Oyun (2010), Kara Kar (2011), Soğuk (2014) ve Serender (2014) kısa filmlerinin yönetmeni Seyid Çolak’la ilk uzun metrajlı filmi Kapan (2019), ilham kaynakları ve sinema yolculuğu üzerine dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdik, keyifli okumalar dileriz.
Öncelikle ilk uzun metrajlı filminiz olan Kapan (2019) ile ulusal ve uluslararası festivallerde elde ettiğiniz başarılardan ötürü sizi tebrik etmek istiyorum. Kapan’ı konuşmaya başlamadan evvel dilerseniz yönetmen koltuğunda oturduğunuz Oyun (2010), Kara Kar (2011), Soğuk (2014) ve Serender (2014) isimli kısa filmlerinizden söz edelim. Çektiğiniz kısa filmler Kapan’a giden uzun yolu belirlemede nasıl rol oynadı, bize sinema yolculuğunuzun başladığı yılları ve yönetmen olma kararınızı şekillendiren faktörleri anlatabilir misiniz?
Öncelikle tebrik için teşekkür ederim. Sinemaya kısa filmlerle başlamış olsam da öncesinde kimi sanat dallarında kendimi sınadım. Yazarak, daha sonra da çizerek ifade etmeye çalıştım. Her iki sanat dalında da istediğim ilerlemeyi kat edemedim. Hala yağlı boya çalışmaları yapsam da resim sanatı üzerine eğitim almadım ve sinema kadar üzerine düşemedim. Ben de kendimce bir yol ayrımına gittim. Bölük pörçük ifade etmek yerine tek bir sanat dalına kanalize olup o alanda kendimi yetiştireyim dedim. Fotoğraf çekip kısa videolar kurguluyordum. Sinemaya izleyici olarak aşırı merakım vardı ve üretmek de cazip geliyordu. Beykent Üniversitesi’nde Sinema – Televizyon eğitimi aldım. 2013 yılında mezun oldum. Bu süreçte de kısa filmlerimi yapmaya başladım. Okulda arkadaşlarla kurduğumuz ekiple belirli bir süre birlikte hareket ettik. İlk ciddi kısa filmimi de 2010 yılında hayata geçirdim. Oyun kısa filmi aslında ikinci sınıf final ödevimdi. Hocalarımız olur verince festivallere yolladım. Filmimiz festivale seçilince de bu şekilde sinema yolculuğum başlamış oldu. Sonrasında aynı ekiple Kara Kar, Soğuk ve Serender kısa filmlerini çektik. Bu aşamada aslında sinemayı anlamak için okumalar ve seyretmeler yaptım. Yönetmenler belirleyip tüm filmlerini seyredip kendimce notlar alıyordum. Yerli ve yabancı yönetmenlerin röportajlarını okuyup yönetmenlerin dünyasını anlamaya çalışıyordum. Etkilendikleri yazarlar, ressamlar, akımlar vs. hepsi aslında benim için yönlendirici unsurlardı.
Çekimleri Beyşehir Gölü’nün Mada Adası’nda gerçekleştirilen Kapan, doğanın başrolde olduğu, nefret ve paranoyanın gölgesinde filizlenen bir “kapana kısılma” öyküsü olarak karşımıza çıkıyor. Filmin fikir ve senaryo aşaması nasıl gelişti, Kapan’ı ortaya çıkaran dünyadan ve ilham kaynaklarınızdan bahsedebilir misiniz?
Mada Adası’nı en baştan itibaren bir karakter olarak kurguladım. Hikâye yazım aşamasında bu şekilde ilerledim. Ada, üzerinde tuttuğu insanlara hem bir yaşam vaat ediyor hem de kendisinden kurtulunması gerektiğini söylüyordu. Karakterlerimizin yarattığı ada metaforu aslında buydu. Gizemli bir laneti de vardı adanın. Ötekinin (canavar) gelmesi, kendisini hissettirmesiyle birlikte adadaki normalmiş gibi görünen hayat döngüsü ve karakterler dönüşmeye başlıyor. Biraz Sineklerin Tanrısı misali… William Golding’in eserinde çocukların adaya düştükten sonra canavara dönüşmesi bana çok ürkütücü gelmişti. Hepimizin adaları olduğunu düşünüyorum. Bu adalarda da düşmanlar ve yersiz sanrılar yaratıyoruz. Gün sonunda kaybeden de biz oluyoruz. Biraz yakınma gibi duruyor. Ulus Baker bunun için “Şikayet ve itiraz daha çok modern toplumların kulak verilmeyen yakınmasıdır.” der. O yüzden bu yakınma hâlini fazla sürdürmek istemem. Okuduğum birçok eser bende izler bırakıyor. Bunun sinemaya dolaylı olarak yansıdığını düşünüyorum. Özellikle de altına hücum dönemlerini anlatan Jack London’ın Beyaz Diş ve Vahşetin Çağrısı kitaplarındaki karakterler, hayvanlar ve dönüşen insan modelleri çok etkilemişti. Kapan’ın dünyasına etkisi olduğunu düşünüyorum ancak birebir bir hikâye uyarlamadım. O kitapları okuyanlar Kapan’da da benzer duygular göreceklerdir.
Filmde adayı, başlarına gelen felaketler sonucu adım adım çaresizliğe sürüklenen karakterlerin karanlık ruh hâllerini yansıtır biçimde, kaçıp gitmeyi âdeta imkânsız kılan bir uğursuzluklar diyarı olarak görüyoruz. Bu noktada senaryonun başarısına hizmet eden doğru mekân seçiminin altını çizmekte fayda var. Mada Adası filmin atmosferini yaratmada nasıl bir rol oynadı, sizi bu mekânı seçmeye iten unsurlar hakkında neler söylersiniz?
Ada en baştan itibaren bir karakter olarak çizildi. Çıkışı olmayan ya da imkânsız bir yer olarak göstermeye çalıştık. Seyirciye “Adadan çıkış var.” ferahlığını verdiğini düşündüğümüz için de ada dışındaki tüm sahneleri attık. Hatta çekim yaparken gelişleri de adaya doğru verdik. Karşı taraftan neredeyse adayı hiç görmüyoruz. Bu seçimler kıstırılmışlığı bastırmak için yapıldı. Adaya dışarıdan gelen tek karakter Nuran; diğer karakterlerimiz ise orada doğmuş, hayatlarını belki de tıpkı ataları gibi orada sonlandıracak kişiler. Bu gidişat yeni insan tipleriyle birlikte değişime uğruyor. Şehrin cazibesine kapılan karakterler adadan kurtulmanın onlara “yeni cenneti” vaat edeceğini düşünüyor. Aynı zamanda karşı tarafın “adalı” etiketi vurduğunu, kolay kolay kabul görmeyeceklerini ve adapte sorunu yaşayacaklarının da farkındalar. Ada evet bir kapana dönüşmüş ancak karşı tarafa geçtiklerinde de yeni kapanlar onları bekliyor. Bir nevi iki taraflı bir sıkışma halindeler.
Filmin çekildiği coğrafyanın avantajlı ve dezavantajlı yönleri nelerdi, fırtınalı kış günlerinde yapılan çekimler oyuncu yönetimi açısından zorlayıcı oldu mu?
Karlı ve buz üstündeki sahnelerimizi Ardahan’daki Çıldır Gölü’nde çektik. İlk uzun metrajımın, ilk set günü buz üstünde final sahnesini çekerken buldum kendimi. Sürekli esen bir rüzgâr ve eksi on derece soğuk. Kısa filmlerimdeki tecrübeler burada bana çok yardımcı oldu. Sorunsuz ilk günden sonra yine karlı ve fırtınalı sahneleri çektik. Benim için harika tecrübe oldu ancak oyuncular için bunu söyleyemeyeceğim. Mehmet karakterini canlandıran Sami Aksu’nun kafasını buzlu suya soktuğu sahnede epey sorun yaşandı. Kendisini hastaneye kaldırdık. Aynı şekilde Serkan Altıntaş’ın da (Turan) Yasemin Girgin’i (Nuran) sırtında taşıdığı sahnede beli kitlendi. Uzun süre doğrulamadı. İğnelerle sete geldi. Onur Dilber’e de (Yakup) onlarca defa bir sahne için buza sırt üstü düşmesini söyledim. Epey zorlansa da çok iyi yaptı ancak o sahneyi filmde kullanmadım. Onun için hayal kırıklığıydı. Zorlayıcı birçok sahneyi aslında filmde kullanmadım. Buralar çetin vurgusunu replikle başta vermiştim. Bir daha görsel olarak tekrarlamak istemedim. Halit karakterini canlandıran Yüksel Akça hem Bolulu olduğu için hem de köy hayatına adapte olduğu için en sıkıntısız o atlattı diyebilirim süreci. Herhangi bir rahatsızlık geçirmedi.
Oyuncu yönetimi açısından yine kısa filmlerimdeki tecrübelerimden faydalandım. Hem profesyonel hem de amatör oyuncularla çalışma imkânım oldu. Kendimi deneyimlemiş oldum. Ben hiç farklı bir yönetmenin setinde görev almadım. O yüzden kamera arkalarını uzun süre takip ettim. Önemli yönetmenlerin oyuncularla kurduğu bağı gözlemledim. Bu da benim işime yarayan bir başka unsurdu.
Kapan başarılı sinematografisi ve özgün kadrajlarıyla da dikkat çekiyor. Filmde tercih edilen renk paleti ve sıklıkla başvurulan uzak planlar düşünüldüğünde insanın doğa üzerinde kurmaya çalıştığı hakimiyet ve bunun sonucunda uğradığı mutlak yenilgilerin çelişkisi daha büyük anlam kazanmış oluyor. Doğayı bir karakter gibi merkeze alan hikâyenizde görüntü dilini kurgularken dikkat ettiğiniz hususlar neler oldu?
Fotoğrafçılığı görsel hafızayı güçlendiren bir unsur olarak görüyorum. Aslında kareyi ayarlarken birçok ögeyi de gözlemlemiş oluyorsunuz. Manzaranın gücünü, detayları, figürleri konumlandırmayı, insan yüzlerinin hangi açıda daha etkili göründüğünü… Buna ek olarak çocukluktan beri resim sanatıyla ilgileniyorum. Daha önce de yağlı boya çalışması yaptığımı ve bunun için de ressamları takip ettiğimi söylemiştim. Bizim film kasvetli bir hava istiyordu ve soğuk renklerin filmi daha etkili kılacağını düşünüyordum. Casper David Friedrich’in manzara resimleri geniş planlarda bana çok yardımcı oldu. Görüntü yönetmenimiz İlker Berke’yle de ilk konuştuğumuzda Friedrich’in çalışmalarını göstermiştim. Puslu, sisli gizemli bir atmosferi vardı. Mehmet karakterinin bahsettiği resim de Türkiye’de beni en çok etkileyen Neşet Günal’ın bir eseriydi. Hatta o sahneyi çektik, resmi de gösterecektik. Sonradan fazla geldiğini düşündüğümden çıkardık. Özellikle de karınca sahnesinde Neşet Günal’ın karakterlerinin büyük eli ve ayaklarını baz alarak, çıplak ayakları çok yakından gösterdim. Bir de Yalçın Gökçebağ’ın resimlerinde kullandığı renk paletleri çok hoşuma gidiyor. Üstten bakışı ve kapıları. Nuri İyem’in yüzlerini de not etmiş olayım. Bu ve benzer ressamlar görselde ve karakter yerleştirmede bana gerçekten yardımcı oluyor.
Filmde iktidar ilişkisi yalnızca doğa ve insan üzerinden şekillenmiyor; erkek egemen toplumlarda kadının rolü ve erkeğin otoritesini her daim sağlamlaştırma çabası filmin daha ilk sahnelerinden itibaren göze çarpmaya başlıyor. Kapan’ın kendi sosyolojik gerçekliğimize ayna tutan eleştirel bir tutum sergilediğini söyleyebilir miyiz?
İnsanoğlu binlerce yıldır yeryüzünde hüküm sürüyor. Bu yaşayış bir döngü hâlinde devam ediyor. Paylaşımın olduğu bir hayat biçimi. Ta ki günümüze kadar. Artık hüküm süren bir insanoğlu yok, hükmetmeye çalışan bir modern toplum figürü var. Her şey bizim kontrolümüzde olsun istiyoruz. Makinelerin de bize artı bir kibir kattığını gözlemliyorum. Bizi güçlü, akıllı, (doğru) bilgili yapmadı. Tam tersi bize sanal bir güç depoladı. Toplumun parçası olan “insan” modelinden doğadaki her şeyi “kullanabilirim-sahibiyim” diyen bir model hâline dönüştük. Şimdi de bu döngünün karşılığını görüyoruz. Kapan’da toplumu okuma anlamında karakterlerimiz de adaya gelen canavarın “Birlikte yaşayabiliriz.” çağrısına “Savaşabiliriz.” şeklinde cevap veriyor. Karakterlerimiz ve oradaki yaşayanlar için ada kaosa dönüşüyor. Bu ortamda kadının söz sahibi olamaması ve sadece erkeklerin güç gösterisi özelinde ilerlemesi de başka bir çıkarıma zemin hazırlıyor. Kadın tüm zorlukta hayatta kalacaktır, erkek ise kadını dinlemek istemediği için savaşına devam edecek ve yok olacaktır. Adada hep erkekler ölüyor kadınlar ise bu koşullarda kalarak erkeklere “Bensiz ilerlemen zor” mesajı veriyor.
Erkeklerin ava çıktığı sahnede söylenen “Çok istersen canavar da bulursun çakal da; ama çok isteyeceksin, kural bu.” cümlesi zihnimizde yarattığımız hayali düşmanları ve onlara yüklediğimiz derin anlamları vurgulaması açısından oldukça önem taşıyor ve film çatısını bu fikir üzerinden şekillendiriyor. Hayali düşmanlarımız bilinçaltımızda yatan nefretin, öfkenin ve tekinsiz hislerin bir tezahürü olabilir mi, siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Jacob Abbot’un bir kitabında sizin sorunuzu ve insanoğlunu özetleyen şöyle bir cümle geçer. “İnsanın doğasında gaddar, vahşi bir hayvan yatmaz… Ta ki ellerine silah alana kadar.” Bizi dönüştüren ya da canavarlaştıran ögeler var hayatımızda. Resim fırçası tutan bir insanın doğasıyla, elinde tüfekle ölüm kovalayan bir insandan aynı duygular bekleyemezsiniz. Tüfek, filmde olduğu gibi bulundurduğu kişiye gereksiz bir özgüven veriyor. Buna cahil özgüveni de diyebiliriz. Adadaki her erkeğin elinde tüfek vardır. En insani görünen Turan’da bile tüfek var. Çünkü ortama ayak uydurmalı, aksi halde dışlanacak. Belki hiç ateş etmiyor, etmeyecek de ancak o adadaki varlığını sürdürebilmek için o sembolik “erkekliğinin altını çizen” tüfeği taşımak zorunda. Elini silah olarak yapıp karısına doğrulttuğu sahne bu anlamda gönderme. Bir dönüşüm yaşıyor. Elinde tuttuğu silahı bir türlü kullanamamış ve erkekliğini ispatlayamamış bir figür. Bu sefer evdeki karısına güç gösterisinde bulunuyor. Yakup ise canavarı önce kendisi vuramadığı için tüfeğini bilinçsizce çocuklarına doğrultur. Yüceltilmiş kimi kavramların şiddete katkısı diyebiliriz. Bu şiddet sarmalında da kendimizce düşmanlar yaratırız. Çünkü iktidarı güçlendirmeli ve kendimizden güçsüzü ezmeliyiz.
Filmde dikkat çeken bir diğer detay, kurban edilmek üzere alınan koçun bir türlü kesilememesi ve adağın yerine getirilememesinin yarattığı huzursuzluk iklimi oluyor. Burada gerçekleştirilmeyen kutsal ritüel sonrası Tanrı eliyle yaratılan bir cezalandırmadan söz edebilir miyiz; diğer yandan hayvanın kurban pozisyonunda olması kendi korku ve paranoyalarının kurbanı olan karakterleri temsil ediyor olabilir mi?
Aslında koç, filmde adaya ilk ayak basan figür. Seyirci otomatik olarak o hayvanın kurban edileceğini ve öleceğini kodluyor. Ancak birçok olay ve ölüm yaşanıyor. Sonunda da hayatta kalan ve adada yaşamına geldiği gibi devam eden tek canlı da kurbanlık koç oluyor. Koçun bu anlamda bir yeri var filmde. Ayrıca Turan ve Nuran’da koç kesildiğinde çocuk olacaktır inancı da mevcut. Kurban (can) verilmeden yeni bir can gelmeyeceğine inanıyorlar. Bunun için de Turan’ın koçu kesmesi gerekiyor. Turan yapı olarak diğerlerinden daha naif karakter olduğu için bir türlü gerçekleştiremiyor. Çünkü kurbanı kesme ve yatırış biçimi çok hatalı. Aslında adanın diğer erkeklerini taklit etmeye çalışıyor. Hamurunda olmayan bir şeye yine mecbur bırakılıyor. Burada da aslında bir nevi “erkeklik görevini” yerine getiremiyor. Çünkü Nuran “kurbanı kesememesini” özellikle baskılıyor. Turan’ın dönüşümü de kurban üzerinden zemin buluyor.
Filmin sonunda bir kayık üstünde adadan ayrılan çift, felaketler ve hatalarla dolu geçmişini geride bırakmaya çalışan insan için ümitvâr bir portre çiziyor. Sizce insanlığın yakın gelecekte hapsolduğu “ada”dan ayrılması mümkün olacak mı?
Kapan’ı uzun süre kötülük üzerinden ayakta tutuyoruz. Çatışma, karakterlerin dönüşümü ve ölümler. Filmin sonunda ise büyük bir umut olsun istedim. Bir bebek ağlaması gerçekten hayatımızı değiştirebilir. İnşallah biz de bu süreçleri en umut verici şekilde sonlandırırız. Konuşmamızda da bugünkü insanı değerlendirirken çoğunlukla olumsuz yanları söyledim. Ancak hayata değer katan ve bize olumlu anlamda dokunan güzel insanlar da var. Bunlar hayatımızı devam ettirme anlamında bize güç veren faktörler. En azından benim için öyle. Sizi uğurlayan iki dost ve bir aileniz varsa yaşamak için çok sebebiniz vardır. Tıpkı Kapan’ın finali gibi oldu. 🙂
Röportajı sonlandırırken üzerinde çalıştığınız projeleri sormak istiyorum, beyaz perdede izleme fırsatı bulacağımız yeni bir uzun metrajlı film çekmeyi düşünüyor musunuz?
Obruk isimli ikinci uzun metraj üzerine çalışıyorum. İlk filmin üstüne koymak ve özgün karakterlerle seyirci karşına çıkmak istiyorum. Sinemada yeni şeyler söylemeyi önemsiyorum. Bir de Donuk Kule isimli bir kısa filmim var. Bir distopya. Gerçekçi filmlerden sonra bu türde de eser vermek çok istiyorum. Bakalım zaman ne gösterecek.
Bu keyifli röportaj için Fil’m Hafızası Yazı İşleri ekibi adına teşekkür ederiz.