Russian Ark (2003) filminin hâlâ etkisinde olan ve filmi en iyileri arasına koyan biri olarak, Sokurov’un Francofonia (2015) filmini 27. Uluslararası Ankara Film Festivali’nde izleme şansı bulduğum için ayrı bir mutluluk yaşadım. Tek planda çektiği Russian Ark‘la yapılamayana cesaret ederek çıtayı bambaşka bir noktaya alıp götüren Sokurov, Ermitaj Müzesi’nde bizi Rus kültürünün ve tarihinin, hatta insanlık tarihinin içerisine sanki bir rüyadaymışızcasına koymuştu. Louvre Müzesi’nde geçen ve Paris’in Naziler tarafından işgal edildiği dönemi ele alan Francofonia filminde ise bizi rüya ile gerçeklik arasında bir yerde tutmayı başarmış.
Sokurov’un zaman zaman kullandığı ve bu konuda cesaret etmekten çekinmediği gerçek tarihi görüntüler sayesinde kurgusal- belgesel tadında bir tarza sahip Francofonia. Bir yandan Hitler’in Paris’te Eyfel Kulesi’ne uzaktan bakışını, diğer yandan yönetmenin gerçek bir hikâyeden esinlendiği müze yöneticisi Jacques Jaujard (Louis Do de Lencquesaing) ve Franz Wolff- Matternich (Benjamin Utzerath) arasındaki kurgulanmış belgesel hikâyesini izleriz. Bir diğer yanda ise Napolyon ve Fransa’nın sembolü Marianne’in hayaletinin Louvre’da yarattığı sürreal havayla, Sokurov’un kurgu odasında bilgisayardan görüntülü bağlantıyla tarihi eser taşıyan gemici arkadaşıyla konuştuğu görüntüler yer alır. Bugünle tarihi ve tarihin gizemli hayaletleriyle bezeli var olmayan anıları birbirine harmanlar. Ama öyle bir başarıdır ki bu, kurgu da gerçeklik de bizi Louvre’dan koparmaz.
Sokurov’da özellikle Russian Ark filmiyle hissetmeye başladığım şey; sanatın, görselliğin ve bilginin sinema içerisinde araçsal olarak değil tam da merkeze konularak örülmesinin nasıl mümkün olacağıydı. Tarihin akışını farklı bir panorama içerisinde ele alır Sokurov ve bize tüm bunu sadece sanatsal ve edebi ürünleri sunarak yapar.
Francofonia filminde de benzer bir hava vardır, insanlığın başına gelebilecek en büyük tarihi travmayı -Nazi Almanyası ve işgallerini- anlatırken bunu sanat üzerinden yapar. Louvre Müzesi’nin yöneticisi Jacques Jaujard ve Nazi işgal subayı Franz Wolff Matternich işgal altındaki Paris’te hayatları kesişmiş birer tarihi figürdür. Müzeye sahip çıkabilmek için işbirlikçi Fransız Vichy yönetiminde kalmaya devam eden Jaujard, için için kendinden utansa da müzenin ve daha doğrusu insanlık tarihinin ona ihtiyacı olduğu düşüncesiyle rahatlar. Sokurov müzelerin tarihinin, bir ülkenin tarihini yansıttığını iddia eder. Bunu Ermitaj’ı anlatırken de Louvre müzesini anlatırken de oldukça başarılı yapılandırabilmiştir. Farklı kurgu ve sinema teknikleri kullanmış olsa da ikisini birleştiren şey insanlığın tarihsel birikim mekânları olan müzelerin, iktidar mücadeleleri için önemini anlatabilmektir.
Bir ulus bir başka ulusun topraklarını işgal ettiğinde onun tarihini de işgal eder. Ki işgal etme arzusunda olmak zorundadır çünkü tarihi yeniden inşa etmek ve burada tahakküm kurmak ve tarihi kendisinin şekillendirmesine yardımcı olacak en önemli şeye, kültüre-sanata ihtiyaç duymak işin doğasında yatar. Öyle ki daha güçlü uluslar için bu, kolonyal heveslerin, emperyalist hülyaların da bir parçası hâline gelir. Napolyon’un hayaletini gördüğümüz sahnelerde Fransa’nın Mısır’dan getirdiği tarihi eserleri anlatır. “Hepsi benim. Bunların hepsi Napolyon” der. Her bir tarihi eser, bulunduğu tarihsel bağlamdan öte başka bir ulusun sahipliği altında başka bir tarihsel dönemin kurbanı hâline gelmiştir aslında. Ama hayaletin en gurur duyduğu sanat eseri tabii ki Napolyon’un Taç Giyme Töreni’dir (Le Sacre de Napoléon). Tablo öylesine büyük, öylesine yücedir ki her bakıldığında Napolyon’un korku ve şiddet saçan imparatorluğunu hatırlatır. Bu da Avrupa tarihini böylesine etkilemiş bir figürü anlatmak için Sokurov’un filmde bize en çok ve en ustalıkla gösterdiği eserlerden birisidir. Napolyon’un hayaletinin kendisiyle gurur duymasına izin verir. Tüm bu gösterişin tadını son bir kez çıkarır adeta.
Tarih, savaşlarla hemhâl olmuş olduğundan “Savaşla sanat iç içe midir?” sorusunu sormak da yanlış bir nokta olmayacaktır diye düşünüyorum. Savaşan bir ulus topraklarını korumaya çalışırken aynı zamanda hem tarihine hem de sanatına sahip çıkmaya çalışır. Yani insanlığın mirası da yerle bir olmakla yüz yüze kalabilir. Tüm bunlar zamanın bize yaralarını sardırdığı tarihi trajediler değildir, günümüzde hâlâ bunlara tanık olmaya devam etmekteyiz.
Ben bu filmi, Rus şef Valery Gergiev yönetiminde Mariinsky Semfoni Orkestrası’nın Palmira’da konser verdiği gün izledim. Palmira antik kenti IŞİD’in bölgeyi işgal etmesiyle birlikte yerle bir olmuştu. IŞİD tarafından yıkılmış, tarihi eserler parçalanarak internetten satılmıştı. Ta ki Suriye ordusu tekrardan Palmira’yı IŞİD’ten temizleyip buranın insanlığın bir mirası olduğunu gösterene kadar. Palmira sadece Suriye’nin değil insanlığın tarihinin de kalıntılarıydı. Tıpkı Sokurov’un filmde Louvre’un insanlığın tarihinin izlerini taşıdığını bizlere aktarmaya çalışırken gösterdiği gibi.
Palmira’da o konseri izlerken gözleri dolmayan ve insanlığın çektiği acıları hissetmeyen biri olduğunu düşünmüyorum. Fransa’nın işgalinden izleri de kendinde taşıyan “çölün gelini” Palmira antik kentinin, en büyük yarayı IŞİD işgalinde aldığı bir gerçek. IŞİD geldiğinde Palmira’yı terk etmeyen, hayatını buraya adamış Halid Esad “Burada doğdum, burada öleceğim.” demişti. IŞİD Palmira’ya yaklaşırken bazı taşınabilir kültür varlıklarını Suriye ordusunun yardımıyla daha güvenli bir yere taşınmasına öncülük etti. Ancak kendisi Palmira’yı terk etmedi. IŞİD, Halid Esad’ı rehin aldı ve kafasını keserek idam etti. Esad göremedi ancak Palmira IŞİD’ten kurtarıldı. Sokurov’un filmine dönecek olursak Louvre müzesini terk edip gitmeyen Jaujard ve Esad arasında ciddi bir benzerlik olduğunu düşünüyorum.
IŞİD yok etmeden öncesi ve sonrasıyla Palmira fotoğrafları (AFP)
1940 yılında Nazi birlikleri Paris’te turlarken Şanzelize’de kadehlerini yudumlamaya devam eden burjuvalar dışında iki milyon insanın o dönemde Paris’ten kaçtığı düşünülüyor. Ama Sokurov’un bize göstermek istediği şey kaçanlar sadece insanlar değildi, Louvre’da tarihe tanıklık eden tablolar, tarihi-kültürel eserler de kaçmıştı. Kaçırılmıştı. Paris’te yani Louvre’da görevlendirilen komutan Franz Wolff-Metternich bir süre sonra tarihin yağmalanmasının yükünü üzerinde taşıyamayacağını anlayarak Jaujard ile işbirliği içerisinde hareket etmeye başlamıştı. Jaujard da tıpkı bugün Suriye’de Esad’ın yaptığı gibi insanlığın birikimine öylece arkasını dönüp gidememişti.
Jaujard eğer Louvre’a olan hayranlığından vazgeçip onu terk etseydi belki Mona Lisa’nın, Gobbels etkisiyle görünmez bir Hitler bıyığı oluşarak yeni bir sanat eserine dönüşüp anlamı değişecekti. Mona Lisa’nın gizemini bu sefer bunda arayacaktık. Ama Halid Esad ve Jaujard her zaman şunun farkındaydı; insan, son nefesi dahi olsa elleriyle ördüğü bu mekânı insanlık adına terk edemezdi. Sokurov da Ermitaj ve Louvre’u incelerken bunu oldukça iyi görebilmişti.
Sokurov, Russian Ark‘tan daha sınırlı bir tarihsel anlatıyı işlerken yeni filminde bize Fransa ve Avrupa tarihini Marianne’in hayaletinin en devrimci ruhuyla “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik.” dediği anlarda ve Napolyon’un hayaletinin tüm tarihi kendinden menkulmüşçesine tablolar önünde “Hepsi benim.” diyerek dolaşmasını göstererek özetliyor. Avrupa tarihinin en belirgin figürleriyle bizi Louvre’da gezdirirken insanlığın trajedilerini bize hatırlatarak Nazilere karşı Leningrad mücadelesinden kesitler göstermeyi de es geçmiyor.
Sokurov’un filmlerinde ayrıca tartışmasız bir sinematografik yetenek olduğunu düşünüyorum. Derinlemesine girmeyecek olsam da bu tür bir görselliğin tarihi eserlerle buluştuğu ânı gözlemleyebilmek açısından bile bu filmin izlenmesini öneriyorum. Bunu Russian Ark filminde yaparken akıl almaz bir teknik kullanarak tarihe de geçmişti. 98 dakikalık bir kesintisiz çekimle bizi St. Petersburg’un Ermitaj’ında masalsı bir tura çıkarmıştı.
Sanat aşığı yönetmenimiz Louvre’da 9 bin yıllık heykeli, Asurluların fresklerini, Mona Lisa’nın gülüşüne bakarken insanlık tarihinin bir mekânda toplanmış olduğunu gösterir. Paris’in kentleşme ve bir başkent olabilme başarısını da tarihsel olarak bize sokaklarını tepeden izleterek anlatmayı başarır. Bu filmi izleyerek hem Paris’i hem Avrupa tarihini, hem Nazi işgalini hem de sanatın gücünü kavramış olursunuz.
Bunun Sokurov’da yarattığı heyecan tartışmasızken, Sokurov savaşlarla süregiden ve sanatı sadece sanat olmaktan çıkaran insan faktörünü sanki bize hissettirmek ister. Bunu da sanatın gücünü gösterirken kendisinde yarattığı heyecanı törpülemeden yapar. İnsan bunları yapabilecek, yaratabilecek bir kudrete sahipken onu yıkmaktan da asla çekinmez. Ve hatta onu kendi iktidarının bir parçası yapmak için uğraşır durur. Sokurov gemideki arkadaşıyla bağlantı kurmaya çalıştığı sıralarda sürekli bunu düşünmemizi sağlar. İnsanlığın eserleri değerlidir, peki bu güç ilişkileriyle ilgisi olmayan sıradan birilerinin bu eserlerin güç sahibi birilerinin şekillendirdiği tarihe katılması için verdiği çaba ne kadar gereklidir. “Her şey ne için?” diye sorar ve sordurtur.
Fransa’yı Fransa yapan büyük oranda Louvre’dur. Avrupa’yı da Avrupa yapan Fransa’nın tarihi mirasıdır denilebilir. Sokurov’un filminde ise Avrupa’yı en iyi anlatan şey tarihi-kültürel mirasını kavratma yöntemidir. Film, “Avrupalılar olarak kim olduğumuzu anlamak için resimler belki bize bir fikir verebilir.” der. Ardından Avrupa tarihinin portrelerden oluştuğu ve portreler olmasaydı belki Avrupa tarihi anlaşılamaz olabilirdi yorumunu yapar Sokurov.
Sokurov ne düşünür tam bilemem ancak bize yüzünü gösteren Avrupalılar içerisinden insanlık adına en onurlusunu alabilmek de ancak bizim üstesinden gelebileceğimiz bir şey olmalıdır. Tarih değiştirilemez, yeniden yazılmaz belki; en fazla tekerrürden ibarettir. Ancak mühim olan Louvre’a musallat olmuş “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik.” diyen Marianne’in hayaletinin mi yoksa “Hepsi benim.” diyen Napolyon’un hayaletinin mi serbest bırakılacağına karar vermektir. Peki şimdi kimi arayacağız? Hayalet Avcıları? Sanmıyorum.