Ocak 1942’de İngiliz Özel Operasyonlar İdaresi (SOE) ile Deniz Özel Bot Birimi’nin (SBS) koordinasyonu sonucunda düzenlenen Operasyon Postmaster, II. Dünya Savaşı’nın en ilginç ara cephelerinden biri oldu. Bu operasyon, Britanya’nın Atlantik ve Akdeniz’deki deniz üstünlüğünü pekiştirmede kritik öneme sahipti. İngilizler, Afrika’nın batı kıyısındaki Fernando Po Adası’nı (günümüzde Bioko, Ekvator Ginesi) İspanyol tarafsızlığı çerçevesinde kullanarak İtalyan ve Alman gemilerini alıkoyma planı yapmıştı.
Operasyonun baş mimarı, Kaptan Gus March-Phillipps’ti; planın detayları, Afrikalı müttefik kuvvetlerle gizlice paylaşılan kodlu telsiz görüşmeleriyle titizlikle koordine edildi. İki İtalyan gemisi—Monte Igueldo ve Duchessa d’Aosta—ile Alman tanker Köln, adanın limanında sessiz sedasız bağlanmıştı. Komando ekibi, kılık değiştirerek adaya deniz yoluyla sızdı. Gece görüş cihazları kullanarak sahile yanaşan deniz botları, müfrezeyi limana kadar güvenli bir şekilde taşıdı.Gemi mürettebatı uykudayken gerçekleştirilen baskın, dakikalar içinde tamamlandı. Komandolar, vinçlerle bağlı halatları kesip gemileri sürükleyerek birer çekici tekne eşliğinde derin sulara doğru hareket ettirdi. Olayın en kritik yanı, İspanyol yetkililerin olay sırasında hiçbir müdahalede bulunamayacak şekilde şaşkınlığa uğramasıydı; zira operasyon, tarafsız güçler hukuku kapsamında sıkı bir gizlilikle yürütülmüştü. Diplomaside büyük rahatsızlık yaratılmaması için İngiliz Hükûmeti, sonrasında Madrid’e bir özür mektubu sunarken aslında operasyonun başarıyla sonuçlandığından gurur duydu. Operasyon Postmaster, en önemli SOE eylemlerinden biri olarak tarihe geçti ve tüm dünyanın gözünden kaçan küçük ama stratejik bir zafer olarak kayıtlara geçti.
Bir sinema eserini gerçek olaylara dayandırmak, seyirci üzerinde güçlü bir etki yaratabileceği gibi bir dizi risk de barındırır. Bu risklerden en başta geleni ise kurgu için gerçek akışa fazlasıyla müdahale ederek dramatik bir tutarsızlık yaratmak olabilir. Karakter derinliğini düşürerek seyirciye yüzeysel gelebilecek bir anlatı eserin ikna ediciliğini de düşürebilir. Tam da bu sebeple bu yapımlar, izleyicide daha yüksek bir ciddiyet ve sorumluluk beklentisini karşılamakta yetersiz kalabilir. Gerçekte kan dökülmeyen Operation Postmaster’ı kanlı ve dramatik bir baskına dönüştürerek anlatmayı tercih eden Guy Richie’nin The Ministry of Ungentlemanly Warfare (2024) filmi de bu beklentiyi karşılamaya yakın değil.
Hiçbir çatışma yaşanmayan, herhangi bir kaybın istatistiğe yansıtılmadığı Operasyon Postmaster’ı konu edinen filmde, sahilde ve geminin güvertesinde makinalı tüfek düellosu, patlamalar ve komando ölümleri gösterilerek dramatik tansiyon suni olarak yükseltiliyor. Bu aşırı şiddet vurgusu, tarihi bir başarıyı ince zekâ ve sürpriz temelli zaferinden ziyade klişe bir aksiyon filmine dönüştürüyor.
Özellikle filmin ikinci yarısında belirginleşen “Nazileri öldürmek çok kolay” fikri, savaşın karmaşıklığını ve moral zorluklarını basitleştiriyor. Bu önerme, sadece düşmanların ölümünü kolaylaştırarak izleyiciye bir tür tatmin sağlasa da tarihsel olayların derinliğini göz ardı ediyor. Film, kahramanların gösterdiği çaba ve stratejik zekâ yerine, zaferi sanki tek hamleyle elde edilebilecek bir sonuç gibi sunuyor. Bu yaklaşım, savaşın içindeki psikolojik gerilimi, ahlâkî ikilemleri ve taktiksel zorlukları gözler önüne serme fırsatını kaçırıyor. Bu da, izleyicinin savaşın büyüklüğünü ve zorluklarını daha iyi kavrayamamasına yol açıyor. Zira The Ministry of Ungentlemanly Warfare, zekâyı ve planlamayı öne çıkarmaktansa şiddetin ve aksiyonun hızına kapılıyor.
Derinliksiz Karakterler
Filmde Gus March-Phillipps karakterini canlandıran Henry Cavill’a son dönemde Reacher (2022-) dizisiyle dikkatleri üzerine çeken Alan Ritchson, Anders Lassen rolüyle eşlik ediyor. Eiza Gonzalez ise Marjorie Stewart karakterine hayat verirken Geoffrey Appleyard rolünde Alex Pettyfer’ı, Heron rolünde ise Babs Olusanmokun’u görüyoruz. Ancak, şunu itiraf etmek gerekir ki Henry Cavill bu filmin yıldızı olamıyor. Eiza González–Babs Olusanmokun ikilisinin yarattığı çarpıcı anlar ve karakter derinlikleri daha belirgin ve akılda kalıcı. Öte yandan, filmin takım ruhunu önplana çıkarma ve grup aksiyonuna ağırlık verme tercihi, başrolün öyküsünü tek başına omuzlayarak izleyiciyle derin bir bağ kurma şansını azaltıyor. Yönetmenin geniş kadraj tercihleri ve hızlı kesimleri de Gus March-Phillips’in karakter derinliğini gölgeliyor.
Freddie Fox tarafından canlandırılan Ian Fleming’in ise filmde silik bir karakter olarak yansıtılması, James Bond hayranlarını şaşkın bırakabilir. Fleming’in SOE’deki rolü üzerinde neredeyse hiç durmayan film, Bond’a atıf yapan kısa bir sahneyle karakterin derinliğini, onu tanıyan izleyicinin merakına bırakmayı tercih ediyor.
Zihnimizi Boşaltan Aksiyon Sahneleri
Son derece güzel bir kadını yakışıklı erkeklerle bir araya getiren Guy Ritchie’nin kendine has görsel enerjisine rağmen filmin aksiyon sahneleri, bir noktadan sonra birbirinin kopyası hâline geliyor. Liman baskını ve yakın mesafe bıçak düelloları, yenilikçi bir dokunuş olmadan “tıpkı diğer aksiyon filmlerinde gördüğümüz gibi” kalıyor -bir bakıma tam da zihnini yormadan boşaltmak isteyenlere hitap edecek cinsten. İzleyicinin gerilimini yükseltecek uzun planlar yerine ansambl oyuncu kadrosuyla ön plana çıkan polisiye diziler gibi hızlı kurgulara yer verilmesi de hem mekânsal farkındalığı hem tehlike duygusunu zayıflatıyor.
Filmin oluşturduğu diğer bir hayal kırıklığı ise karakterlerin patlayan bombalar ve makineli tüfek ateşinden neredeyse yara almadan kurtulması diyebiliriz. Tam da bu yüzden, ekrandaki şiddet “heyecan verici” olmaktan çıkıp donuk bir gösteriye dönüşüyor. İzleyici, öldürme eylemlerinin sonuçlarını göremediği için gerçek bir tehlike bile hissedemiyor. Sonuçta, Alan Ritchson gibi oyuncuların bireysel enerjisinin parladığı anlar olsa da bu performanslar etrafındaki aksiyonun iniş çıkışlı temposuna yenik düşüyor. Böylece film, peş peşe gelen gösterişli sahnelerin sonunda izleyicide “unuttum gitti” hissi bırakıyor. Gerçekte olmayan bu suni çatışmalarda bile savaşın acı gerçekliğini maskeleyen muzip bir hava var.
Tatmin Eden Bir Zafer
Filmin başarılı olduğu en bariz yönü ise, izleyicide tatmin eden bir zafer hissi bırakması. Operasyonun tarihi gerçekliğine serpiştirilen mizahi ögeler, “galip gelen taraf olmanın” yarattığı tatmini yumuşatmadan bir nebze de olsa yürek ısıtan duygularla dengeliyor. Bu da finaldeki “zafer” hissini izleyicide kalıcı kılıyor. Bu kahramanlık hikâyesi, ekip üyelerinin birbirini tamamlayan yetenekleri ve operasyonun katmanlı planıyla zenginleşiyor. Ele geçirilen gemilerin karanlıkta ilerleyişi ve yüzlerdeki rahatlama ile tamamlanan büyük final, hikâyenin yarattığı gururun hakkıyla anlatıldığına bizleri ikna etmeye çalışmakta başarısız sayılmaz. Klişelerle bezeli film, askeri bir zafere giden yolu; eğlence, zarafet, iyi görünen bir kast, uyumlu bir ekip ile döşüyor.