“Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.”
Böyle söyler Kavafis bize; başka bir deniz bulamayız, var olan denizimizi, şehrimizi, bırakamayız.
Zor zamanlardan geçiyoruz, insan olmanın, kadın olmanın, öteki olmanın, işçi olmanın, çocuk olmanın, sanatçı olmanın zor olduğu zamanlar…
Sinema ve tiyatro salonlarımız ayakta kalsın diye direniyoruz, bir de sanatçılarımız o salonlardan uzaklaştırılmasın diye… Karanlık bir dönemin sanatı, nasıl ki anlam deneyimden türer, dönemimizin deneyimleri, gerek coğrafyamızda ve gerekse dünyada insanlık için zor, dehşetengiz tecrübeler ve bu zamanların sanatı.
Geçtiğimiz yıl ağustos ayında çeyrek asırdır görev aldığı İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan uzaklaştırılan ve aralık ayında görevine geri dönen sanatçı Sevinç Erbulak ile sinemaya, tiyatroya, var olan düzende direnmeye ve zor zamanlarımıza dair keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yağmur Karagöz: Öncelikle şunu sormak istiyorum: Çok yönlü bir sanatçısınız. Sizinle okulda, tiyatro sahnesinde, televizyonda, sinemada, kısa filmlerde, kitap raflarında, eylemlerde, her yerde karşılaşabiliriz. Hatta en son kayıt cihazınızı alıp röportaj yapmaya bile başlamıştınız. Sevinç Erbulak tüm bunlara nasıl vakit buluyor? 🙂
Sevinç Erbulak: Aslında çok yönlülük değil aynı alanın yani âşık olduğum alanın içindeki ağaç gibi düşünün, bunlar da onun dalları. Nasıl vakit buluyorum, iyi organize ederek olabilir, tabi bir de yorularak. Bunlar benim hayatta yapmak istediğim şeyler olduğu için kimse beni bunlar için zorlamadığından vakit buluyorum yüksek ihtimalle. İnsan sevdiği şeylere vakit bulabiliyor sevdiği şeyler için vakit ayırabiliyor, sevdiği şeyler için az uyuyabiliyor. Saydığınız büyük paketin içinde ilk önceliğim benim için eğitmenlik, siz de onu birinci saydınız bu arada Böyle önem sırası yapmayayım ayıp ederim ötekilere. Ama öğretmekten çok eğitmenlik edinimindeki öğrenmek değerli. Çok kıymetli, şahane kuşaklar geliyor çatır çatır da gelmeye devam ediyorlar ve artık aramız açıldı yani eskiden eğitmenlik yaparken ben yirmili yaşlarımın sonundaydım onlarda yirmi yaşların başlarındaydı, şimdi ben kırklı yaşlardayım onlar hâlâ yirmilerinde. Bunun bir dezavantaja döneceğinden ürküyordum, şimdi öyle hissetmiyorum ya da öyle yaşamıyorum histen de öteye geçti, nüfus kağıtlarındaki o ara açıldı ama ben eğitmenlik yapmayı hiç bırakmadığım için biz birbirimizi yakalayabiliyoruz.
YK: Özellikle şu anki mevcut düzende eğitmenlik edinimi çok daha değerli. Bugün iletişim ve Güzel Sanat Fakültelerine, İlahiyat bölümlerinden dekanlar ve Öğretim Üyeleri atanıyor. Bu yüzden özellikle sanatçı yetiştiren akademik kurumlarda iyi ve değerli hocalara ihtiyacımız var. Sizin de kurucu olduğunuz Erbulak Akademi’nin öğrenci yetiştirirken temel ilkeleri neler?
SE: Şimdi birincisi artık orayla hiç bir ilgim yok bunun özellikle altını çizerek söylemek isterim. Temel ilkeleri ilk iki sene boyunca benimde katıldığım ilkelerdi. Sonra buradan ayrılınca aslında tam da bu noktada ayrıldığımızdan ötürü kurucularımızdan ablam Ayşe Erbulak Özgürdağ ve Özen Özgürdağ ile artık birlikte yönetim kurulunda çalışmıyorum, onlar devam ettiriyorlar.
YK: Şu an nerede eğitmenlik yapıyorsunuz ?
SE: S: Ben mezun olduğum okul olan Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde on yedi senedir sahne uygulaması eğitmenliği yapıyorum. Bir kısmı asistanlık sonra eğitmenlik, şimdi artık benim de asistanlarım oldu. Orası biraz öyle bir okuldur, elden ele kalpten kalbe bir okuldur. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde yapıyorum ve Şehir Tiyatroları’nın Dârülbedâyi
Atöylesi’nde 7’den 70’e bir okulumuz var. Hayatını erteleyenler hayatında bu işi yapmayı erteleyenler, biz buna bir farkındalık atölyesi diyebiliriz. Oyuncu çıkarma maksatlı bir yer değil de çoluğundan çocuğundan kocasından kendine vakit ayıramayanlar var ya da gerçekten çok genç oyunculuk düşünenler ya da hayatının ortalarında orta baharlarında olan herkese orada ders veriyorum.
YK: Gerçekten tüm kalbinizle yapıyorsunuz mesleğinizi. Şu an devam eden çok tatlı bir oyununuz var. Sene başından beri Fırat Tanış ile Behiç Ak’ın yazdığın Ayrılık’ı tekrar sahnelendiriyorsunuz. Bize birazdan oyundan bahseder misiniz?
SE: Anlatamam röportaj bitmez. Âşığım oyuna! Biraz kötü bir dönemiydi hayatımın. Şehir Tiyatroları’ndaki görevimden uzaklaştırılmıştım. Fantastik bir ülkede yaşadığımız için. Fırat telefon açtı, bu arada Fırat çok eskiden tanıdığım biri ancak birlikte hiç sahne tecrübesi yaşamamıştık. O aralar alınan telefonlar değerliydi, öyle günlerdi. Destek için alınan telefonlar anlamında da değerliydi. Fırat aradı ve oynayalım mı bile demeden “Hadi bakalım oyun oynuyoruz hadi” diyerek beni parka çağırdı ve provalarımız İzmir’de başladı. Balıklıova’da provalar yaptık. Yönetmenimiz de Prof. Dr. Semih Çelenk de İzmirli. Balıkova’da bir köy evinde kediler, köpekler, deniz ve enginarlar eşliğinde provalar yaptık. Balıklıova tam bir enginar köyü. Orada çok tatlı ve rahvan bir prova süreci yaşadık. Sonra oyun Ocak’ta prömiyer yaptı ve böylece tiyatroya döndüm. Ayrılık benim için bu anlamda özel, hiç iki kişilik oyun oynamamıştım. Bizim mesleğimizde yaşa, yaşın sihrine çok güvenirim, tecrübe biraz sihirli bir kelimedir, hissede hissede yapmak lazım bu işi, göre göre kendini bir başkasının gözünden görmek kadar şeffaf göre göre yapmak. Ben de öyle yapmışım. Güzel dönmüşüm kendime, güzel eleştirmişim kendimi, rahatlamışım artık. Fırat o kötü döneminde bunu teklif ettiğinde artık biraz daha hayatta rahatlamış daha öncelik sıralamalarım biraz değişmiş bir Sevinç’ idim. İyi ki aramış. O dönem enteresan bir dönemdi. O dönem köstek olanları değil, gerçi hiç kimse köstek olmadı ama destek olmayanların dönemiydi. Çok az ama onların dönemiydi. Hayatımdan çıkan insanların hepsi o dönemde çıktı. Bir elin beş parmağı etmezlerdi ama değerli parmaklarıydı elin. Onun için o dönemi çok iyi hatırlıyorum şu anda. Temizlenme, ferahlanma dönemi olarak hatırlıyorum. İşte Fırat destek olan değerlilerdendi. Ve çok keyifli bir oyun oynuyoruz beraber.
YK: Bu sezon hangi şehirlerde, nerelerde görebileceğiz Ayrılık’ı?
SE: Ayrılık çok kısmetli bir oyun. Elliye yakın oynadık. Bu özel bir tiyatro için gerçekten Şehir Tiyatrosu sayısı gibi bir sayı. Şehir tiyatrosunu bilerek örnek gösteriyorum, haftada 4-5 oyun oynayabildiğiniz için. Ayrılık çok gezgin bir oyun. Seyahati seviyor, Fırat’la ben gibi. “Seni, havaalanlarında hep benim çekçekli bavulum ve sen önde, tekerleğin sesi ile çok romantik bir yürüyüş olarak görüyorum, hep öyle hatırlıyorum seni Fırat.” diyorum dalga geçiyorum artık. Çok yerimiz var. Yakında görünenler Çorlu, ODTÜ, Eskişehir, İzmir, Antalya, Adana Mersin, Akasya, İskendurun. Ayda 10’a yakın oyunumuz var.
YK: Ayda 10 oyun! Dizi de var. ilk sorum burada çok devreye giriyor aslında J
SE: Nasıl oluyor? Oyun olmadığı zamanlar hiç ben öyle o saatte gelemem, yoruldum demiyoruz. Bir de bizim set biraz özel bir set. İşte nedir oyuna kadar çekiyoruz. O sırada çekemezsek bir sonraki haftaya kalıyor. Biraz daha uzun mesai harcıyoruz.
YK: Dizideki diğer oyuncularından devam eden oyunları var.
SE: Evet, Sumru’nun var, Beyti’nin var, benim var, Ceren’in var, Erdal abinin var şu an, bu arada 63 haftadır devam edebilmemiz bence en önemli sebeplerimizden biri de bizlerin tiyatrocu olması. Onun için bırakın da oyunlarımız da olmaya devam etsin.
YK: Oyunlarınız umarım her zaman devam eder. Bunun üzerine çok yazıldı, konuşuldu biliyorum ama biz sizden de dinlemek istiyoruz. Yirmi beş yıldır emek verdiğiniz İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan bir sabah açığa alındığınızı öğrendiniz. Bu ayrılık sürecinde neler hissettiniz?
SE: Evet, ama o dönem biliyorsun, ülkede deli deli şeyler oluyordu yani bunu bir kere hiç büyütmemek gerekiyor, bir de hiç şaşırmamak gerekiyor ki bu fena.
YK: Hala şaşkınlığımızı korumalıyız ki bir şeyleri değiştirebilelim.
SE: Ben kendi adıma hiç beklemiyordum, ne yapmak istediler anlamadım, belki algıyı karıştırmak istediler, çünkü bu ülkede bir sabah uyandığımızda dikkatimizi çeken, bizi yoran, endişelendire, korkutan, sinirlendiren, öfkelendiren, yüzlerce haberin bir tanesine kalben çok odaklandığımızda, ben artık şöyle çok korkar oldum. Biz şimdi büyük bir dikkatle buraya bakarken acaba esas ne oluyor? Bence bu altı kişinin uzaklaştırılması büyük fotoğrafa göre başkaları için önemsiz. Şunları şöyle açığa alırken şuradan da şunu halledelim operasyonuydu belki de. Gerçekten bilmiyorum çünkü ben müdürün odasında o kâğıtta “Devletin güvenliğini tehlikeye atacak planları uygulamaya” diye başlayan yazı gördüm. Müdüre “Bunu ispat etmeleri gerekiyor, değil mi?” dedim; çünkü bu çok önemli bir suçlama ve ben devletin güvenliğini tehlikeye atan takımda yer almıyorum. Biz komisyona çıkacaktık, çıkmadık. Sonra bir yanlışlık oldu dediler, dört ay sonra. Bana ve Kemal’le Ragıp dışındaki, dört arkadaşıma da.. İşin en trajik olan kısmı da biz bunu soramıyoruz. OHAL kapsamında olduğumuz o halde de, sonra da, başka halde de, öbür halde de soramayacağız hiç bir zaman.
Gerçekten bunu niye yaşadık bilmiyorum, bu çok kötüydü kendi yaşandığı zaman diliminde. Ben bir daha oyunculuk yapamayacağım zannettim, şimdi bunu çok komik buluyorum böyle hissetmeme ama o sırada hiç komik değildi. Bir yasak geldi o ülkeye artık oyunculuk bitti zannettim. Çünkü benim çeyrek asırdır evim orası, yani benim başka bir ezberim yok. Ben küçük küçük konuk oyunculuklar dışında annemi hayattayken babamı ve kızımı gördüğümden daha çok görüyorum Şehir Tiyatrosu’ndaki ailemi. O duyguyu hiçbir zaman yitirmedim. Ailem bana bir şey yapmadı zaten, tanımadığım insanlar yaptılar bana bunu.
YK: Sadece değerli sanatçılar görevinden uzaklaştırılmadı. İhraçlarla beraber izleyicilerin de sanata ulaştığı/ulaştırıldığı yerler ellerinden alındı. Türkiye’nin en köklü fakültelerinden biri olan Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin tiyatro bölümü, AKM ve birçok sahne kapatıldı.
SE: Mesela bu röportajı annemle yapıyor olsaydın, işte üç milyon kişi toplanalım, istediğimiz şeyler için yürüyelim der. Artık bana bu çok romantik geliyor ve bu ülkede romantik olan hiçbir şeyin geçerliliği yok. Bu ülke artık çok sert, bu ülkenin toprakları çok ayrımcı, bu ülke bir arada yaşayabildiği kültürü çoktan kaybetti. Fakat dünya tarihine güvenmek zorundayız ne yapacağımızı bilmemekle birlikte çünkü gerçekten bilmiyorum. Bir sabah çok umutlu, bir sabah çok umutsuz uyanabiliyorum ve bu çarşamba ve perşembe olabiliyor hayatımda. Ama asla vazgeçmemeliyiz, durduğun yerden sevdiğin ve savunduğun ve korumaya çalıştığın bütün değerlerinden, fark ettiğin gördüğün görünmesini istediğin ve gösterdiğin her şeyi göstermeye devam etmekten, kişisel olarak vazgeçmemek. Ben annem kadar üç milyon kişinin tiyatrocular için, kediler için, çocuk gelinler için, sapık hocaların küçük kızların meme uçlarını sıkıştırmalarına karşı falan toplanıp yürüyeceğini düşünmüyorum. Çünkü bizim yürüyecek üç milyondan daha fazla konumuz var bizim adedimizi aşıyor yürüyüş konularımız. Ama herkes bireysel olarak kendi içindeki yürüyüşü, kendi içindeki isyanı, kendi içindeki tutarlılığı beslerse, korursa, gösterirse ve herkes dünya tarihine güvenirse bir şeyler değişir. Böyle dönemler çok olmuş ve geçmiş bir şekilde bitmiş şimdi bize niye uzun geliyor biliyor musunuz? İçindeyiz ve yaşıyoruz, ama ne okuyoruz? Hitler otuz sekiz sene insanlara zulmetti. Otuz sekiz yıl ifadesi, kelebeğin otuz sekiz kere kanat çırpması gibi geliyor o sırada bugünden bakan birine; ama onu yaşayan insan için otuz sekiz yıl, 3800 sene gibiydi. Bana da artık öyle geliyor. Oysa ben bunu sadece yaşadığımız ülke için söylemiyorum. Ben yaşadığımız ülke ile çok çok problemleri olan biriyim. Uyumlu değilim yaşadığım ülkenin bana her sabah gösterdiği ve dayattığı şeylerle. Ama bu sadece bizim ülkemize has bir şey değil zaten; dünya tarihine mesela din yükseliyor, din korkusu çıkıyor, o geçiyor savaş dönemi geliyor, ırkçılık deliriyor faşizm sapıtıyor. Şu an dünyada birazda böyle bir dönem var. Kızıl saçlılar bu meydandan yürüyemez diye bir tabela görsem Avrupa’da çok şaşırmayabilirim. Neden derim, çünkü buranın başkanı falan falan bir hikâye anlatabilirler dünya böyle bir yere doğru gidiyor. Mesela ben hâlâ unutamıyorum, Berkin’in annesine yuh çeken anneleri anlatabiliyor muyum? Bireysel değişime ve bireysel yüreklenmeye çok inanıyorum. Dünyanın her yerinde örneği bulunan bu devinimin.
Ülkemizdeki adaletin böyle sürmeyeceğine dair bir inancım var ve inanç çok değerli bir şey. Bir gün bu ülkede de farklı inançlara saygı duyulan günlere geri dönülecek. Azınlıklarla bir arada yaşayabileceğiz. Çünkü çok güzel çocuklar doğuruyoruz. Doğuramadığımızı da yetiştiriyoruz. Kendi içindeki cevahirdeki o şeyi kaybetme, onun atışının ritmini kaybetme yeter.
YK: Biz umudumuzu hep koruyalım, güzel günlerin geleceğine inanalım. Öbür türlüsü mümkün değil zaten. Tiyatro ile sancılı bir süreç yaşadınız geride kaldı. Peki, yakın zamanlarda sinema projeniz var mı?
SE: Keşke olsa. Yakın zamandan bir sinema projem benim bildiğim kadarı ile yok. Asghar Farhadi ile film çekmeyi çok istiyorum. Dünyaya böyle bir enerji yayayım. Film çekmek istiyorum derken bu arada, ben onun setinde günlük de tutabilirim. Onu çok seviyorum ve çalışma arkadaşı olmak. Tabii ki bunu oyuncu olarak yapmak öncelikli tercih ederimdir. Ama daha da önemlisi, onunla tanışıp ona, onu anladığımı söylemek istiyorum. Filmlerini değil, bizzat onu anladığımı söylemek istiyorum. Onun için umarım bundan sonraki sinema filmi projem Asghar Farhadi ile olur. Bu benim hayalim. Bence çok güzel sinema filmlerim var.
YK: Beş Vakit benim en sevdiğim filminiz.
SE: Ve benim ilk sinema filmim. İnsan her geri döndüğünü bir daha oynasa çok daha iyi değil belki ama çok daha bilinçli oynayabilir. Ama iyi ki de bilinçsiz oynuyoruz bu arada oynadığımızda ve hep geri dönüp baktığımızda daha iyisini yapabilirdim diyoruz. Çünkü onun daha iyisi teknik ve ruhsuz bir şey. Hâlbuki onun o hâli, iyi bir hâl. Gerçekten çok sevdiğim sinema filmlerim var. Reha ile başladım, Çağan ile devam ettim. Yani şanslıyım. Olağanüstü filmler çekiliyor. Bir Hakan Günday romanının filminde oynamayı çok isterim. Çağan Irmak ile Reha Erdem ile yeniden çalışmayı. Ümit Ünal ile film çekmeyi çok isterim. Ama asıl Asghar Farhadi ile çalışmak istiyorum.
YK: Bu son sorumdu ama şimdi araya alıyorum , çünkü cevabımı aldım sanırım. “Yemeği yapıyorsun ve yaşayan, yaşamayan kimleri çağırıyorsun?” sorusunun size hep sorulmasını istediğinizi söylemiştiniz. ben soruyu “Yemeği yapıyorsun ve yaşayan, yaşamayan hangi yönetmenleri çağırıyorsun?” şeklinde değiştiriyorum J
SE: Asghar Farhadi ile beraber yiyelim ama sonra Oscar Wilde gelsin.
YK: Uzun metrajın dışında kısa filmleri de çok seviyorsunuz, hatta bu alanda bayağı yardımcı oluyorsunuz genç yönetmenlere. Bugün iyi kısa film projeleri gelse gene destek olur musunuz?
SE: İçinde kendimi görüyorsam olurum tabii. Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali’nde jürilik yaptım. Dokuz saat boyunca belgesel, canlandırma, kurmaca, liseler, deneysel film izledik. Hayatımın en güzel dokuz saatini geçirdim. Bazılarında oynayamadığım için, bazıları beni aramadığı için puanlamada 10’sa 1 verecektim neredeyse. Festivale gittiğimde soracağım birkaç yönetme, “Sen oraya neden onu düşündün de beni yazmadın,” diye.
Kısa filmleri gerçekten çok seviyorum.
YK: İyi kısa film çekmek çok daha zor.
SE: İnanılmaz zor. Çünkü ben oyuncu olarak öğrencilerime oyunculuk kısa filmde uzun metrajda, sahnede, dizide, amfi tiyatroda orda burada hep aynı şey arkadaşlar diye anlatmamam rağmen. Bir kısa film teklifi aldığımda gerçekten o gün oyunculuğa başlamışım gibi heyecanlanıyorum. İlk defa sahneye çıkacakmış gibi oluyorum. Çok saçma aslında, bir fark olmadığını anlatmaya çalışıyorum.
YK: Ama heyecanlanıyorsunuz.
SE: Adı üstünde kısa başlayacak anlatacak, bitecek ve anlayacağından ötürü beni de panikletiyor. Ama aşığım kısa filmlere. Bu son Marmaris Kısa Film Festivali için seyrettiğim özellikle kurmaca kategorisinde seyrettiğim yirmi bir kısa filmin yirmi biri de o kadar umut verici ki. Ülkede her şeyin yoluna gireceğini bile düşündüm o dokuz saatin sonunda. O kadar umutluydu.
YK: Umarım yine sizi heyecanlandıran bir kısa filmde yer alırsınız en kısa sürede. Devam eden çok minnoş bir diziniz var. Çalışma şartları birçok dizi projesine göre rahat, iki gün reponuz var.
SE: “Minnoş” çok doğru bir kelime bizim dizi için.
YK: Dizi sektöründe çalışan emekçilerin sorunları son yıllarda dayanılamaz noktaya geldi. Diziyi artık bırakıp sadece tiyatro ve sinemaya yönelmeyi düşünüyor musunuz?
SE: Düşünmüyorum, ama sektör çok sorunlu. Bizler ürünüz, birer mal gibi. Reklam arası dizi oynuyoruz aslında böyle. Ama işin kuralıda bu. Çünkü o reklamlar olduğu için o dizi ayakta ve o yüzden de ben eve ekmek götürüyorum.
YK: Bu koşullarda böyle olmak zorunda değil. Üç saat bir diziye kapanmak zorunda değiliz.
SE: Tabii ki böyle olmak zorunda değil. Ama ne olmak zorunda. Bütün sektörlerde olduğu gibi. Ortak bir karar alınmak zorunda. Çünkü bir ev hanımı bir şeyi üç saat seyrediyorsa öteki şey de 45 dakika olamıyor. Çünkü dizi evde seyredilen bir şey değil. Evin içinde duvarlara çarpan bir ses dizi aslında. Dizinin bir görüntüsü falan yok büyük bir çoğunluk için. Ders yapan çocuğun, kocasını ertesi gün için bir şeye ikna etmeye çalışan ev hanımının, işinden çok yorgun gelmiş iş kadınının, ütü yapan annenin. Hiç önemli değil kim olduğumuz. Birilerinin yalnız ve evin içinde sese ihtiyacı olan birilerinin veya bu ülkede kendi aşamadığı çözemediği ve kısa vadede çözemeyeceğini bildiği problemlerinden bir değil.
Bu arada bizim dizinin çalışma şartları gerçekten sektörün içinde çok ama çok şanslı bir yerde tutuyor bizi. Ama bu bir mesele değil, No 309’un oyuncu ve teknik ekibinin altmış üç haftadır hem sulh içinde hem de evinde akşam yemeği görecek şekilde çalışması sektörün sorunlarını bertaraf etmez. Birlik olmak zorundayız. Sürelerin kısalması, haftalık repoların her dizi için geçerli olması için, kaşeler için. Uzuv açtığında da ünlü olabiliyor biri ya da koca aradığı programda da çok ünlü olabiliyor. Kimi figürlerle duayen isimlerin aldığı rakamlar arasındaki fark kapanmadığı müddetçe; yani süre, ekonomik şartlar, set koşulları, sponsorluklar reklam bedelleri kocaman bir paket. Ve bir nedenle diyelim ki birleştik ütopya bu ya ve dedik ki: Bu kadar alanı çekeceğiz, başroller şu paraya çalışacak, ışık şefi bunu alacak vs. bu kararda duramadığımız müddetçe. Bu işletim sistemi hayata geçmediği müddetçe bu diziler arasındaki mutluluk ve mutsuzluk katsayısı her zaman bu kadar çalkantılı olacak. Kimi evini göremeyecek, kimisi evine gidebilecek, kimi kocasını, karısını boşayacak, kimi her gece kocasıyla/karısıyla sevişebilecek.
Yani böyle değildi ben çok iyi hatırlıyorum. Ben çok iyi bir kuşaktan geliyorum. 45 dakikaydı diziler. 15 dakikalık reklamlar vardı. Toplamda 60 dakika sürerdi diziler.
YK: İki dizi yayınlanırdı arka arkaya.
SE: Evet iki dizi olurdu prime 1 prime 2 olarak.
YK: Sonra ne oldu da böyle oldu?
SE: Bence markaların artmasıyla oldu bu; dünyada yalnızca üç marka vardı, şimdi sayamadığımız kadar marka oldu.
YK: Tüketim kültürü hızlı bir şekilde arttı.
SE: Mutlulukla tüketmek başat, iki kardeş gibi. Öyle pompalandı ve insanlar televizyonlarını alıp bu yoksullukta, biz yoksul bir ülkeyiz. Erhan Cihangiroğlu’nun sergisine gideceğine, Elly Hakkında filmine gideceğine, bu arada sanat filmleri 10 lira gidebilirler. Bir kere televizyon alıp, tüm aile oturup karşısına. Televizyonun taksiti bittiği anda da bedavaya getirdiğini düşünüyorlar. Renge bak, her gece her kanalda ürünlerin çeşitliliğine bak, muhafazakârsa var, tatlı biriyse var, çocuksa var, neneyse var, bazı diziler de çocuktan neneye kadar dizilmeleriyle karşılarında var; ne yapsın, seyrediliyor ve inan bana daha fazla olmasını talep ediyor. Mutlu mu mutlu, oyalanıyor mu oyalanıyor. Tabii mutluluk göreceli. Ama hap özetle bu sistemin değişmesi, şartların insanileşmesi için sendikalaşmamız lazım. Ki var sendikamız var Sendikalardan korkmamamız lazım. Çünkü sendika kelimesi bu ülkede korkutucu. “Aa sendikada mısın diyorlar. Evet sendikadayım,” diyorum, “Umarım bir gün sen de ne kadar değerli bir şeyin içinde olduğumu ve sen de gelirsen ne kadar fark edeceğini görürsün.”
YK: Ben bu dizi şartlarının koşullarının iyileştirilmemesinin suçunu sanatçılara da atıyorum. Haksızlık ettiğimiz düşünebilirsiniz ama set işçilerinin aldığı ücret ile sanatçıların aldığı ücret ortada ve bu yüzden sanatçıların yeterince ses çıkarmıyor.
SE: Bir grup sanatçı bunu yaparken annemin deyimiyle üç milyon romantik sanatçı böyle bir şey yaparken, onların hepsinin bıraktığı rolleri hemen devralan başka oyuncular olduğu müddetçe bu oyuncular bitip televizyondaki gerçek ürünlerin, ürün derken bunu gülümseyerek söylüyorum, hepimiz son derece değerli oyuncularız. Bu işe gönlümüzü kalbimizi koyan insanlarız, bu işi yaşam biçimi hâline getiren insanlarız. Ama bu eğlence dediğimiz sektör, o kadar büyük bir zümreyi doyuruyor ki, sen orda tek başına gerçekten çok güçsüzsün. Yani çok gülerler bana ben AKM’nin önünde teknik bizden çok daha fazla yoruluyor desem, gerçek bu olmasına rağmen. Artık herkesin kendi gemisinin kaptanı olduğu bir ülkede yaşıyoruz, bizim sektörümüzde değil, sadece tüm konularda. Söylediğinin şu kadarına katılıyorum: Sanatçılara daha çok iş düşüyor. Ama sadece sanatçılara düşmüyor. Bize de düşüyor, teknik ekibimize de , seyirciye de düşüyor, Bunları yakaladığımız dönemler oldu. Fakat artık bence seyreyleyenin de bize olan güveninde bir sarsıntı oldu. Seyirciyi kaçırdık. İzlemekten değil. Seyirci artık sadece izliyor. Malı, ürünü t-shirtü, kotu, konuyu hiç fark etmez, mısırını yiyor izliyor sadece. Küstüler biraz artık. Çünkü iddia ettiğimiz şeylerin arkasında da çok durmadık.
YK: Çok değerli bir söyleşiydi, bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Röportaj: Yağmur Karagöz
Fotoğraf: Danyal Temiztürk
yagmur,eline emegine saglık..seçtigin zor hayatta kolaylıklar başarılar dilerim…