“Ülkedeki en iyi menajer olduğumu söyleyemem ama kesinlikle ilk birdeyim.”
Malumunuz, ana akım sinemanın üzerindeki Amerikan hegemonyasından ötürü spor filmleri genel itibariyle beyzbol, Amerikan futbolu, basketbol yahut boks üzerinden kendine bir alan yaratmaktadır. Zira Amerikalılar için futbol “soccer”dır ve her daim ikinci veya üçüncü plandadır. Hâl böyle iken ülkemizde ve Avrupa’da ziyadesiyle gündemde olmasına karşın futbol üzerine yeterli nicelik ve nitelikte filme rastlanamamaktadır. Ancak bu yoklukta, bataklıkta açan çiçek misali karşımıza çıkan The Damned United (2009) sinema ve futbolu ortak tutkuyla sevenler için bulunmaz kıymette olan bir eser.
Başrollerini Michael Sheen, Timothy Spall, Colm Meaney ile Jim Broadbent’in, yönetmenliğini Tom Hooper’ın üstlendiği, Davip Peace’in aynı adlı romanından uyarlanan İngiltere yapımı film, gelmiş geçmiş en sansasyonel, fantastik ve başarılı teknik adamlar arasında gösterilen Brian Clough’un kariyerinin öyle pek de şaşalı olmayan zamanlarına yoğunlaşıyor.
Film, İngiltere Milli Takımı’nın aldığı başarısız sonuçların akabinde boşalan teknik direktörlük koltuğuna Leeds United ile başarıdan başarıya koşmuş, ülkenin en gözde menajerlerinden Don Revie’nin getirilmesiyle başlıyor. Leeds’in boşalan teknik direktörlük pozisyonu için Brian Clough’a teklif gitmesi ve Clough’un da teklifi kabul etmesiyle kırk dört günlük başarısız maceranın anlatısına başlanıyor. Clough’un, görevine başlamadan önce ilk olarak bir TV programına katılarak hem Leeds’li oyuncular hakkında hem de eski menajer Revie hakkında verip veriştirmesi, söz konusu kırk dört günün ne derece sancılı geçeceğinin habercisi oluyor. Filmde bir taraftan Clough’un, efsane yardımcısı Peter Taylor’la birlikte ikinci ligin dibine demir atmış Derby County’i önce bir üst lige, ardından Premier Lig’in zirvesine taşıdığı günlere yer verilirken diğer taraftan da başarısız Leeds günlerinden kesitler sunuluyor. Dolayısıyla bir tarafta yanında yardımcısı Peter Taylor’la bir başarı öyküsüne imza atan Clough varken öteki tarafta ülkenin en gözde takımının istenmeyen hocası Clough’un yer alması ve bu karşıtlığın yarattığı dinamizm, filme ayrı bir ivme kazandırıyor.
Film, esasında hikâyesini belli başlı birkaç tema ve çatışma üzerinden kuruyor. Clough-Taylor dostluğu/uyumu, Clough-Revie çatışması, yine Clough’un Derby yönetimi ve Leeds oyuncuları ile yaşadığı anlaşmazlıklar, öykünün temel motivasyonları olarak karşımıza çıkıyor. Clough’un, Derby’nin başındayken ilk Leeds maçı öncesi yaşadığı heyecan ve devamında gelen, özellikle Don Revie’ye dair düş kırıklığı tüm hikâyenin ve çatışmaların çıkış noktasını oluşturuyor gibi görünüyor. Ancak bunun dramatik bir kırılma noktası yaratmak amacıyla kalın bir çizgiyle çizildiği de anlaşılmakta. Bunun yanı sıra Clough’un rekabetçi, hırslı, kibirli hatta bir ölçüde takıntılı ruh hâlini yansıtmakta biyografi filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu Michael Sheen’in, işinin altından gayet başarıyla kalktığı yorumunu yapmak mümkün. Yine Boardwalk Empire (2010), Snatch (2000), This is England (2006) gibi yapımlardan aşina olduğumuz Stephen Graham ise The Damned United’da Emre Belözoğlu’nun 70’ler İngiltere’sinde yaşayan versiyonu Leeds kaptanı ile agresif, hırçın ve lider özellikli Billy Bremner rolünde, filmin öne çıkan performanslarından bir diğerini sergiliyor.
Pek tabii tüm biyografi ve gerçek olaylardan esinlenerek kurulan filmlerde olduğu gibi burada da birtakım olayların gerçeklerden farklı bir biçimde ele alındığı ya da bazı olaylara yer verilmediği görülüyor. Ama bu tarz “gerçek” öykülü filmlerin nazar boncuğu sayabileceğimiz bu durumu, The Damned United için de göz ardı edebilmemiz mümkün görünüyor. Zira birkaç ufak ekleme, çıkarma filmin bütünlüğüne önemli bir darbe vurmadığı müddetçe bazı zamanlar değerli hususlar da yaratabiliyor.
Yönetmen Tom Hooper daha sonra çekeceği The King’s Speech (2010), Les Miserables (2012), The Danish Girl (2015) gibi filmlerle Akademi’de ve dünya sinemasında esaslı bir iz bırakmadan önce The Damned United ile ayak seslerini bir hayli hissettirmiş görünüyor. Gerek akıcı ve ilgi çekici bir atmosfer yaratılması, gerekse de oyuncuların etkileyici ve gerçeğe yakın performanslarının filme katkısı düşünüldüğünde Hooper’ın The Damned United’da başarılı bir yönetmenlik sınavı verdiği çıkarımını yapmak mümkün oluyor.
The Damned United, adım adım başarıya tırmanış filmlerini sevenlerden ziyade başarısızlık öykülerini de izlemekten keyif alan azınlıktaki izleyicilere göz kırpıyor. Daha doğrusu Clough’un en parlak döneminin hemen arifesinde filmin bitiyor olması, bana kalırsa yapımın çekiciliğini artıran bir diğer unsur. Çünkü normalde Brian Clough üzerine bir film yapılması fikri ortaya atıldığında, hemen herkesin aklına Nottingham Forrest efsanesini yarattığı günlere odaklanılması gerektiği gelecekken, burada bu durumun aksine kırk dört gün süren başarısız Leeds United döneminin işlenmesi, filmin özgünlüğünü ziyadesiyle perçinliyor. Son kertede kendini futbolsever olarak tanımlayıp da Brian Clough’u tanımayanların, bu ayıplarından sıyrılabilmeleri adına The Damned United eşsiz bir seçenek olarak görünmekte. Yine futboldan hiç hoşlanmayanların dahi büyük bir keyifle izleyebileceği sıkı bir yapım olduğu gerçeğini de eklemek gerekiyor.