile için yemeğin birlik beraberlik içinde uyum ile yenmesi çok önemlidir. Aile olmanın ilk kuralı birlikte yemek yemek ve sorunları tatlılıkla çözmektir.
Hansel and Gretel (Gary J. Tunnicliffe, 2002)
Hemen hemen her çocuğun dinleyerek büyüdüğü Grimm Kardeşler’in efsanevi masalından uyarlanan Hansel ve Gretel, iki kardeşin macerasını konu alır. Fakir bir ailede büyüyen kardeşler, üvey anneleri tarafından bir türlü istenmemektedir. Oduncu olan babaları her fırsatta eşini sakinleştirmeye çalışsa da bir türlü başaramaz. Üvey anne çocuklar konusunda katı ve ısrarcıdır. Çocuklar evden gitmelidir, aksi takdirde üvey anne kocasını terk edecektir. Bir gün oduncu ve karısı bir plan yapar. Hansel ve Gretel’i ormanın derinliklerinde bırakıp kaçacaklar, böylece üvey anneleri iki kardeşten ebediyen kurtulmuş olacaktır.
Olaylar tam da üvey annenin istediği gibi gerçekleşir. Hansel ve Gretel terk edilir. İki kardeş, ormanın derinliklerinde kaybolur. Açlıktan ve yorgunluk bitap düşen Hansel ve Gretel, şekerlerden, çikolatalardan yapılmış küçük bir kulübe görüp heyecanla içeriye koşar. Büyük bir mutlulukla diledikleri gibi karınlarını doyuran kardeşler, ev sahibinin yanlarına gelmesiyle yeni bir maceraya atılır. Artık hayatta kalmak için bir kişiyi daha etkisiz hâle getirmeleri gerekmektedir.
Helen mırren ın oynadığı the hundred foot journey. Nerede.