Sahip olduğumuz kelimelerin geçerli olmadığı bir mekâna doğru ilerliyoruz. İnsanın, karmaşık iletişim sistemleri kurmak ve yaşadığı çevreyi kontrol altına almak için oluşturduğu “yapay soyutluk”, artık burada hükümsüz kalıyor. Güçler dengesi, en temelde yer alan hayatta kalma içgüdülerinin terazisinde kuruluyor; dolayısıyla politik üstünlükler, ekonomik ayrıcalıklar, sosyal statüler, bu dünyanın dimağına yabancı kavramlar. Üstelik çok uzakta da değil, burası hepimizin aynı kökü paylaştığı toprak: doğa.
Doğa çıplaktır, temeldir ve basittir. Burada her şeyin ilk ve ortak amacı, fiziksel varoluşunu sürdürebilmektir. Ancak insan tarafından doğaya yapay olarak kurulmuş politik oluşumlar, salt paylaşma ve güncel ile yetinme ilkelerine dayanan doğal yaşama biçimine “biriktirme”, “daha çoğunu ekleme”, “kendine saklama” gibi kavramları getirmiştir. Bu andan itibaren doğanın ürünü, doğal dengenin kefelerinde birikmeye başladıkça terazinin dengesi bazı tarafların lehine hareket ederken karşısındaki kefelerin çöküşüne neden olur. Bir noktada bindiği dalı kesmektedir insan, fakat bunun farkında değildir; çünkü o sırada yalnızca el değmemiş topraklara ilk ayak izini bırakma yarışında değil, aynı zamanda sınıflara ayırdığı kendi türünün yaşama hakkı üzerinde de hükmünü ilan etmenin peşindedir.
Sayısız sanat ürünüyle bir ayna tutulmaya çalışılan bu insanlık trajedisi, Kelly Asbury ve Lorna Cook’un kamerasından, fakat bu kez insanların dili olmaksızın, salt doğanın kalbine inerek ve ruhla hissederek kurgulanmış 2002 yapımlı Spirit: Stallation of the Cimarron ile karşımıza çıkıyor. Sanatın “yansıtma” ile vurgulamak istedikleri, bu filmde “yansıtılmayan” ile dile geliyor. Afişinden kurgusuna ve adına kadar görünüşte bir yabanî at topluluğunun hikâyesini izliyor olsak da filmi antropomorfik bir okuma ve ekolojik bir eleştiriyle ele almak, perdenin arkasında oynayan trajediyi de ortaya çıkarıyor.
Doğanın özünde doğum yer alır; doğurganlık, tüm yaşamın kaynağıdır. Spirit de doğumla başlayan açılış sekansıyla hikâyesinin köklerini doğadan alacağını gösterir. Film her ne kadar, hitap ettiği kitleyi göz önünde bulundurarak kurgunun ilerleyişini bir anlatıcı eşliğinde sürdürse de görüntü, izleyicinin hikâyeyi kendi başına inşa edebilmesi için yeterli unsurlara sahip. Yine de Spirit’in sesinden dinlediğimiz hikâyede yaban atı sürüsünün dengelerini, yaşam biçimini, doğa ile iletişimini ve etkileşimini görürüz. Spirit henüz küçük bir tayken zamanla serpilir, sürüye dâhil olur; güçlü bir aygır olarak sürüsünün liderliğini üstlenerek devamlılığı ve güveni sağlar. Yaban atları mutludur; uçsuz bucaksız doğada huzurlu bir yaşam kurmuşlardır. Ancak kurulan her dengenin kaderinde olduğu gibi doğal düzen içinde süregiden akışın önüne bir gün “ama” ânı gelir.
Ama Spirit “insan”ın çevrelediği toprağa ayak basar bir gece.
Ama insan teni dokunur el değmemiş tüylerine; sıkıca yapışır ona da el koymak istercesine.
Ama Spirit ilk defa esaret kavramıyla tanışır ve özgürlüğün, tutsaklıktan ayrılan bir kavram olarak kullanıldığı, böyle bir ayrıma gerek duyulduğu insan dili ile karşılaşır.
Gövdeleri arasında uçarcasına koştuğu ağaç gövdeleri, artık etrafını çeviren birer ahşap çite dönüşmüştür. Ve şimdi aynı şekilde yontulmak üzere insan eline bırakılan “ham madde” kendisidir. İşlenecek, kızgın demirden damgalarla işaretlenecek, belli kalıplara sokularak bir ürün hâline gelecektir. Buna boyun eğmediği takdirde de temel yaşama hakkını karşılamak için ihtiyaç duyduğu gıdadan, sudan mahrum bırakılacaktır. Maalesef, insanın doğaya “merhaba”sı bu şekilde olmuştur. Doğa gibi olmaya çalışarak kendi köklerine ve kökenine uygun hareket etmektense doğayı, yine doğal olana karşı sivriltip bilemiş, bir mızrak gibi kendisine doğrultmuştur. Ne var ki bu vurgu, filmde sarışın, mavi gözlü beyaz adamın elinden gerçekleşir ve beyaz adama bu konuda özellikle apaçık vurgu yapılmıştır. Atların üzerinde “US” damgası görülür; beyaz adam, her yere damgasını taşıdığı bu uygarlığın temsilcisi olarak mavi üniformalar içindedir. Muhtemelen XIX. yüzyılın sonlarında kurulan hikâye, dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda kolonileşmenin zirve noktasına doğru hızla yükseldiği ve dolayısıyla kapitalizm anlayışının, politik bir ilke olarak yer almaya başladığı bir zamanı anlatır. Çatışmayı yaşayan karakterlerin yansıtılma biçiminde elbette bu durumun da etkisi vardır. Fakat diğer yandan doğaya dokunup dengeyi bozan elin beyaz olması, bununla birlikte aynı elin, kendi türünden koyu tenli/Kızılderili olana da silah doğrultabilmesi, “insan” kavramına yeni bir tanımla yaklaşıldığını da gösterir. Spirit, beyaz adamın onu ehlileştirme sürecine boyun eğmek istemeyince boş bir arazinin ortasında aç ve susuz, direğe bağlanmıştır. Bir süre sonra yanına “bir başkasını” getirirler. Onun da tıpkı diğer insanlar gibi iki eli, üzerinde yürüdüğü iki ayağı, ince parmakları, kemikli yüzü vardır; ancak beyaz adamdan farklı olarak yeni getirilen bu yabancının teni koyu, üstü çıplak, saçları uzundur. Yakalanıp çiftliğe getirildiğinde ilk olarak işaretlenmek istenen, toynaklarına nal takılmaya çalışılan ve yelesi kesilen Spirit’in yaşadığı bu sürece bakıldığında koyu tenli yabancının da ehlileştirilmemiş bir yabanî sıfatıyla değerlendirildiğini söylemek mümkündür. Yani fiziksel olarak hayvani özellikleri ağır basan bir karakterle yansıtılmış bu insan, beyaz adamın yeniden kurguladığı uygarlık ölçülerinin dışında resmedilen, dolayısıyla da belli noktalarda “insan” kategorisinde yer almayan biridir. Üstelik beyaz adamın dilini konuşmaz, gecenin çağrısına kuşların çıkardığı sesle karşılık verir, kurtlar gibi ulur. Dolayısıyla beyaz adamın dikte ettiği insan tanımının oldukça dışında, yabana aittir Kızılderili.
İnsan ile “insan olmayan” arasındaki farkı çizerek ele aldığı kavramları en başta tanımlayan film, bu özelliğiyle aslında Aristotelesçi bir yöntemle, kolonileşen dünyayı adım adım inşa eder. Hikâyenin devamında Spirit, Lakota kabilesine ait, Little Creek (Küçük Dere) isimli bu Kızılderili gençle beyaz adamın çiftliğinden kaçmayı başarırlar. Fakat Spirit tam özgürlüğü yeniden duyumsadığı sırada bu kez Kızılderililerin halatlarını bulur boynunda, üstelik bu kez sayıları daha fazladır. Kızılderililer, beyaz adamın dünyasında insan muamelesi görmezken, dahası, insan tanımlamasına uygun olarak da kabul edilmezken beyaz adam gibi doğayı kontrol altına alma çabası içinde olmaları, insandaki hükmetme isteğinin en temel hayvanî dürtülerle aynı düzlemde yer aldığına işaret eder. Demek ki ister beyaz adamın dilinde yeniden açıklansın, ister evrensel bir kavram olarak ele alınsın, “insan”ın tanımında doğaya üstün gelme çabası, insanı insan yapan fiziksel özelliklerden daha temelde yer alan bir dürtüdür. Çünkü insanın fiziksel tanımı beyaz adamın anlayışında farklı, Kızılderili dilinde farklı iken yabancı olana hükmetme isteği, her iki tanımda da ortaktır. Dolayısıyla toprağı (doğayı) kolonileştirmeye çalışması, insanın özünden gelen bir yönelimdir.
Bu noktada Spirit’in adına dikkat çekmekte de fayda var; ruh anlamına gelen “spirit”in ilk esareti bir canlının bedenine hapsolmasıyla başlar. Ruhun bu bedende fiziksel olarak yapabileceklerinin sınırı, bedenin genişliği, hacmi, esnekliği, potansiyeli ile belirlenmiştir. Peki, bütünsel olarak düşünüldüğünde bir vücudu esas olarak kontrol eden, yöneten ve yönlendiren hangi güçtür? Beden mi yoksa ruh mu? Kurguyu bir de bu iki gücün mücadelesi bakımından tekrar ele alırsak Spirit’in, insanla her karşılaşmasında boynuna halat geçirilmesi, tutsak edilmesi, temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılması, özgürlüğüne el konması, bedenin ruh üzerindeki etkisinin ne kadar kuvvetli bir sese sahip olduğunu gösterir. Beden ehlileştirildikçe ruhun boynuna daha çok zincir vurulmuştur. O hâlde bu, özgürlüğe giden yolun, yaban olana yakınlaşmaya doğru uzandığına bir işaret değil midir?
Bu noktada yapılacak bir başka üst okuma da “eğitim” ile “ehlileştirme” arasındaki farka dikkat çeker. Zira yüzyıllardır dünyanın hemen her toprağında insanın dile getirdiği, bir nevi kalıplaşmış şu ifadede gözden kaçırdığımız ince bir ayrıntı var: Eğitim şart. Film doğrultusunda buna ilişkin iki soru yöneltelim:
Birincisi, eğitimden kast edilen doğal olanı, kökeni anlamaya çalışmak ve bu şekilde onunla uyum içinde olmak –ve onun sınırlarını öğrenmek, böylece bu sınırları ihlal eden hareketlerden kaçınmak-, yani doğa erdemini ve ahlâkını öğrenmek midir, yoksa insanın doğaya yapay olarak, dikte etme yöntemiyle getirdiği ehlileştirmek, kalıba sokmak, yontmak mıdır? Bunun cevabını filmin ilk bölümü ile orta bölümü arasındaki “öğrenme” süreçlerinde arayabiliriz. Spirit, doğumundan hemen sonra içgüdüsel olarak dört ayağı üstünde durmaya çalışır, yürümeyi öğrenmesinin ardından da etrafını “deneyimlemeye” başlar. Suyun sınırlarını, çimenlerin, toprağın sınırlarını, dokusunu deneyimler. Bizonlarla karşılaşır, onların atlardan farklı olduğunu, onların yaşama alanı içinde neleri ihlal etmemesi gerektiğini deneyimler. Yırtıcı hayvanların, kendileri için bir tehlike olduğunu öğrenir; sürüsünün yaşama alanını onlara karşı nasıl savunması gerektiğini deneyimler. Paylaşmayı, çoğaltmayı, bütün olarak durmanın gücünü deneyimler. Nitekim değindiğimiz “ama” ânına kadar açılış sekansındaki denge hâli de bu şekilde sağlanmıştır. Daha sonra beyaz adam tarafından yakalanıp direğe bağlandığında Spirit’in maruz kaldığı eğitim süreci, bizzat deneyimlemek üzerine değil, dıştan gelen bir “maruz kalma” temeline dayanır. Bu süreçte resmedilen eğitimin aşamaları önemli bir ayrıntıdır: Atlar ilk olarak bir başkası tarafından “damgalanır” (sosyolojik boyutta bu, statüye ya da kültürel-entelektüel-ekonomik bir duruma bağlı herhangi bir sıfatın verilmesidir). Ardından ağızlarına gem vurulur, yani konuşma organları, çıkaracakları sesin niteliği ve telaffuz edebilecekleri kelimeler kontrol altına alınmış olur. Ardından fiziksel ehlileştirme ile görünüşleri tek tip hâle getirilir. Dikkat edilirse bu süreçte atlar, eğitimi bizzat deneyimlemek yerine insan eline maruz kalmıştır. Ehlileştirmeyi, doğal öğrenme sürecinden farklı kılan budur. Bunun bedeli de özgürlüğü ve daha önemlisi “özgünlüğü” yitirmek, hükmedici gücün emri altında idealize edilen bir “tip”e uydurulmaktır. Şimdi günümüz “eğitim” anlayışının şartlarını bir kez daha düşünelim. Bizler deneyimle mi öğreniyoruz yoksa başkaları tarafından tanımlanan “insan” kavramına uygun hâle gelmek için ehlileştiriliyor muyuz?
İkinci olarak bunu bir şart hâline getiren doğal bir süreç midir, yoksa mecburiyeti oluşturan “şartlar” yine insan eliyle mi oluşturulmuştur? Zira başta yaban atı sürüsünde doğal bir denge hâlinde süregiden bir yaşam döngüsü varken ehlileştirilme sürecine sokulan atların en doğal hakları olan yaşama hakları sınırlandırılmıştır. Artık yumuşak toprakla örtülü toprakta koşmayacaklardır, çünkü şehirlerin yolları asfaltla döşelidir. Bu yüzden toynaklarının zarar görmemesi için nallanmaya “ihtiyaçları vardır”. Ehlileştirilmesi sürecinde Spirit’e nal takılmaya çalışıldığı, yaklaşık yarım dakika süren sahnede aslında sorumuza gereken cevap verilmiştir. İnsan, henüz ham olan maddeyi doğal yapısından çıkarıp işlemeyi mecbur hâle getirecek şartları da bizzat kendi eliyle döşemektedir. Bu süreç öyle titiz hesaplamalarla yapılmıştır ki sonucunda bir bilinmeyenli denklem çıkarılır karşımıza: “2+x” ifadesinin “doğal olarak” 4 etmesi gerektiği dayatılır ve bizden x bilinmeyenini karşılamamız beklenir, böylece eşitlik sağlanacak, denge yerini bulacaktır. Bu denklem çözüldükten sonra sıradaki denklem sunulur, bu şekilde sonu gelmeyen bir “eksik olanı karşılama” çabası yaratılır ve bilinmeyenli dengenin sağlanması için ehlileştirme, bir şart hâline getirilir. Oysa en baştaki dengede, doğal olanda herhangi bir bozukluk yoktur ki! Doğa, kendi kendine iyileştirme ve dengeyi sağlama yönelimine sahiptir zaten. Dengeyi bozmak ve bir bilinmeyen yaratmak için insan, ortaya yapay bir sorun koyar ve bunun çözülmesi gerektiği bilincini aşılayan bir eğitim süreci ile yapay problemi, kitlelerin anlayışında doğallaştırır. Sonuçta evet; eğitimin, insanın, ehlileştirilmenin, doğanın ve doğalın tanımını bizzat deneyimlemek yerine idealize edilmiş bir gemlenme, kaşağılanma, nallanma sürecine kendini teslim eden biz “bedene hapsedilmiş ruhlar” için eğitim şarttır.
Tüm bu üst okumalarla, aslında birer insanlık trajedisi hâline gelmiş olan sorunlara değinen Spirit, her sahnesinde bu soruların yeniden sorulması gereken bir yapım. Nitekim insana böylesi çarpıcı bir ayna tutan kurgunun, insan dilinden ziyade hayvanın ve doğanın dilinden anlatılması da ders çıkarılması gereken bir başka ayrıntı değil mi?