“Öyle insanlar vardır ki koskoca dünyamız bile onlar için bir hapishaneden başka bir şey değildir. Çünkü onlar, kâinatın sonsuz boşluğunu görmektedirler, milyonlarca yıldızı ve evreni seyretmektedirler ama bunların kendilerine ebediyen yasaklandığını bildikleri için, idrak ettikleri şey onları düşünülebilecek en büyük köleler hâline getirmektedir: Zamanın ve mekânın köleleri.”
Alamut- WladimirBartol
Tarihe bir göz atalım:
Takvimler 11 Eylül 1973 tarihini gösterdiğinde Şili’nin tüm kaderi, ABD destekli bir askeri darbe ile değişmiştir. Salvador Allende yönetimi, Augusto Pinochet’nin ordunun başına geçmesiyle devrilir. Kısa süre içinde Pinochet, askeri diktatörlüğünü ilan eder ve kendi diktasında Colonia Dignidad (Haysiyet Kolonisi) adında kapalı bir komün kurar. Pek çok yasa dışı ilaç ve silahın deney laboratuvarı hâline gelen komün, üyesi olan insanların beynini yıkayarak onları türlü işkencelerden geçirir. Böylece sınırlarını dahi bizzat çizdiği dünyasında kendi kölelerini yetiştirmeye başlar.
Senaryosunu Torsten Wenzel ile Alman yönetmen Florian Gallenberger’in yazdığı Colonia (2015), tarihin arka odalarında yer edinmiş ve hâlâ tam olarak aydınlatılamamış bu gerçeklere ışık tutmaya çalışan müthiş bir tarihi drama.
Allende yönetimini destekleyen Daniel (Daniel Brühl) ile hosteslik yapan sevgilisi Lena’nın (Emma Watson) Şili’de bir araya geldikleri tarihte ülke çapında darbe ile Pinochet, yönetimi ele geçirir. Allende destekçilerinin yakalanarak tutuklandığı haberini alan Daniel, Lena ile birlikte kaçmak ister; fakat bu esnada askerlerin halka uyguladığı şiddeti fotoğraflamak isterken, ikili, askerler tarafından tutuklanır. Bu tutuklamanın ardından Daniel, Colonia Dignidad’a gönderilirken Lena arkada kalır. Ancak genç kadın, Daniel’i bırakmamaya kararlıdır. Bunun için de ilk olarak Daniel’in arkadaşlarından, onu kurtarmaları için yardım ister. Filmde insanlığa dair ilk darbe, henüz başlarda yer alan bu sahnede gerçekleşir. Çünkü arkadaşları, Daniel’i kurtarmayı reddederler. Onların gözünde üstlendikleri dava, bir kitle meselesidir; kitlenin çıkarları söz konusu olduğunda bireylerin kişisel varlıklarının bir değeri yoktur. İşte filmin kurgusunda yatan gerçekler de tamamen bu anlayış üzerine kuruludur. Bir kişinin diktatörlüğü, “kişilik” kavramını yok etmeye yeter. Ve bu uğurda kaybedilen insanlar, tıpkı yüzyıllar öncesinde Hasan Sabbah’ın Alamut’ta kurduğu fedailer kalesinde intihara ve veya idama sürüklenenlerin “feda” adı altında yüceleştirildiği gibi zamanın karanlığında sessizliğe gömülürler. Bir ikinci darbe, uğradığı bu hayal kırıklığı sonucunda her şeyi tek başına üstlenmeye karar veren Lena’nın, Daniel’in götürüldüğü Colonia Dignidad’ın kapısını kendi elleriyle çalmasıyla gelecektir. Eski Nazi subayı Paul Schafer’ın yönetimindeki komünde yaşanan dehşet verici ve insanlık dışı olaylar, böylece Lena’ya aralanan kapıdan tüm dünyanın gözleri önüne serilir.
Filmin bundan sonraki kısmında Lena ile Daniel’in bir araya gelme ve koloniden kaçma çabaları, usta bir oyunculuk ve izleyiciyi diken üstünde tutan bir tempoyla anlatılır. Ancak beklenen şekilde bu kaçış süreci kolay olmayacaktır. Daniel ve Lena’nın koloni hakkında günbegün keşfettikleri sırlar, olayların yıllar sonra ortaya çıkmasıyla birlikte açılan belgeler gibi sunulur. Bu özelliğiyle film, izleyiciyi her an kendine bağlayan bir kurguyla sarılmış belgesel niteliğindedir: Kolonideki insanlar Pius dedikleri sahte din adamı Schafer’a tüm varlıklarıyla kendilerini adamışlardır. Onun söylediği her kelimeyi harfiyen yerine getirirler ve hiçbir şeyi sorgulamalarına izin verilmez. Kurallara karşı gelenler linç edilir, suçların hiçbir koşulda affı yoktur. “Din” ve “Tanrı” kelamı” adı altında meşrulaştırılan cinsel istismarlar, işkenceler, insanlar üzerinde yapılan kimyasal deneyler, beyin yıkama ve köleleştirme çalışmaları bu süreçte sonuna dek tüyler ürpertici bir çıplaklıkla anlatılır.
Filmi teknik olarak değerlendirecek olursak baştan sona karanlık bir atmosferde gerçekleşen olayların, izleyiciyi de kuşkusuz aynı karamsar hava içine aldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla yaşananlarla empati kurmak kolaylaşıyor. Kahramanlarımız dar, loş tünellerden geçerken izleyici olarak nefesimiz daralıyor, her an onlarla aynı bunalımı ve gerilimi yaşıyoruz. Bu anlamda tarihi nesnellik ile drama dengesi oldukça yeteri miktarda ve yerinde sağlanmış. Film boyunca gerilimi ayakta tutan ve sonu bir türlü gelmeyen terslikler, Colonia Dignidad’da yaşanan olayların dehşetini böylece izleyicinin de bir nebze deneyimlemesini sağlıyor.
Filmin yaşattığı bu deneyimin ardından galiba en üzücü şey, tüm bunların gerçek olaylara ayna tutuyor olması. Döneme ait belgeleri karıştıracak olursanız tüm bu insanlık dışı suçlara neden olan Pinochet’nin yalnızca ev hapsine, Schafer’ınsa otuz üç yıl hapse mahkûm edildiğini göreceksiniz. Üstelik filmin sonunda verilen tarihi bilgi ve açıklamalarda “Tüm bu yaşanan skandallara rağmen Şili’de durum hâlâ değişmedi” ifadesinin yer alması, insanlığın merdiven altına attığı daha nice karanlık suç bulunması gerçeğiyle bizi bir kez daha acı bir şekilde yüzleştiriyor.
Oldukça çarpıcı iddiaları su yüzüne çıkaran Colonia, duyarsızlığın, suskunluğun, kabullenişin vebali olarak hepimizin bedelini ödemesi gereken bir insanlık gerçeği. Belki kanserden değil, ama Pinochet darbesiyle zehirlenerek öldürüldüğü düşünülen Neruda’ya kulak vermek gerekir:
“Hayatta hiçbir zaman bir başkasına tüm benliğinle güvenme. Çünkü hiç kimse sana tüm benliğiyle görünmez.”