Yıl 1998. Capote (2005), Moneyball (2011), Foxcatcher (2014) gibi filmlerin ünlü yönetmeni Benneth Miller 32 yaşında ilk filmini, milyonların yaşadığı New York City’de, iki katlı otobüslerde şehir içi tur rehberliği yapan bir adamın yolcuğunu, The Cruise’u (1998) çekmeye karar verir.
Medeniyetin getirdiği en kötü şey insanların birbirine nasıl hissettiklerini doğrudan anlatamamaları ve yaşamak için bir işe sahip olmanız diyen Timoth Speed Levitch, kaosun kargaşa olarak tanımlanmasından uzakta bir yerde; onu anlam atadığımız her şeyin, düşüşlerimiz ve kalkışlarımızın, sustuklarımız ve göründüklerimizin, üzüntülerimiz ve sevinçlerimizin meydana getirmek için çalıştığı bir fenomen olarak yorumlayan metropol bir şehrin kahramanı. Levitch, New York City’nin 90’lı yıllarının ikinci yarısında, seyahati en sıradan kelime anlamından soyutlayarak onu evrensel bir arayışın karşılığına dönüştürmeye çalışırken, binalarının ve kalabalığının bireyleri kuşbakışı aynılaştırdığı bir yerde, şehrin ızgara planının sıkıştırdığı dar caddelerinde ve o caddelerin çıktığı ferah (!) bulvarlarda tur rehberliği gibi iddiasız bir meslek icra ediyor, ve adını yolculuk (cruise) koyduğu sürekli keşfetme halini dünyayı gezip görmeye sıkıştıran popüler anlamından kurtarıyor.
Bir önceki günün rotasının bugünküne, bugünün rotasının ertesi gününküne sıkıcı bir aynılıkla yaklaştığı şehir içi tur programına, insan faktörünü, insanın ve hemcinslerinin dünyada işgal ettiği yeri, ancak yalnızca insanların değil, insanın reel gerçekliği dışında var olan her şeyi dahil eden Levitch; Brooklyn köprüsüyle konuşuyor, mevsimlerle bozuşuyor, terra-cotanın bir bina mimarisinde yarattığı etkinin insana-dair deneyimlerle nasıl benzeştiğini keşfediyor. Filmin başından sonuna değin aktüel kamera kullanımın bir adamı olduğu ve gittiği her yerde tüm doğallığıyla belgelemeye çalıştığı The Cruise; New York City’i baştan sona, bir uçtan diğer uca gezerken şehri yalnızca basit anlamıyla gözlemleme imkânı sağlamaktan ziyade, seyirciyi kahramanın etrafına konumlandırıyor ve Levitch’in alternatif kent gerçekliğini onun gözünden deneyimlemeye, şehrin ötesini keşfetmeye davet ediyor.
The Cruise, kendin etrafında döndüğün ve kendinden ötesini düşünemeyeceğin zorunlu bir ben-merkezciliğe itildiğin yirmi birinci yüzyılın eşiğinde bir New York’ta, insanın ondan ötesiyle kurduğu çeşitli ilişkileri, bizden dışarıda görünenden başka ne olduğunu, çevremizi kuşatanların bizi olduğumuz kişiye nasıl manipüle ettiğini, aynı şekilde bizim de çevremizi gerçekleştiği ve dönüştüğü şeye farkında olmadan nasıl manipüle ettiğimizi anlatıyor. Dünyamızın, sınırlandırılmış algılarımızın üzerine gidildiğinde ne denli büyüyebileceğini gösteren The Cruise, seyahat uğrunda kendini sürekli bozarak gerçekleştiren, enginliği baş döndüren var oluşların ve olasılıkların içinde kimliğini aramaktan ziyade, bunların hepsini kimliğinin kendisi yapan bir romantiğin öyküsünün etrafında ilerliyor ve insana, evrenin kendisine, gerçekliklerine ve ilişkilerine dair söyledikleriyle her birimizin öyküsü bir yapım olmayı başarıyor.