Robert Bresson, sinemada istediğini tam anlamıyla yapabilmiş bir yönetmendir. Savunduğu ve söylemlerine döktüğü sinema dilini filmlerinde büyük bir özenle somutlaştırmıştır. Bresson bir formcu ve minimalisttir. Sanatta bu iki tarzın birlikte yer alması ise çok nadirdir. Bresson’un formculuğu, minimalizmini doğurur. Minimalizm, formun baştan aşağı yıkımından beslenir. Metot oyunculuğu, mimik, mizansen ve teatrallik ölür. Bresson, yönetmenlik kariyeri boyunca bütün filmlerini -sanki tek bir filmi çeker gibi- klişe kahramanlıkları reddederek hayata geçirmiştir.
Bresson’un erken dönem filmlerinden olan Pickpocket (1959), son derece açık bir şekilde Fyodor Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanından beslenir. Ancak bunu yalnızca bir bilinci çözümleme tekniği olarak yapar. Bir adam (Michel) suç(lar) işler, yakalanır, hapse girer ve bu esnada çektiği vicdani acı, bir kadının (Jeanne) koşulsuz ve iyilik timsali aşkı ile katlanır.
Nitekim, eğer Dostoyevski’nin Raskolnikov’u ile Bresson’un Michel’ini karşılaştıracak olursak, Bresson’un teatralliği yok edişinin onları nasıl aynı edebi zemine çektiğine şahit oluruz. Bunun başlıca sebeplerinden biri, Bresson’un oyuncu kullanmamasıdır. Michel’i oyunculuk tecrübesi bulunmayan Uruguaylı Martin LaSalle canlandırır. Bu kullanıma hemen hemen bütün Bresson filmlerinde rastlayabiliriz. Kanımca Bresson, bu tekniği izleyiciye olan saygısından dolayı kullanmıştır. Aktörlerin duygularını manipüle ederek senaryoyu yansıtıp, bizleri parçası olamayacağımız bir hikâyenin izleyicisi yapmaktansa, oyuncularını bizlerden seçmiştir. Duygu ve metot değil, yalnızca metin vardır. Pickpocket özelinde ise bu yıkım, Raskolnikov’un canavarlığı ile Michel’in eylemsizliğinin karşılaştırılabilmesine olanak sağlar. Michel yalnızca bir yankesicidir. Elinde kocaman bir baltayla komşusunu öldürebilecek bir suç işleme kapasitesinden yoksundur. O -kendisinin de aslında olduğu gibi- sıradan bir vatandaş olarak sıradan suçlar işlemektedir. Bu suçu ahlaksızca kılan ise Michel’in hayal gücü ve vicdanıdır. Michel zorunda olduğu için çalmaktadır. Victor Hugo’nun Sefiller’ini hatırlayalım. Jean Valjean bir parça ekmek çaldığı için kanunu karşısında bulur. Michel de benzer bir noktadadır. Eylemsizliği hariç.
Michel’in Jean Valjean’a benzememesinin nedeni ise istediği her an bir iş bulup temize çıkabilme imkânı olmasıdır. Bunu yapamamasının sebebi ise hırsızlığa yüklediği psikoseksuel anlamdır. Bu anlamın yanlış anlaşılmasını istemem, zira Michel için hırsızlık aynı zamanda karın doyurmaktır. Bunu yalnızca arzularını tatmin etmek için yaptığını söyleyemeyiz. Ancak çalmanın onun için bundan fazlasını ifade ettiğini söylemek de yanlış olmaz. Michel için doğru zamanda, doğru yerde, elini bir başkasının çantasına attığı anda zamanın donması bir afrodizyaktır. Michel için bu zevk, kendini başkalarından üstün gördüğü için değil, giderek -Bresson’un dediği gibi- organik olarak ölen bir toplumda kendini hayatta hissettiği bir orgazmın tetikleyicisidir [1].
Michel, ölmekte olan annesini görmeyi reddedip arkadaşının alaycı sitemine annesini her şeyden çok sevdiği cevabını verdiğinde gerçeği söylemektedir. Annesini görmemesinin nedeni ise, ona karşı gerçekten hissettiği derin sevgiye erişememesi değil, onu her şeyi olduğu gibi az sevmesidir. Hepimiz gibi, zorlayıcı toplumsal biçimlerin tutsağı olan Michel, hissedemediğini hissetmesi gerektiğini hissetmekte, ama hissetmediği için, yalnızca hissettiğinin boş sözlü güvencesini yansıtabilmektedir.
Michel, bu yönden Raskolnikov’dan çok Albert Camus’nün Yabancı’sının Meursault’suna benzer. Ancak bu benzerlik de yüzeysel kalır. Meursault sahilde bir Arap’ı sebepsiz yere öldürür. Psikolojik olarak benzeseler de Michel’in hırsızlıkları ona tuzaklar kurduğu gibi, onun için sürdürülebilir bir gelir kaynağı olduğu kadar vasat sermaye statükosunun da piyonlarıdırlar.
Pickpocket, Bresson’un tüm filmleri gibi, modern dünyada insancıl duygunun sona ermesini ve açgözlülük evreninde dürüstlüğün imkânsızlığını kaydeder. Bu -izlemesi azap olan- bir eşeğin çektiği acıları anlatan Au hasard Balthazar’da (1966) da olduğu gibi, yaşamın gelişigüzel yok oluşu, bir laneti, bir zorunluluğudur. Michel’in yasalarını çiğnediği toplum ruhsal olarak ondan -doğal olarak bizden de- çok daha suçludur. Bu da Bresson’un minimalist ironisidir. Filmin asıl trajedisi, Michel’in suçlarından dolayı suçlu hissetmek istemesi ve sevemediği insanları da sevmek istemesidir.
Michel bu çaresizliği ile Jack London’un Martin Eden karakterine de benzer. Yaşadıkça geçer sandığı acılar, Martin Eden için de her gidişte daha kuvvetli geri gelirler. Pietro Marcello’nun Martin Eden (2019) uyarlamasında Michel’in hissettiğinden emin olduğumuz ancak onu bu kelimeleri söylerken göremeyeceğimizi bildiğimiz bir tirat vardır:
“Hayattan iğreniyorum. O kadar yoğun yaşadım ki başka hiçbir şeye arzu duyamıyorum. Eğer hala bir şeyleri arzulayabiliyor olsaydım, seni isterdim. Ancak artık eminim ki bunu yapamam.”
[1] Indiana, G., Pickpocket: Robert Bresson: Hidden in Plain Sight. Essays. The Criterion Collection. July 15, 2014.