İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, Avrupa daha felaketin ve yıkımın yükünü omuzlarından atamamışken, stüdyo dışında, yıkık dökük ve karanlık Viyana sokaklarında çekilen The Third Man (1949), belki de en iyi film noir’lardan biridir. BFI tarafından 20. yüzyılın en iyi İngiliz yapımı filmi seçilmiş olmasına rağmen yönetmeni Carol Reed’in olağanüstü başarısı, Orson Welles’in kötü olduğu kadar sempatik de olan karaborsa lordu Harry Lime performansıyla gölgelenmiştir. Bu övgü kesinlikle hak edilmemiş değildir; Welles filmde on dakika civarı bulunsa da filmin belkemiği — tabiri caizse belkemiklerinden biri— olarak akıllarda yer etmiştir.
Alman dışavurumculuğunu noir’la birleştiren, bol bol “Dutch angle” barındıran film, biçimsel olarak neredeyse mükemmel. Her sahne, her açı, her kare, her gölge ve her ses başarıyla birleşerek ustalıkla yapılmış bir suç gizem filmi ortaya koyuyor. Reed, her yorgun, bitkin Viyana sokağını kendi avantajına kullanıyor ve gece vakti ışıklarla oynama fırsatını elinden kaçırmıyor. Kovboy romanları yazarı Holly Martins, Viyana’da ona iş bulan arkadaşı Harry Lime’la yaşamaya gittiği zaman sonu bitmeyen bir yakalamaca başlıyor. Trenden indiği ve Lime’ın evine gittiği an onun daha yeni bir araba kazasında öldüğünü öğreniyor; fakat peşine düştüğü bu gizem onu karanlığın deliklerine doğru sürüklüyor. Sadece psikolojik bir karanlık da değil bu; usta ve sert ışık kullanımı, sokaklardan yeraltı tünellerine taşıyor seyirciyi Martins’le birlikte. Film adeta zamanın Amerikan seyircisine meydan okuyarak onu haberi olmadığı bir yıkımın içine atıveriyor — Avrupa’nın savaş sonrası gerçekliğinden ve yozlaşmasından uzak, Amerikan ucuz roman yazarını gerçek bir yozlaşmayla yüzleştiriyor.
Dönemin noir zenginliği ve yönetmenleri göz önünde bulundurulursa — Orson Welles ve Alfred Hitchcock gibi— filmin biçim ve teknik alanındaki ustalığı belki de çok şaşırtıcı değil; fakat yine de diğer filmlerden bir şekilde ayrılıyor. Alışılagelmedik bir müzik kullanımı var; genelde savaş sonrası Viyana’daki durumu yansıtmak için kullanılan orkestral vals müzikleri yerine Anton Karas’ın, geleneksel olmayan ama son derece melankolik, zither bestesi var. Hem dalga geçer gibi hem üzücü hem de gizemli, tam olarak The Third Man için yapılmış bir film müziği. Seyircinin ve Martins’in masumiyetten aydınlanmaya giden o yolculuğunda onları neredeyse itekliyor. “Harry Lime’ın Teması” adlı beste şüphesiz ki bu son derece kötü olan adama duyduğumuz sempatiyi teşvik ediyor. Harry Lime’ın sevgilisi, Martins’in de âşık olduğu Anna, hem bir göçmen olarak gerçekliği yüzümüze bir kez daha çarpıyor hem de Lime’a duyduğu sevgi bizim sempatimizi de haklı çıkarıyor— en azından kısa bir süreliğine. Tabii ki bu şefkatin en önemli nedeni Welles’in kendisi; bu rol başka birinde olsa belki de seyircinin nefreti daha kolay ortaya çıkardı. O ikonik, Welles’in Martins’e (ve dolayısıyla da seyirciye) bilmiş, küçük bir tebessüm ettiği kareyle birlikte her ne kadar mükemmel bir yapıma haksızlık gibi duyulsa da Welles filmi neredeyse yönetmenin ellerinden alıyor diyebiliriz. Holly Martins’i oynayan ve seyircinin psikolojisini de başarıyla yansıtan Joseph Cotton’ın performansını da unutmamak lazım.Filmin sonunda yeraltı tünellerinde geçen, yeraltının kralı olan Lime’ın aynı yer tarafından alt edildiği kısım belki de tüm zamanların en iyi sekanslardan birisi. Kedi-fare oyununun artık sonuna gelen Martins ve Lime, silindirik, baş döndürücü tünellerde, kameranın çarpık açıları altında birbirlerini kovalıyorlar. İhanet edilmiş arkadaşlık, Viyana’nın şimdisi ve geçmişiyle çarpışması, her şey bir doruk noktasına geliyor. Bu sekanstaki usta ışık ve ses kullanımı seyirciyi pür dikkat ekrana kilitliyor, karakterler gelip giderken biz sadece ışık ve sesle yolumuzu bulabiliyoruz. Bu erteleme de doğal olarak bir heyecan yaratıyor. Filmin mutlu veya mutsuz olarak tanımlanamayacak sonu ise filmin gizemine daha da ekliyor. Sonu açık uçlu olsa da The Third Man, kendi içinde tam olan bir başyapıt.