Her beden politiktir. Üstünde toplumun, hükümetin ve tarihin yüklediği anlam katmanlarını taşır. Bu anlamları göz ardı ederek bir bedeni ele almak imkânsızdır; özellikle söz konusu metaforik veya gerçek anlamda hüküm giydirilmiş bir bendense. Bir bedenin işgal ettiği alanın, o alan içindeki konumunun, üstünde söz sahibi olan farklı güçlerin ve bedenle birlikte gelen insanın arasındaki çatışma üzerinden Rainer Werner Fassbinder’in Angst essen Seele auf (1974)’unu okumak, savaş sonrası Münih’teki problemleri, tüm ciddiyeti ve somutluğuyla çağdaş dünyada da tanıyabilmek demektir. Filmin bütün meselesi belki de adında saklıdır: Korku Ruhu Kemirir. İki insanın birbirinden, beyaz Almanya’nın ırklararası bir ilişkiden korkması, nefret etmesi; sonu gelmeyen bir korku. Korku ruhu kemirir fakat aşk politikleştirilmiş bir bedeni kurtarabilir mi?
Faslı bir Gasterbeiter, yani Almanya’da “misafir” göçmen işçi olan Ali’nin bedeni üzerinden inşa edilen anlatı içinde ve dışında çeşitli söylemler vardır. Ali’nin sıklıkla ziyaret ettiği bardaki varlığı sorgulanmazken, 60’larındaki Alman Emmi’nin evine gittiği ve kalmaya başladığı zaman Ali’nin orada bulunma niyeti insanlar tarafından tartışılmaya başlanır. Genç adamın bedeninin kapladığı alan artık bir toplum meselesi hâline gelmiştir çünkü genelde Arapça şarkıların rahatça çalındığı bardan, müziği duyunca polisi arayan Almanların apartmanına taşınmıştır ve artık onlara karşı bir tehdit unsurudur. Emmi’nin komşularının rahatsız olduğu şey müziğin kendisi değil, Ali’nin göçmen kimliğiyle birlikte ne anlama geldiğidir. Onlar gibi Alman, yaşlı bir kadının evinde Ali’nin diğer Faslı arkadaşlarıyla eğlenmesi, onları göçmen işçi statüsünden çıkararak iş sonrası eğlenebilen bir Alman kategorisine sokup Emmi’nin komşularını korkutmuş, “güvenli” ve son derece beyaz bölgelerindeki konumlarını tehdit etmiştir.
Ali’nin bedeni üzerinden yürütülen politika, belki de en çok Emmi’nin çalışma arkadaşları onları ziyaret ettiği sahnede belirgindir. Daha önce Emmi’yi ve Ali’yi ilişkileri yüzünden dışlayan bu iki kadın, Ali de odadayken oldukça rahatsız edici bir dille Ali’nin bedeni hakkında yorum yapmaya başlar ve daha kötüsü, Emmi de onlara katılır. Kaybettiği arkadaşlıkları geri kazanma ümidinin getirdiği pervasızlıkla Emmi, arkadaşlarına Ali’nin “yabancı” bedeninin çok güçlü olduğunu söyleyerek Ali’ye arkadaşlarının ona dokunabilmesi için kaslarını göstermesini ister. Son derece huzursuz gözüken Ali de bunun yapılmasına izin verir. Ali’nin bedeni adeta bu kadınların bakışları ve dokunuşları tarafından sömürülür. Emmi’nin yanındaki yerinin meşrulaştırılması için Ali daha önce aynı insanlar tarafından hor görülen bedeniyle ön plana çıkmak zorunda bırakılır ve bu üç kadının o orada değilmiş gibi bedeni hakkında yaptıkları yorumları dinlemek durumunda kalır. Emmi’nin bir başka ırkçı komşusu da ağır eşya taşıması gerektiği zaman Emmi’den Ali’yi göndermesini ister. Emmi de bunu büyük bir gururla kabul eder. Ali’nin apartman sakinleri tarafından kabul edilişi, bedeninin onlar tarafından ne derece kullanılabileceği ile doğru orantılıdır.
Her ne kadar film, son derece farklı olan iki insanın saf aşkını ekrana aktarma amacı güdüyor gibi dursa da aslında bu aşk, kesinlikle politik olmaktan uzak değildir. Emmi’nin eskiden Nazi Partisi’nin bir destekçisi olduğu ve Ali’yi de Hitler’in çok sevdiği bir restorana götürdüğü göz önünde bulundurulursa aslında Emmi’nin Ali’ye karşı olan hislerinin saflıkla tanımlanamayacağı net bir hâle gelir. Emmi Ali’yi sevse bile, onun için veya genel olarak göçmen hakları için aktif olarak savaşmayacağı açıktır: Onun aşkı sadece bir bireyle ve bir bedenle başlayıp bitecektir. Ali’nin çalışma ortamını, kendine olan nefretini, maruz kaldığı ırkçılığı ve ayrımcılığı düzeltemeyecektir. Tek yapabileceği onun yanında olmaktır; fakat gerçekte bu mümkün olamayabilir. Anlatının içinde de mümkün olup olmadığı tartışmaya açık bırakılmıştır.
Filmin sonuna yaklaşılırken Ali, aşırı derecede çalışmaktan hasta olur ve Emmi ile dans ederken yere düşüp kıvranmaya başlar. Bu sahnede Ali’nin bedeninin üstüne konulan gerçek ve metaforik tüm baskılardan ne derece yıprandığını kamera izleyiciye zorla gösterir ve inlemeler son derece dayanılmaz hâle gelir. Hastanede Emmi onun elini tutsa ve yanında olsa bile Ali’nin bedeni geri dönemeyeceği bir yola çoktan girmiştir: Yıllar boyu sözde Almanya’daki yerini kazanmak için iş başında harcadığı sağlığını belki de asla tam olarak geri alamayacaktır. Bunu düzeltmek için Emmi’nin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Her ne kadar elinden geleceği her şeyi yapacağını söylese de. Düzeltilmesi gereken, Ali’nin bedenini sadece işgücü kalana kadar tüm anlamından sıyırarak değersizleştiren sistematik baskı ve ırkçılıktır. Bu da bir kişinin aşkı ile düzeltilemeyecek derecede ciddi bir problemdir.
Sadece anlatı içi değil; anlatı dışı yollarla da kamera Ali’nin bedenini metalaştırır. Kameranın Ali’yi duşta çıplak göstermesi hem Emmi’ye hem de seyirciye üstenci bir bakış vadeder. Ali’nin “yabancı”, “alışılmadık” göçmen bedeni cinselleştirilir ve analiz edilmesi için izleyicinin gözleri önüne serilir. Ali, sadece kendisi olarak değil nesnelleştirilmiş bedeniyle ortaya çıkar. Duş gibi bir özel alanda bile Ali’nin bedeninin nesnelleştirilmesi tabi ki Fassbinder’in çok farkında olarak yaptığı bir seçim olmalıdır. Tüm film, Ali’nin bedeni ve üzerindeki baskılar, yorumlar üzerinden gittiği için özel alanda bile Ali’nin sömürgeci bakışlardan uzak olmadığının altı çizilir. Film içindeki karakterler de kamera da bu sömürgeci bakışı Ali’nin Almanya’daki ve Emmi’nin evindeki, yani temel bir Alman ailesindeki yerini ve bu varoluşun ne kadar mümkün olduğunu sorgular ve vardığı sonuç çok da iç açıcı değildir: Ali’nin ülkedeki yeri, bayılana kadar çalışabildiği sürece mümkündür ve âşık olması bile herkesi ilgilendiren bir meseledir.
Film boyunca Emmi’nin ailesinin ve arkadaşlarının yakın çekimleriyle yüzlerindeki tüm nefret ve tiksinti Ali’nin bazen kabullenircesine kayıtsız, bazen de son derece bezgin beden dilinden seyirciye geri yansır. Emmi, Ali’yi sevse bile onun bedeninin metalaştırılmasında büyük bir rol oynayarak aslında aşkın sistematik baskılara karşı gelemediğini hatta çoğu zaman bu sorunları tanımadığını bile kanıtlar gibidir. Aşk gerçek olsa bile bu korkuyu tam olarak yenemez ve korkusuz bir varoluş bu çift— özellikle de Ali— için mümkün olmaz. Rainer Werner Fassbinder’den problematik hâle getirilmemiş bir aşk hikâyesi beklemek de yönetmenin külliyatını göz ardı etmek olur.
İpek Ömercikli