Yönetmenliğini Tom McCharty’nin yaptığı Spotlight (2015) filminde, yerel bir gazete olan Boston Globe’a yeni gelen editör Marty Baron (Liev Schreiber), Spotlight ekibinden, önceden bir köşe yazısında bahsedilen kilisenin çocuk istismarını ele almasını ister. Spotlight bölümünün editörü Walter “Robby” Robinson (Michael Keaton) ve azimli araştırmacı gazeteciler Sacha Pfeiffer (Rachel McAdams) , Michael Rezendes (Mark Ruffalo) ve Matt Carroll (Brian d’Arcy James) olayı araştırmaya başladıkça daha büyük bir yozlaşmanın olduğunu anlarlar ve Katolik Kilisesi’nin bilip görmezden geldiği bu skandalı ortaya çıkarmaya çalışırlar.
Gerçek bir hikâyeden yola çıkarak çekilen filmin Oscar’da 6 dalda aday olması şaşırtıcı değil. Esinlenilen gazeteciler yaptıkları araştırma ve haberler sayesinde 2003 yılında Pulitzer ödülüne layık görüldüler. Spotlight ekibi, bu araştırmada derinleştikçe skandalın ne kadar büyük olduğunu ortaya çıkardı. En iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar’a aday olan Mark Ruffalo’nun oyunculuğu bu sene aday olanlar içerisinde gerçekten takdir edilmeye değer. Ruffalo, karakterin Boston aksanını, o azimli mücadelesini ve yer yer ortaya çıkan öfkesini çok abartmadan başarılı bir şekilde ortaya koymuş. Filmin genel olarak karakterler üzerine yoğunlaşmaması ve bize hikâyeyi anlatmaya çalışması oldukça değerli. Devleşen roller yerine gerçek kişilerin gerçek tepkilerini izliyoruz. Bu da Hollywoodvari yapaylıktan bizi uzaklaştırıyor. Çünkü izleyiciye, bir gazetecinin işinin aydınlatılmamış olayları açığa çıkarmak olduğu aktarılmalı. Filmin en temel başarısı kesinlikle hikâyeyi güçlü bir kurguyla, gerçekçi bir dille, abartmadan anlatılması olmuş. ABD’de yaşanan en büyük terör saldırılarından biri olan 11 Eylül saldırısı, araştırma yaptıkları döneme denk gelse dahi bunun üzerinde fazla durmadan, konuyu dağıtmadan anlatmaları önemli bir nokta. Filmi izlediğinizde fark edeceksiniz ki Boston’ın ruhu da filme sirayet edebilmiş.
Bu konu üzerine çalışmalar yapan psikoterapistin, Katolik Kilisesi rahiplerinin yüzde 6’lık kesiminin çocuk istismarına karıştığını iddia etmesi üzerine, Spotlight ekibi olayın ne kadar büyük olduğunu anlar. Bu suçlardan ötürü sürülen rahiplerin yer değiştirme nedenleri ise hep aynı kisveyle kayıtlara geçer ve gazeteciler buradan hareketle tahmin edilenden çok daha fazla sayıda din adamının bu işin içinde olduğunu anlarlar. Aynı zamanda filmin içerisinde bir gazetecinin toplumsal bir bilinçle hareket etmediği için çektiği vicdan azabını da görürüz. Robby yıllar önce gönderilen belgeleri görmezden gelmiş ve bu yozlaşmanın büyümesinin bir parçası olmuştur.
Filmi kahramanlıklar ve gerçekleşmesi nadiren mümkün olan başarılar olarak görmemek gerekir. Çünkü uzun süredir anlamı değişen ve piyasayla eş güdümlü hâle gelen medyanın içerisinde evrensel biçimde doğruları söyleme gayretiyle yaşayan pek çok gazeteci bulunmakta. Bu filmde aslında bu insanların hikâyeleri anlatılıyor. İçimizi rahatlatması gereken şey ise bu, bir Hollywood rüyası değil, yani Amerikan rüyası hiç değil… Bu türden toplumu ilgilendiren ve kamu yararını gözeten Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Metin Göktepe gibi gazeteciler bizim topraklarımızda da mevcut. Hâlâ gerçeği yayma peşinde olan gazetecilerin az olduğunu düşünsek de bulabildikleri her delikten sızarak ilerlemekteler. İşte Spotlight ekibi tam anlamıyla böylesine cesur bir konuyu irdeleyen, kahraman olmayan, sadece gazeteci olanların sıradanlığını çok doğal bir biçimde sunabilmiş. Ekibin şüpheye düştüğü tek an, ekonomik olarak ayakta durmalarını sağlayan okuyucu kitlesinin yüzde 50’ye yakınının Katolik olması sorunu. Gazetecilerin kendi çıkarları uğruna kamusal çıkarları göz ardı etmemelerinin önemini filmin sonunda anlayabiliyoruz. Bu haberin gazetede yayınlanmasının ardından cesaret bulan kişilerin, başlarına gelenleri ihbar etmeye başladığına tanık olduğumuz son sahne, gerçekten bir umudu ve basının toplum üzerindeki etkisini gösteriyor.
Filmi neden izlememiz gerektiği bana kalırsa iki noktadan ele alınmalı: Öncelikle bağımsız medya ve gazetecilik işinin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu anlamak, ikincisi ise kilise ölçeğinde somutlaşmış dinin, ahlak öğretilerinin arkasına sığınarak ortaya çıkardığı yozlaşmayı görebilmek. Bu başlıkların ikisi de filmi izlerken Türkiye’de yaşananları akla getirecek. Geçtiğimiz haftalarda konuşulan Diyanet İşleri’nin sitesinde sorulan bir soruya verilen cevap üzerine bir babanın kendi kızına şehvet duyması konusu düşünülürse, ülkemizde çocuk istismarının önünün bu kurumlarca açıldığını söylemek hiç de zor değil. Bu kurumlar hakkında haber yapan gazetecilerin mahkemelerde çürüdüğünü söylemek de gerçek dışı değil. Filmde cinsel istismara uğrayanların avukatlığını yapan Mitchell Garabedian’ın (Stanley Tucci) sözleri her şeyi özetliyor aslında;
“Bir çocuğu yetiştirmek için koca bir köy gerekir, bir çocuğa tecavüz etmek için de.”
Son olarak vurgulanması gereken, bu tür filmlerin hem dünyada hem de Türkiye’de seyircinin karşısına konulmasının oldukça önemli olması. Buna ender başarılmış insan hikâyeleri olarak bakmadığımız sürece basını ve kamusal alana etkisini değiştirmeye yönelik daha inançlı olacağımıza inanıyorum. Bir gazeteci adayı olarak şunu söylemeliyim ki insanların hikâyelerini daha büyük bir kamusal yarar için böylesine inceleyebilme azmi gerçek bir araştırmacı gazetecilik işidir. Bu filmin her gazeteci adayı tarafından izlenmesini öneriyorum.
Gülin Çavuş ellerine sağlık, çok güzel anlatmışsınız