“Anlatmak istediklerinin korkusunu ve trajedisini anlatan bir resim, daima ahlakidir.”
Jules Barbey Amedee d’Aurevilly
Korku, insanın yaratılışından bu yana en temel duygulardan birisidir. Derinlemesine yaşanmak istenmesi, insanların temelde korkunun üstüne gitmesini sağlayan sebeplerden biridir denilebilir. Gerilim ise daha yoğun bir etki yarattığı için çoğu zaman korkudan üstün gelir. Çünkü gerilim, insanın korkuya doğru yavaşça ilerlemesini, her adımda kalbinin yerinden çıkacakmış gibi atmasını ve damarlarında yavaşça korkuyu hissetmesini sağlayan bir hissiyattır. Bu iki türün etkileşimi ise sinemada daha derin bir anlatımı ortaya çıkarır. Belirli zamanlarda sinemada gerilim ve korkunun diğer türlere göre insanı cezbetmesinin sebebi de buradan gelir.
Gerilim sinemasının ustası Alfred Hitchcock ile bu türün temel kodlarını ortaya koyan Fransız yönetmen Henri-Georges Clouzot’un, ülkemizde Şeytan Ruhlu İnsanlar ismiyle gösterilen Les Diaboliques (1955) filmi, size gerilimin en temel yollarında ilerlemenize neden olacak bir deneyim yaşatıyor. Hitchcook’un Psycho’sunun uyarlandığı romanın yazarı Robert Bloch’un da en sevdiği korku-gerilim filmi olarak bilinen Les Diabolique, Hitchcook’u bile kıskandıracak kadar güçlü bir gerilim duygusunun esiri ediyor seyirciyi.
Başrollerinde, o dönemde yönetmenin eşi olan aktris Vera Clouzot, Fransız sinemasının en önemli kadın oyuncularından Simone Signoret ve Fransız aktör Paul Meurisse’in bulunduğu film, oyunculuktaki başarılı seçimleriyle de güzel bir seyir yaşatıyor. Genel olarak filmin hikâyesine baktığımızda, Paris’te karısına ait bir okulun yöneticiliğini yapan Micheal Delassalle’un (Paul Meurisse) etrafına yaşattığı zalimlikler nedeniyle tam anlamıyla çekilmez bir karakter olduğunu görürüz. Bu zalimlikler, karısı Christina Delassele (Vera Clouzot) dâhil herkese zor zamanlar yaşatır. Okuldaki bir öğretmenle de ilişkisi bulunan bu adamın yaptıkları, karısı ve metresini bu adama karşı duydukları nefret sayesinde ortak bir noktada buluşturur. Yaşadıkları kötülükler için, Micheal Delassalle’den intikam almak isteyen iki kadın, kusursuz bir cinayet planı yaparlar. İşte asıl hikâyemiz bu noktadan sonra başlar. Her şey yolunda gider ve cinayet kusursuzca işlenir. Ama bu dakikadan sonra yaşanan bazı olaylar iki kadını huzursuz etmeye başlar.
Temelinde gerilimin ana kodlarını taşıyan film, seyircisini her sahnesinde etkilemeyi başarır. Filmi cazip kılan ilk etmenlerden biri, yönetmenin yarattığı karakterler ve bu karakterlerin başarılı oyunculuklar ile iyi bir şekilde sunulması. Paul Meurisse’in, zalim ve nefret edilen karakter portresini iyi bir şekilde yansıtması, seyircinin bu iki kadının haklı bir dava yolunda olduğunu düşünmesini sağlar. Daha sonrasında işlenen cinayetle birlikte başlayan serüven ise seyirciyi, ilk dakikalarda sunulan ağır gerilimin zirvesine çıkarır. Simone Signoret’ın canlandırdığı “Nicole Horner” ise, ilerleyişi, mimikleri ve hareketleriyle Femme Fatale’in temel özelliklerini toplayan bir karakter olarak karşımıza çıkar.
Film ilerledikçe gerilim ve korku sinemasında kullanılan, kaybolan bir ceset, gece odada beliren yabancılar, pencerede görünen karartılar gibi klişelerin, sinema tarihinde ilk olarak bu yapımda kullanıldığını görürsünüz. Yine gerilim sinemasının nüvesinde yer alan havuz ve küvette yaratılmış derinlik korkusu gibi temel korku araçları da ilk olarak bu film ile sinema literatürüne kazandırılmıştır. Yönetmenin ortaya çıkardığı bu yapıt, temelde sizi gerçek bir gerilimle baş başa bırakır. Bir anda değil, dağılmış bir şekilde gerilim dozu aşılar. Sizi gelişen olaylar çerçevesinde, yavaşça filmin derin koridorlarında ilerletmeye başlar. Bir anda filmdeki karanlıkla ve korkuyla baş başa kalırsınız.
Aslında filmin diğer bir ilgi çekici özelliği de, korku-gerilim sinemasının en temel özelliklerinden biri olan müziğin bu filmde çok az kullanılması. Bilindiği gibi gerilim filmlerinde, seyirciye gerilimin sunulduğu sahnelerde, ağır ve acı tonlarda müzik kullanımıyla yaşatılmak istenen korku ve gerilime, ruhsal bir görsellik ile birlikte işitsel bir derinlik de kazandırılır. Bu filmin açılışında çalan ağır tempolu klasik müzik esintisiyle ise yaşayacağınız gerilimin ilk dozunun vücudunuza zerk edildiğini hissedersiniz. Ama filmin ortasında başlayan ve yavaş yavaş yükselen gerilim hissiyle harmanlanmış sahnelerde müzik kullanımı yok denecek kadar azdır. Yönetmen, gerilim hissini yaşatacak daha iyi araçlar kullanır: yer yer beliren sesler, karakterlerin yüzünde yansıtılan heyecan, korku ve tabii ki kime ait olduğunu merak ettiren gölgeler ve belirsiz eller…
Son sahnesiyle yönetmen, seyirciye büyük bir oyunun içinde olduğunu sunarken, yine bunu filmin ilerleyişinde yaşattığı gerilim hissinin derinliğiyle aktarır. Yaşadığınız gerilim dolu dakikalar, son sahneyle büyük bir yükselişe geçer. Stilize çekim teknikleri ve yönetmenin oluşturduğu karanlık atmosferin derinliği ile bunu görebilirsiniz.
Filmin, beyazperdeye aktarılmasından önce başından geçen olaylar da biraz enteresan ve komik. Filmin senaryosu, Pierre Boileau ve Thomas Narcejac’ın “Celle qui n’était plus” adlı romanından uyarlanmış. Aslında bu iki Fransız’ın kitabı yazarken temel aldığı kitap ise, Barbey d’Aurevilly’in “Les Diaboliques” adlı kitabı. Yani bir yazardan diğerine geçen kitap, bir şekilde sinemanın gerilim efsanesi olarak karşımıza çıkar. Bir diğer önemli olay ise, aslında bu türün iki ustasının arasında geçen bir olay. Hitchcook’un da sinemaya aktarmak istediği kitabın haklarını, bir saatlik farkla Clouzot’a kaptırması da işin diğer ilginç tarafı. Tabii en tuhaf olanı ise filmin sonuyla ilgili yönetmenin tutumu. Sürprizli bir sona sahip olması nedeniyle yönetmen Clouzot, filmin sonuna bir not konduruyor ve filmi izleyenlere bir ricada bulunuyor. Not şu şekilde:
‘’Şeytan ruhlu olmayın. Arkadaşlarınızın bu filmden çıkaracaklarını mahvetmeyin. Onlara sonda ne gördüğünüzü söylemeyin. Onlar adına size şükranlarımı sunuyorum.’’
Yönetmen bu notuyla o dönem için alışılmadık olan “anti-spoiler” mesajlarının da ilk örneğini gözler önüne serer. Tüm yaşananlar çerçevesinde baktığımızda, film sadece sunduğu korku ve gerilimle sizi içine çekmez, aynı zamanda başından geçen bu ilginç olaylarla da seyirci için ilgi çekici bir hâl alır.
Sinema tarihinin en önemli gerilim-korku başyapıtlarından biri olarak görülen Les Diaboliques; sunduğu karanlık atmosferi, diyaloglarının sadeliği, sessiz ve yavaş ilerleyişi ile seyirciyi kendine hapseder ve en temel korku koridorlarında yürümeyi sağlar. Yönetmenin de bu film ile ilgili dediği gibi; ‘’Seyredin, şaşırın ama ağzınızı sıkı tutun…’’
Seyfi Demirci