Bu ay sizleri iki korkunç dünya savaşı arasında Almanya’da ortaya çıkan bir sinema akımından seçkin örneklerle buluşturuyoruz. Dışavurumculuk akımı resim, heykel ve sanatın diğer tüm dallarında kendini gösterdikten sonra Almanya’da bir sinema akımı olarak resmen vücut bulur. Akım etkilerini hem içerikte, hem de biçimde göstererek dünya sinema literatürüne girer. Dışavurumculuk, içsel olanın dışsal olana yansıtılması olarak tanımlanabilir özetle. Yani tasvir edilen şey, gerçeğe uygun olmakla birlikte tasvir edenin iç dünyasına ait bir hissiyatı da taşır üzerinde. Dışavurumcu Alman sineması da dekorun, makyajın, kostümün ve tüm teknik detayların en kusursuz halini UFA Stüdyoları’nda hayata geçirerek içsel yolculukları görsele taşımıştır. 1939 senesinde akımın sona ermesine rağmen etkileri tüm sinema tarihi boyunca sürmüştür. Biz bu akımın neferlerini ve ayrıca dışavurumcu etki gösteren birkaç filmi de listemize dahil ettik. Keyifle okumanız dileğiyle.
*Filmler alfabetik sıraya göre dizilmiştir.
Das Testament Des Dr. Mabuse (Fritz Lang, 1933)
Avusturyalı Fritz Lang, Alman dışavurumcu sinemanın yükseldiği yılların önemli yönetmenlerinden biri olmuştur. Türkçe’ye Dr. Mabuse’nin Vasiyeti olarak çevrilen filmde, gangster çetelerini yöneten ve bir süredir akıl hastanesinde yaşayan hipnozcu olarak da bilinen Dr. Mabuse’nin hikayesi anlatılır.
Üst üste bindirilen görüntülerle akıl hastanesindekilerin gerçekle sanrı arasında kalan dünyaları, filmde başarıyla yansıtılır. Akıl hastanesinin doktoru Dr. Baum, gün boyu çılgınlar gibi planlarını kağıtlara yazan Mabuse’nin durumunu yakından incelemeye koyulur. Notlarına bakarken Mabuse’nin ruhuyla konuşmaya başlar ki Mabuse’nin görünümü ve ürkütücü fısıltısıya doktorla konuşması filmdeki şaşırtıcı sahnelerden birisidir. Bu sırada çetenin foyasını ortaya çıkarmaya çalışanlar ya delirir ya da öldürülür.
Kara filmin ilklerinden olma özelliği taşıyan ve yeraltının “uzaktan yönetimi” üzerine güzel bir örnek teşkil eden Das Testament Des Dr. Mabuse (1933), Almanya’da uzun süre yasaklanmıştır. Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels, filmin gösterimini “halkı devlete karşı kışkırtma ihtimali” yüzünden engellemiştir. (Nil Yüce)
Das Wachsfigurenkabinett (Paul Leni, 1924)
Gişeyi hedefleyen dönemin izleyicileri için hayli eğlendirici bir seyirlik olan Paul Leni’nin Das Wachsfigurenkabinett’i bir mumya müzesinde teşhir edilen önemli kişilerin hikayelerini yazmak üzere işe alınan genç bir yazarın yazdığı hikayeleri anlatır. Epizodik bir dille arka arkaya üç hikaye anlatan film seyirciyi üç farklı zamana götürür.
İlk hikaye, dönemin tanıdık yüzlerinden Emil Jannings’in canlandırdığı Halife Harun El-Reşid’in hikayesidir. Binbir Gece Masalları’nın dünyasına giren Paul Leni, mistik doğuyu dışavurumcu bir dille stilize eder. Ardından Korkunç İvan’ın hikayesiyle Çarlık Rusya’sına geçer. Sonra da Karındeşen Jack’le sisli Londra sokaklarına götürür seyirciyi.
İlk bakışta pek de parlak bir film değilmiş gibi görülebilir Das Wachsfigurenkabinett. Ancak dışavurumcu Alman sinemasının çokça kullandığı mumyalama olayını korku sinemasına armağan ilk filmlerden birisidir. Ayrıca dışavurumculuğun objelerin görünümlerini orantısızlaştıran, eğip büken estetiği için de kilit rol oynayan mumyalama, filmde önemli bir yere sahip. Zira anlatılan üç hikaye de Almanya kültürüne hayli uzak olsa da bunu kaleme alan yazar bir mumya müzesindedir ve bu nokta da söz konusu deforme edici anlatıyı mantıklı kılmaktadır.
Zaman içinde kültleşen Das Wachsfigurenkabinett, sessiz sinemayı ve Paul Leni’nin mizahi dilini sevenlere şiddetle tavsiye edilir. (Emrah Öztürk)
Der Golem wie er in die Welt kam (1920, Paul Wegener, Carl Boese)
1918 başlarında yayınlanan Mary Shelley klasiği Frankenstein, dışavurumcu Alman sinemasını özellikle karakter yaratımı bakımından önemli ölçüde etkilemiştir. Bu eserden izler taşıyan ekspresyonist filmlerin başında gelir Der Golem wie er in die Welt kam de. Filmin bir diğer esin kaynağı ise dini Yahudi efsaneleridir. Tıpkı insanoğlu gibi balçık ve çamurdan oluşan bir yaratıktan yola çıkan filmde Golem isimli bu canlının zekadan ve ruhtan mahrum oluşu filmin trajik sonunun hazırlayıcısı olur.
Aslında bir üçleme olan serinin ilk filmi Der Golem, 1915 yılında Paul Wegener ve Henrik Galee ortaklığında çekilmiştir. 1917’de çekilen Der Golem und die Tänzerin isimli ikinci film hala kayıp iken üçlemenin sonuncu ve en bilinen parçası olan Der Golem wie er in die Welt kam ekspresyonist özelliklerini son derece kuvvetli bir biçimde sergilemesi bakımından bu akımın sinemadaki en temel göstergelerinden biri olarak kabul edilir. (Soner Yıldırım)
Der Letze Mann (The Last Laugh, F.W. Murnau, 1924)
Her şey tek bir paltoymuş. Fiyakalı düğmeleriyle, vatkalı omuzlarıyla, kalın ve pahalı kumaştan yapılan bir palto. Bir insanın tüm prestijini, tüm erkekliğini ve gençliğini elinde tutabilen sıradışı bir tanrıymış palto. O varsa cümle itibar, sevgi ve ilgi de var, o yoksa yerin altında bir tuvalet bekçiliğinden ötesi yok.
Alman sinemasının erken dönem ustalarından Friedrich Wilhelm Plumpe, yani nam-ı diğer Murnau’nun ellerinden çıkma bir toplum taşlaması Der Letze Mann. Havalı bir işi olan ancak artık yaşlanmanın yolunu tutmuş olan karakter – filmde adı olmamakla birlikte sadece Otel Görevlisi diye tanıtılır – , işini kaybedince müthiş bir toplumsal kabusun içine düşer. Komşuları, tanıdıkları ve iş çevresi nezdinde o lüks otelin kapısındaki ‘havalı’ paltosu ve ‘karizmatik’ bir işi varken apayrı, müreffeh bir insandır. Lâkin ne zaman ki işini kaybeder, ne zaman ki üzerinden paltosunu alırlar, işte o zaman bir tuvalet çalışanı olarak kimsenin gözünde zerre değeri olmayan birisine dönüşür.
Marxist bakışla yapılandırılan film, dönemine göre şaşırtıcı bir nesnellik ve Alman edebiyatı geleneğinden gelen dengeli bir romantik bakış içerir. ‘Yaşlanmak’ ve ‘yoksul insanlar arasındaki eknomik savaş’, ‘statü mücadeleleri’ ekseninde hayli ilgiye değer bir anlatıya sahip. Romantik ve realist çizgilere sahip olsa da Der Letze Mann, dönemine bağlı kalarak elindeki yapıyı dışavurumcu bir estetiğe bürür. Yine insan algısının deforme ettiği karanlık bir dünyanın resmi çizilir. Fakat diğer dışavurumcu filmlere nazaran konuyu sokaklara taşıyarak, kamerayı dekorlarla çevrili stüdyolardan çıkartıp gün ışığına getirerek söz konusu akıma farklı bir ivme ve derinlik de kazandırır.
Dönemin meşhur isimlerinden olan Emil Jannings’in başrolünde yer aldığı Der Letze Mann, pek bilinmeyen gerçek bir hazine. (Emrah Öztürk)
Der Student von Prague (Stellen Rye – Paul Wegener, 1913)
I. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde karakteristik özelliklerini oturtan Dışavurumcu Alman Sineması’nın gelişini öncülleyen Der Student von Prague, akımın en bilinen biçimsel özelliklerini tam olarak ihtiva etmese de içerik bakımından akımın en temel filmleriyle önemli benzerlikler gösterir.
Fakir bir genç adam olan Balduin’i merkeze alan film, aldığı sıradışı bir teklifin ardından bambaşka bir hayat standardı yakalayan adamın trajik hikayesini anlatır. Balduin’in Kontes Margit’e olan aşkını farkeden Scapinelli isimli ihtiyar bir adam, görünüşte Balduin için oldukça yararlı olacak bir anlaşma önerir: İmzalayacakları sözleşme sonucu Balduin’e bağışlayacağı altınlar karşısında genç adamın yaşadığı odadan istediği şeyi alma hakkı elde edecektir. Balduin, yoksul odasından alınabilecek değerli birşey olmadığını düşündüğünden, altınların göz kamaştırıcılığına kapılır. Sözleşme imzalanır, Scapinelli alıp götürmek için genç adamın aynadaki yansımasını seçer. Görüntüsünü kaybeden, bunun karşılığında zengin olup Kontes’in ilgisini çekebilen Balduin, görüntüsünün bir hayalet gibi olur olmaz karşısına çıkmasıyla sarsılır, genç adamın yaşamı altüst olur.
Balduin’in zengin olmak için kaybettiği şeyler üzerinden ekonomik ve sınıfsal düzenin eleştirisini yapan Der Student von Prague, akımın da oldukça ilgisini çekecek kişilik bölünmesi temasını anlatısının merkezine yerleştirmiş, erken dönem sinemasının en önemli örneklerinden biri olmuştur. (Simon Sağlamoğlu)
Edward Scissorhands (1990, Tim Burton)
Bu dosyaya konu olan filmlerin arasında oldukça güncel ve farklı görünüyor Edward Scissorhands ancak bilen bilir, Tim Burton sinemasının derinliklerde etkisini en çok hissedeceğiniz akımdır ekspresyonizm. Mekan, kostüm kullanımı ve gotik stili Burton’ın bu akımla kurduğu görsel ilişkinin en belirgin imlerini oluştururken sessiz dönemin canavar filmlerine duyduğu aşk da sık sık karakterlerine yansır. Tüm bu anlayışın özeti niteliğindeki Edward Scissorhands uzun yıllardır devam eden Tim Burton – Johnny Depp işbirliğinin ilk ve -şahsıma göre- en değerli meyvesidir.
Yönetmen bu filminde, onu tamamlamak üzereyken hayata veda eden yaratıcısının ardından makas elleriyle kalakalan Frankenstein güzellemesi Edward’ı anlatır. Edward şatosuna gelen bir satıcının ardından banliyöde yaşamaya başlayınca Burton ilham kanallarını Amerikan banliyösünde geçen kendi çocukluğuna bağlar. Yüzeysel ilişkilere ve sömürüye dayalı dünyada kendisine yer olmadığını üzücü deneyimler sonucunda idrak eden Edward, artık acıyla ve aşkla dolu olan kalbiyle virane şatosunun yolunu tutar. Sonra karlar yağar… Sihir gibidir. (Soner Yıldırım)
Homunculus, 1. Teil (Otto Rippert, 1916)
Birinci Dünya Savaşı döneminde geçen Homunculus’ta ruhunun olmadığını ve sevmek duygusuna erişemediğini keşfeden Homunculus’un intikam almak için insanlığın üstüne gazap getirmesi anlatılır.
Toplam altı bölümden oluşan Homunculus serisi fantastik sinemanın da ilk ciddi örneklerinden birisi. Altı bölüm içinde oldukça detaylı bir intikam hikayesini anlatan filmin ilk bölümünde bir labaruarda hayat bulan fakat sevemeyen, sevgiyi bilmeyen ve bir ruha sahip olmayan kişinin yaşadığı travma işlenir. Toplumsal yabancılaşma ve yabancılaşmanın getirdiği ruhsuzluk durumunun dile getirilişi olarak özetlenebilir hikaye.
Şu an George Eastman House’da filmin yegane kopyasının bulundurulduğunu parantez açarak belirtelim.
Kameranın diyafram ve mercek ayarlarını değiştirmeden, aksine bizzat ışığı ve dekorları değiştirerek edinilen etkiler bugün bile denenmemiş öncü tekniklerden. Savaşın getirdiği yıkım, sevgi yoksunluğu ve ruhsuzluk gibi kavramlarla savaşa dair ciddi eleştiriler içeren epik film Homunculus, fırsat bulunduğu takdirde mutlaka izlenmesi gereken bir başyapıt. (Emrah Öztürk)
M (Fritz Lang, 1931)
Başrolünü Peter Lorre’un başarılı performansıyla canlandırdığı gizemli bir suç filmi olan M, Fritz Lang’ın ilk sesli filmi. Berlin’de teker teker ölen çocuklar polis teşkilatını tedirgin etmektedir. Bu vahşete duyulan toplumsal çaresizlik karşısında diğer suçlular el birliğine varıp çocuk katilini bulmaya girişir.
Lang’ın “En iyi filmim” diye nitelendirdiği M, paranoyak ve kasvetli bir şehir tablosuyla özgün bir atmosfere sahiptir. Film, dışavurumculuğun dekorlarına veya abartılı kostüm ve makyajına sahip olmasa da söz konusu akımın etkilerini belirgin bir şekilde taşır. Hatta ilerki yıllarda filizlenecek olan bir başka akıma, Film Noir’e ilham kaynaklığında bulunur. Suç filmlerinin karanlık öykü ve anlatım biçimine, içsel olan bakışın görsele taşınmasına da fikir babalığı yapar.
Senrayosunu Fritz Lang ve eşi Thea von Harbou’nun yazdığı film, işaret ettiği ve eleştirip sorguladğı ‘toplumsa vicdan’ kavramıyla takdiri ve defalarca izlenmeyi hak ediyor. (Emrah Öztürk)
Ministery of Fear (Fritz Lang, 1944)
İkinci Dünya Savaşı sırasında bir akıl hastanesinden taburcu edilen Stephen Neale’in yolu kötü bir rastlantı sonucu bir Nazi casusuyla kesişir. Stephen’in onu durdumaktan başka çaresi yoktur.
Akıl hastanesi ve savaş iki kilit kavramdan bile Ministery of Fear’ın dışavurumcu etkilerinde bir film olduğunu anlamak mümkün. Bununla birlikte baş karakterin mental sorunları algılarını etkilemekte ve seyirciyi de içine katan bir paranoyak atmosfer oluşmaktadır. Usta yönetmen Fritz Lang’ın şık ışık oyunları ve stilize anlatımıyla kotarılmış film, sadece bireysel bir paranoyayı değil, siyasi tabanlı bir makro paranoyayı da anlatmaktadır.
İyiden iyiye kendini belli eden Film Noir akımı bu filmde de vücuda gelir. Ancak dışavurumculuğun algı bozucu, paradoksal dili ve ışıklarla gölgelerden oluşan görsel yapısı Ministery of Fear’da yoğun bir şekilde hissedilir. 1939 senesinde dışavurumcu sinema akımının sona ermesine rağmen etkilerinin devam ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda Lang’ın filmi bu etkileri net bir şekilde gözler önüne serdiğini söyleyebiliriz. (Emrah Öztürk)
Nosferatu, eine Symphonie des Grauens (F.W. Murnau, 1922)
F.W. Murnau’nun çektiği ve yine korku sinemasının başyapıtlarından kabul edilen Nosferatu, Bram Stoker’in Dracula’sının özgün bir uyarlaması. Emlakçı Thomas Hutter’in ziyaretine gittiği Kont Orlok (ki ismi de Dracula’yı çağrıştırmaktadır) bazı “tuhaflıkları” yüzünden çevre halkının da korktuğu bir adamdır. Ve şatosunun bulunduğu yerde geceyarısı “hayaletler”in kol gezdiği iddia edilir. Öyle ki Thomas’ı götüren arabacı, şatoya yaklaşırken köprüyü geçmek istemez ve onu orada bırakır.
Film, tıpkı romanındaki gibi dram içerse de hikaye boyunca gerilim hep ön plandadır. Nosferatu’nun en çarpıcı yanı, korku öğesi olarak gölgerleri bolca kullanması ve Kont Orlok’un bazı sahnelerde yalnızca gölge olarak görünmesidir. (Nil Yüce)
Schatten – Eine nächtliche Halluzination (1923, Arthur Robison)
İngilizce ismiyle Warning Shadows, güzel karısının gölgesini öpmeye çalışan akşam yemeği misafirlerine öfkelen kıskanç bir baronun yarattığı gerilimi gözler önüne serer. Psikolojik bir korku filmi olarak yorumlamanın mümkün olduğu bu sessiz başyapıt, Alman dışavurumculuğunun korku sinemasına ve film-noir’e sağladığı estetik anlayışa dair önemli ipuçları barındırır.
Mizansenin ve sembolizmin başrolü oynadığı film, akımın yapıtaşlarını oluşturan Fritz Lang ve F.W. Murnau filmlerinin dengi olamasa da Warning Shadows’un arkasındaki isimlerden birinin, sonraki yıllarda az önce adını andığımız iki usta yönetmenle muhteşem işlere imza atan sinematograf Fritz Arno Wagner olması filme müthiş bir benlik kazandırır. Özellikle sarı ve mor renklerinin kullanımıyla dikkat çeken yapım akımın belirgin özelliklerini tumturaklı bir şekilde gözler önüne sermesi yönüyle ayrışır ve değerlenir. (Soner Yıldırım)
The Good German (Steven Soderbergh, 2006)
Joseph Kanon’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Potsdam görüşmeleri için Berlin’e gelen savaş muhabiri Jake Geismar’ın yaşadıkları etrafında şekilleniyor. Bir zamanlar birlikte çalıştığı ve sevdiği kadın Lena’yla yeniden karşılaşmak Jake için şaşırtıcı olacaktır. Ama izleyeceğimiz sıradan bir romantik öyküden fazlasıdır. Yıkıntılar içerisindeki Berlin’de yaşananlar Jake’in düşündüğünden çok daha karmaşıktır.
Hikaye, afişinden çekimlerine kadar, Casablanca’nın daha sert ve entrikalarla dolu bir varyasyonu gibidir. Sodebergh, siyah-beyaz çektiği filmde teknik olarak da dönemin film anlayışını yansıtmak için geniş açılı ve uzun odaklı mercekler kullanmıştır. Alan derinliğini kara filmin karakteristiğinin yanında Rus arşivinden kullanılan tarihi görüntüler de gergin atmosferi başarıyla aktarır. (Nil Yüce)
Ministry of fear Andz Lubich (Ernst Lubitsch) in filmi değil, Fritz Lang’in.
Balance adlı kısa film hangi sinema akımından etkilenilerek yapılmıştır bilen var mı acaba